Önsöz Yerine

12 Mart’ı, Türk Haberler Ajansında karşıladım; 12 Eylül’ü Cumhuriyette.

Her zaman derim ya, 12 Mart bir provaydı; 12 Eylül fa­şizmin gerçeğiyle yüz yüze getirdi. Oyun, 12 Eylül'de oy­nanacaktı. 12 Martların başında, THA'da, işsiz kalışımın bir­çok öyküsü var; Ajans’ta fırtına gibiydik; basının tümüne kök söktürüyorduk. Gazeteler, haberlerimizi kullanmak, ya­yımlamak zorunda kalıyorlardı. Kaynaklarımız sağlıklı, sağ­lam...

Erim Kabinesi içinde ll'ler vardı. Attilâ Karaosmanoğlu'nun, Özer Derbil'in başı çektikleri "On bir" bakan. Attilâ'ya Karaosmanoğlu'nu da Özer'i de, Derbil'i de çok dürüst bulur, severdim. Attilâ Karaosmanoğlu, 1964’lerdeki yüksek plânlama Kurulundan tanır, güvenirdi. Kabinede başbakan yar­dımcısıydı.

Arkadaşım Erdoğan Örtülü Ajansta büro şefiydi; Mekdizıt (Metin Özyürek) Yönetimsel işlere bakardı. Mekdizıt, bir gün çağırdı; önemli bir haber vereceği belli gibiydi:

-    Bak, Ekmekçi, dedi, senin Ajans'ta çalışmandan hoşnut olmayanlar var; başta hükümetin içinde bir kanat.

Anlattı, Ajans Genel Yönetmeni Kadri Kayabal, baskılar al­tındaydı. Kadri Bey, bana şu öneride bulunuyordu:

-    Ekmekçi, bir süre büroda görünmesin; haber, yazı yaz­masın, evde otursun. Her ay gelip aylığını alsın! Bu günler ge­çecek, yine özgürce gazetecilik yapacağımız günler gelecek; o zaman büroya döner, yine haberlerini yazmaya başlar.

 

THA'nın yönetim kurulu toplanmış, benim çalıştırılmama karar vermiş. Kadri Bey de onlara:

-    Siz işi bana bırakın! demiş olmalı ki, bana anlatılan for­mülü bulmuş.

Ajansın asıl sahipleri, yönetim kurulunu oluşturan dört ga­zetedendi sanıyorum; Milliyet, Tercüman, Dünya vb. gibi. Tercüman'ın başında Kemal Ilıcak var; o beni her gördüğünde över, şöyle derdi:

-    Bizim gazeteye, Tercümana gel. Bordronun en üstüne adını yaz, istediğin para verilecektir. Fakat yazı yazma!

Güler, teşekkür ederdim. Belki de formülü, Kadri Kayabal’la ikisi bulmuşlardı, bilmiyoruz.

Ajans tan ayrılıp, eve gittim. Oturuyorum, okuyorum; ay sonunda gidip maaşımı alıyorum. İlk ay, bu çok hoşuma gitti. Çalışmadan para alıyorum! İkinci ay da aldım. Biraz sıkılmaya başlamıştım; ne demekti, çalışmadan para almak? Gazeteciler, Başbakan Nihat Erim’e soru soruyorlardı:

-     Ekmekçi neden çalışmıyor? filan diye.

Bir siyasal baskı sonucu, eve kapandığımı daha iyi an­lıyordum artık.

Söylentilere göre, o zamanki bakanlardan A.İ.G. Ajansa gelmiş, pazarlık yapmış; sormuş:

-     Ekmekçi, sizden kaç lira aylık alıyor?

-     Ayda bin lira!

-    Size ayda dört bin lira. Basın-yayın verecek. Ça­lıştırmayın onu! O, hükümet içinde bir kanadı tutuyor! Hü­kümet zor durumda.

İkinci ayın aylığını da aldım ama, sıkıntılıyım. Bir gazeteci çalışmadan yapabilir mi? Yetmiş beşinci gün Ajansa gittim.

-    Ben yapamayacağım! dedim. Ya beni göreve başlatın, ya işime son verin!

-    Yapma, etme... Şunun şurasında, bir şey kalmadı, de­dilerse de, ı-ıh!

Ayrıldım. Birikmiş tazminatım olarak, on bir bin lira ver­diler. Kadri Kayabal'dan da unutamayacağım bir güzel mektup; özeti şöyle:

"Hiçbir gazete, kuruluş benim gibi biriyle böyle ça­lışmamış. Ajansın elinde olmayan nedenlerle bu durum böyle olmuş. Gelecekte, güzel günlerde yine birlikte olma dileğiyle..."

İşsizliğin kucağına attım kendimi. Eşim Aldoğan Eylem'e gebeydi. 3 Mayıs 1971'de doğdu Fatma Eylem. İşsizliğin ku­cağına geldi çocuk. Kimi gazeteler, Eylem adını yazamadı, göbek adı Fatma'yı yazdı. Fatma anamın adı!

Bir süre işsiz kaldıktan sonra, Yankı Dergisinde haber yö­netmenliği yaptım. Ardından Yeni Ortam Ankara Temsilciliği, onunla birlikte gelen "Ankara Notları" yazıları;

Yıl 1972'ye vurmuştu; 30 Haziran 1972’de Kızım Defne Özlem, doğdu.

