Düşümde Mekke'deydim. Gazeteci, Mekke'de ne yapar? Gazetecilik. Aylardan Ramazandı. Geçtiğimiz Ramazan ayı, polisler, açıkta sigara içerken gördükleri bir mühendisi kırbaçlıyorlardı. Mühendis, bayrama değin kırbaçlandı. Bu süre içinde, zorunlu oruç tuturuldu. İftarda, sahurda da kuru ekmekle, su verildi kendisine. Mühendis Müslüman olduğu için, bu kırbaç cezasına uğramıştı. Müslüman olmayanlar kırbaçlanmıyorlar, onlar hemen sınırdışı ediliyorlardı. Bizim mühendis de, bayramda sınırdışı edildi. Orada, binlerce Türk işçisi de vardı. Aralarında oruç tutanlar vardı, tutanlar yüzde 25 oranındaydı. Oruç tutmayanlar ise, iftarda, sahurda kendilerine verilen yiyecekleri saklıyorlar, sonra odalarına kapanıp kapıları kilitleyerek gündüz karınlarını doyuruyorlardı. Türk işverenler, işçilere Ramazan boyunca çayı, kahveyi kaldırmışlardı.
Namaz saatlerinde, işyerlerinin mağazların kapısında "şeriat polisleri" görünüyor, mağazanın camını tıklatıyorlardı. Onların gölgesini gören müşteriler kendilerini dışarı atıyorlardı.
Düş bu ya, oradan Libya'ya geçtim. Orada durum azıcık değişikti. Açıkta yememek koşuluyla, orada odasına kapanan kişi yemeğini yiyebiliyor oruç tutup tutmamakta özgür sayılabiliyordu.
Uyandım terlemişim...
Geçtiğimiz yıllarda Konya'da Ramazan'da açtığı için fırını yakılan vatandaşı düşündüm. Konya dönüşü, "Ankara Notları"nda vurgulamıştım. Bu bağnazlığı, yani taassubu. Bağnazlığın karşıtı, hoşgörü...
Hoşgörü, "laiklik" düşüncesinin temeli.
Mustafa Kemal Atatürk'ün, kaleme aldığı bağnazlığa karşı
düşüncelerini okudum bir daha. Şöyle diyordu Mustafa Kemal:
Şüphesiz, fikirlerin, itikatların başka başka olmasından şikayet etmemek lazımdır. Çünkü, bütün fikirler ve itikatlar bir noktada birleştiği takdirde, bu hareketsizlik alametidir. Ölüm işaretidir. Böyle bir hal elbette arzu edilmez. Bunun içindir ki, hakiki hürriyetçiler, taassupsuzluğun umumi bir haslet olmasını temenni ederler. Fakat, hatta, hüsnüniyetle dahi olsa, taassup hatalarına karşı, dikkatli olmaktan vazgeçmiyorlar. Çünkü, hüsnüniyetler, hiç bir zaman, hiç bir şeyi tamir edememişlerdir. İnsanların, ruhun selameti için yakıldıklarını biliyoruz. Herhalde bunu yapan ingizisyon papazları hüsnüniyetlerinden ve iyi iş yaptıklarından bahsederlerdi. Belki de, cidden bu söylediklerinde samimi idiler. Fakat bir hamakatı (beyinsizliği), yahut bir hiyaneti iyi bir iş kalıbına uydurmak güç değildir, en nihayet bu, bir isim değiştirmek meselesidir...
(Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk'ün el yazıları, "Taassupsuzluk" bölümü)
O yazısında, hoşgörü üstünde daha uzun durur Mustafa kemal, bir yerinde de şöyle der:
... Taasupsuzluk o kimsede vardır ki, vatandaşının veya herhangi bir insanın vicdani inanışlarına karşı hiçbir kin duymaz. Bilakis hürmet eder. Hiç olmazsa başkalarının kendininkine uymayan inanışlarını bilmemezlikten, duymamazlıktan gelir.
"...Taassupsuzluk (hoşgörü) budur." (Aynı yapıt, aynı bölüm) Birkaç sözcüğün öztürkçelerini, ayraç içine ben aldım.
İnsanlığın tarihi, hoşgörüye ulaşma tarihidir. Bütün yenilikler, ilerlemeler, değişmeler "hoşgörü" ile gerçekleştirilmiştir. Bağnazlık, kişileri, toplumları dondurur. Çağa ayak uydurmalarını engeller, giderek yıkılmalarına neden olur...
Kuşkusuz, yurdumuzda değişik inançta, değişik görüşte insanlar var, Mustafa Kemal, bunu çok iyi biliyordu. Hoşgörü ile yaklaşıldığı zaman, Türkiye'de çok sorunun kendiliğinden çözüme ulaşacağı kuşkusuz. "Gençlik" sorunu da, "Eğitim" sorunu da, bu yolla çözüme kavuşturulabilir. "Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür" kuşaklar yetiştirmek hoşgörülü insanlar yetiştirmek demek değil midir?