Bayanlar, kendi aralarında Süleyman Bey'e veryansın ediyorlardı. Bir arkadaşları da AP Milletvekili eşiydi. Konuşurken ona baktılar, şöyle yan gözle:
- Konuşun, konuşun. Ben evde Süleyman Bey övgüsünden bıktım. Kocama da söyledim. "Bana bak, evden içeri girer girmez politikayı bırakacaksın, Süleyman Bey'in de dışarda kalacak..." dedim.
- Abuzittin Bey, MİT kontenjanından girmiş, duydun mu?
- Duymadım ama, şaşmam.
MİT üstüne ne kadar yazdım, durdum. Geçenlerde Çin Halk Cumhuriyeti'nin 25'inci yılı törenleri nedeniyle Elçilikte verilen kokteyldeydim. Bir generalle tanıştım. Tuğgeneral... "İstihbarattaymış. Ne biçimde olursa olsun, okuması hoşuma gitti. O sordu:
- Size bir sorum var: Yazılarınızdan pek anlaşılmıyor. Sizce MİT, gereksiz mi, yoksa düzeltilmesi mi gerekiyor?
İçki dağıtan ak gömlekli görevliden bir viski alarak karşılık verdim:
- İkincisi daha doğru paşam!..
Kara Kuvvetlerinden ama, öğrendiğim kadarıyla daha önce MİT'te çalışmış. Bende kötü bir izlenim bırakmadı. Ben de onda iyi izlenim bıraktıysam, ne iyi...
- Şu, Çinlilerin kendi içkileri, bundan bir deneyin bakın...
- Yok, gerekirse sonra denerim.
Böyle toplantıların en geçerli içkisi viski herhalde. Sosyalistleri az mı taşlarlar, "heyy, viski içiyor adamlar" diye. Asıl kapitalist içkisi viski, öyle ya.
Sabahları, çok kez Gençlik Parkı'nın içinden geçip yürürüm. Ağaçların arasından çiçekleri seyredip yürümek daha dinlendiriciymiş gibi gelir.
Dikenli, yeşil yapraklar arasında, dallarda küçücük kırmızı kırmızı meyveler. Nohut büyüküğünde çoğu, ama dallar dolu haaa. Anadolu'da alıç dedikleri, bir çeşit gelin elmasının daha bir küçüğü meyveler. Park çöpçüsüne sordum:
- Bunlar yenir mi?
- Yenir amma, tatsız. İki tane yiyince burkar adamın boğazını.
- Adı ne bunların? Alıç cinsinden olacak...
Güldü, tanış çıkmışız gibi.
- Alıç değil. Onun ufağı. Buna, yemişen derler, böyle biter dağlarda işte.
Yemişen, yemişin küçüğü demek belki...
Demek o da tadına bakmış. Süpürdü, gitti parkın yollarını...
Çöpçü sigortalıdır değil mi? Anlaşma olmasaydı greve gideceklerdi Ankara’da da. Karısı da sigortalı mıdır, yoksa evlere gündeliğe, haftalığa mı gider? Nasıl da yorulurlar. Canlarını çıkarırlar alimallah evlerde. Geçimi nasıl sağlayacaklar?
Emine Hanım, karıma öyle demiş:
- Siz yakınırsanız biz ne yapalım? Kolum kanadım kırılıveriyor. Geçim ne kadar zorlaştı?
Sosyal Sigortalar, bir çeşit soyuluyor, fakat kimse oralı değil biliyor musunuz? Çalışmıyan, evlerinde örgü ören ne kişiler sigortalı gözükmektedir. Naylon gazetelerin naylon kadrolarında ne böyle sigortalılar vardır, bir kurcalasalar. Ne kolay yoldur, evde oturacaksın, çalışanlar gibi oturduğun yerden zamanı gelince emekli ne olacaksın. Ne memleketmiş be! Sigorta primi yatmıyor mu, yatıyordur o kadarı, vergi bile yatıyordur açıktan.
Buradan, şuraya gelebilir miyim acaba? Bütün halkın sigortalanması, yaşlanınca emekli olması. Emeklilik, sigortalılık mutlu azınlığı değil, yığınların da hakkı. Ama bu sömürü düzeninin değiştirilmesine bağlı.
Acaba, düzen değişir diye mi razı olmuyorlar seçimlere? Bin dereden su getiriyorlar işte, görüyorsunuz.
Kitleler, politikacının yanlışını buldu mu, aksadığını gördü mü gözünün yaşına bakmaz. Taa tepelerden indiriverir aşağılara, düzlüklere. Karaoğlan, o kadar tutundu, Türkiye'de halk gözünde. Biliyorum bunları. Gelgelelim, halkın sıkıntıları bastırdı mı, yenmeye de başlar. Adana'da pamuk taban fiyatının açıklanmasını bekleyenler, çeviriveriyorlar- dı radyonun düğmesini. Belki bunlardan Bülent Bey'in de haberi olmuyordu.
Can boğazdan gelir doğru, ama halk bir umudunu da yitirmek, onu da harcamak istemiyor. Çok yerde ortalık pahalı deyince susuyorlar ha, konuşmuyorlar, konuşturmuyorlar da.
Sandık başlarına gidince konuşacaklar bir iyicene. Yemişenler boğazlarını burksa da, yırtsa da alacaklar sonucu bu kez.
(10 Ekim 1974)