Gerçeği söylemeliyim: Yeni Ortam'da iyi gazetecilik, ya­zarlık yaptım; yazarların hemen tümü içerde, tutuklu, ya da gö­zaltında. Bir ben miyim dışarda? "Çaba-gayret-dayıya düştü" dedim; çalakalem giriştim. Yazılarla, 12 Mart sallanıyordu gibi! Baş düşmanım işkencelerdi; işkence görenlerin güven ka­pısıydı köşe. Gazetenin sahibi Kemal Bisalman, "Ne kadar sev­mediğim varsa, sen onlardan söz ediyorsun!" dedi.

12 Mart serüvenini burada keseyim; o provaydı; 12 Eylül'de ülkenin canına okundu!

12 Eylül gelir gelmez, -artık 1975'ten beri Cumhuriyet'teyim- gazeteye Genel Yayın Yönetmeni olan Haşan Cemal, Ankara Bürosunda bir toplantıda:

- Arkadaşlar, yazılarınız sansür edilecektir. Bunu bilin! de­mişti. İlerde anılarınızı yazdığınızda, gerekeni yazarsınız, so­rumluluk benim! (Haşan Cemal, şimdi "Sabah"ta.)

Kara kara düşünmeye başlamıştım. Sıkı denetimle (san­sürle) yazarlık nasıl bağdaşacaktı? Yazılar, çizgiliydi; Tan Oral, güzel çizgilerle, yazıyı değerlendiriyordu. İlk, çizgiler kal­dırıldı...

12 Martlardan, -satır arası- deneyimim vardı. Satır ara­sında istediklerimi, düşüncelerimi yazamaz mıydım? Olup bi­teni anlatamaz mıydım?

Barış Derneği yöneticilerinin duruşmasına gitmiştik. Nadir Nadi, Haşan Cemal de var; ben Hasan’ın arkasında iz­lenimler için notlar alıyordum. Haşan ikide bir arkaya dönüp:

-    Boşuna not alma, yazıyı koymam! diyor. Sonunda, "Tek tümce yazabilirsin!" dedi. Ne yapsam, otele gittim; kafamda, bir duruşma senaryosu çattım; yazının en sonuna da "dün Barış Derneği davasını izledim!" diye yazdım. Haşan yazıyı okuyana sormuş: "Barış Derneği nden söz ediyor mu?" diye. Okuyan: "Tek tümce yazmış!" yanıtını vermiş. Yazı öylece girmiş!

Bir gün, Cumhuriyetin sayfa düzenleyicisi arkadaşım Ali Acar (o da şimdi "Yeni Yüzyıt'da (!), şöyle demişti; Örende "Villâ Lâle"de dinlenirken:

-    Abi, Cumhuriyette herkesin yazısını bir kişi okur; Nadir Bey’in de, İlhan Abi’nin de yazılarını tek kişi okur; yalnız senin yazılarını beş kişi okur! Biri, okur, öbürüne verir, o da okur. "Sakıncalı" bir şey var mı diye. Bu kitapta "sanat" başlıklı bir yazı var: Kitabın başında göreceksiniz, okumakta olan:

-    Ben bu yazıda bir şey göremedim! demiş. Ne var bu ya­zıda?

-     Sonunu oku, sonunu oku!

Sonunu da okumuşlar ama, beş kişi yine de bir şey bu­lamamışlar, iyi mi?

Bunları, yakınmak için yazmıyorum; şimdi için için gü­lüyorum. Haşan yalnız bana değil, Nadir Nadi'ye de, İlhan Selçuk'a da sıkıdenetim "sansür" uygularmış. O, "Ben Cum­huriyeti kapattıran Genel Yayın Yönetmeni olmak istemiyorum!" demek isterdi. Ama, ilginçtir, şimdi Cum­huriyette değiller; ne Haşan ne Oktay Gönensin, ne öbürleri. Yalçın Doğan örnek denecek, bir sıkı denetimciydi. Ar­kadaşları "Hans" derlerdi, takılırlardı...

Cumhuriyeti, gözünü kırpmadan yazarak yaşatmak, bir boyun borcu değil midir?

12 Eylül’ün başı Kenan Bey, Haşan Cemal'le, Oktay Gönensin'e dert yanmış:

-    Ekmekçi bana neden "Kenan Bey!" diyor; Kenan Paşa demiyor! diye. Haşan telefon etti:

-     Kenan Bey, deme yav! Baba adam o!

Anladığım, biri görevlendirdi, "Kenan Bey”leri, "Kenan Evren" yapmak için. Kimi de gözden kaçıyor; kimi "Kenan Bey” kimi "Kenan Evren" diye çıkıyordu! İyi mi?

"Eylül Yazıları"nda, yer yer sıkıdenetimden yakamı kurtarmış, ya da kurtaramamış bölümleri okuyacaksınız. Bakalım nasıl bulacaksınız?

Sözü bağlarken, kitabın sonundaki 12 Eylül işkencelerine dikkatinizi çekmek istiyorum...

Yaptığı resme, kitabın kapağında yer vermemize izin vere Alime Mitap Yalçına teşekkür ediyorum.

Kitabın girişinde, İlhan Selçuk ile Server Tanilli'nin birer yazılarını bulacaksınız. Onlara da yürekten teşekkürler... Okuyanlara, dinleyenlere selâm olsun!

Mustafa Ekmekçi
Berlin
22 Ekim 1996