Bir çocuğun babası ölmüş, cenazenin kaldırıldığı günün gecesi helva yapılmış. Başsağlığına gelenlere sunulmuş. Çocuk, ertesi sabah ölüm helvasından birazını çantasına koyup okula götürmüş. Ders arasında yemeye başlamış. Onun helva yediğini gören arkadaşının da canı çekmiş, istemiş. Vermeyince, şöyle demiş:
-Eh sen verme bakalım. Benim babam ölünce de ben sana vermeyeceğim!
Son sıralarda bazıları, bakanlıklarda KİT'lerde kızağa çekilmiş danışmanları, yani "Müşavir"leri dillerine, kalemlerine doladılar. Daha çok sağcı basında, saldırılar. Danıştay'a saldırdıkları gibi saldırıyorlar. Bunu usturuplu da yapıyorlar...
Efendim, filan yerde 3200 kişilik müşavir kadrosu var!
Kişinin hani:
-Yooo, bu kadar da olmaz. Bunları ayıklamak efendim. Emekliye ayırmalı, diyeceği geliyor.
Arayıp, tarıyorsunuz 3200 değil, 250-300 dolaylarında danışman. Bir odaya sıkıştırılmış. Gözaltında gibi oturuyorlar.
İşin içyüzünü kurcalıyorum.
Yakın geçmişin partizan yönetimleri, ulusa milyonlara malolmuş insanları, sadece kendileri gibi düşünmedikleri için görevlerinden almış, "önemli olan müsteşarlık, genel müdürlük değil, paradır. Sana aynı parayı veriyorum, müşavir yaptım." demiş, kızağa çekmiş. Danıştay kararlarını da uygulamamış. Ya da müşavir, "sizlerle çalışmaktansa kızakta oturmak yeğdir" deyip, çekilmiş.
Haksızlığa uğramış insanları, 12 Eylül yönetimine gammazlamak istercesine, "efendim müşavir şu kadar. O da boş oturuyor." demek, bunun üstüne gazetelerde uyduruk yazılar döktürmek, olağanüstü yakışıksız bir davranıştır!
Günaydın'da Teoman Erel, aynı haksızlığa değiniyor. Cumartesi günkü yazısında şöyle diyor:
... Epeydir kızaktaydı. AP iktidarına ters geldiği için 1980 yılı başlarında müşavirliğe tayin edilmişti. O dönemdeki durumu şöyle anlatıyordu.
-Ben pis müşavirlerdendim. Gördükleri muameleye göre müşavirleri üç gruba ayırmıştık. İyi müşavir, has müşavir ve pis müşavir. İyi müşavir kendisine bir şeyler sorulan, fikri alınan müşavir.. Has müşavir daireye hiç uğramayan ve kendisiyle hiç uğraşılmayan, dışarıda bir işler çeviren rahat müşavir.
Bizler ise uğraşılan, rahatsız edilen fakat hiç fikri sorulmayan kişilerdik. Ne oda, ne masa verilmişti. Ama imza mecburiyeti konulmuştu. Ben eski bir genel müdürüm, bir yetkili ile en zorunlu konuda görüşme yapamıyordum. 12 Eylül'den sonra biraz değişiklik oldu, odalara birkaç masa yerleştirildi ve oturulacak yer sağlandı. Ama ayrılmak istiyorum artık. Şu anda emekli olursam, ileride yapılacak ikramiye artışından yararlanacağımı bilsem, bir gün beklemem...
Bunlar kıyım üstüne kıyıma uğratılmak istenmişler, örneğin
Ankara dışına alt görevlere verilmeleri, onurlarıyla oynanması gibi oyunlara bile başvurulmuş, ancak Danıştay'ın "yürütmeyi durdurma" kararı vereceği korkusu, zamanın yöneticilerini bir yerde durdurmuştu.
Ne hesaplıyorlardı, bu danışmanlara saldırırken biliyorum. Bunları 12 Eylül'cülerin gözünden düşürerek, onlara karşı son yıllarda oluşturulmuş olan partizan kadroları ayakta tutmak. Onların vazgeçilmezliğini vurgulamak sözümona. Şimdiki bakanlar arasında bile, bu çileyi çekmiş olanlar var...
Bugün danışman kadrolarına sıkıştırılmış, yansız uzmanlara görev verilebilir. Gerek yasa tasarılarının hazırlanmasında, gerekse oluşturulacak komisyonlarda kendilerinden yararlanılabilir. Yetişmiş insan o denli ucuz değildir hani...
Elbette, yine son yıllarda partizan amaçlarla, kendilerine "Müşavir" kadroları verilenler, eski işleri neyse, neredeyse oraya gönderilebilirler. İyi de olur hani...
Devlet kadroları "Yağma Hasan'ın böreği" değildir de ondan...
Gözaltında bulunan eski parlamenterlerden büyük bölümü, cumartesi sabahı evlerine döndüler. Dönenlerin evlerinde bayram vardı. Büroda sabah erken çalışıyordum. Haber verdi arkadaşım:
-Abi, Teoman Köprülüler arıyor!
-Aaaa, çıkmış mı? Hemen geliyorum...
-Teoman bey, nasıldı içerisi?
-Çok rahattık iyiydik, ama özgürlük başka tabii...
Babaları içeride kalanların çocukları üzgündüler kuşkusuz. Sıkıntıyı eşler çekmişlerdi, çekmezler mi?
Gözaltından çıkanlar, pazarı da evde geçirdiler zorunlu olarak. Pazar günü sayım vardı da...
Sayımları bir türlü, insanları eve kapamadan yapamadık daha. Dünyada başka, böyle insanları eve kapayarak sayan ülke var mı bilmiyorum. Ama, insanlarını saymayan ülke az değildir sanıyorum...
İnsanını saymak, ona saygıyı da anımsatır. Sözcük, saygı yerine de kullanılır...
-O beni saymadı, ben de onu saymadım., derler...
-Say beni, sayayım seni!
-Başkalarını saymayan sayılmaya layık değildir, derdi, Okul Müdürümüz Süleyman Acar...
Sayım günleri gelip, sayım başladı mı konuşmalar olur:
-Beş yılda bir bizi de adam yerine oyup,, sayıyorlar!
-Memur bey, onu saymayın, diye takılanlar olur.
-Neden?
-Çünkü o, her dönemin adamıdır. Bukalemun gibidir. Dümenlerine bakar...
-Sayım yönetmeliğinde onların sayılmayacağına ilişkin bir madde yok!
Sayım memuru, sayım için evin kapısını çaldığında kapıyı hanım açmış. Memur:
-Sayım için geldik. Bazı sorular soracağım. Kim cevap verecek?
-Ben cevap vereceğim., demiş kadın.
Memur, çeşitli sorular arasında:
-Ne iş yaparsınız? diye sormuş.
-Ev kadınıyım...
-Peki, evde başka kimse var mı?
-Var...
-Kim?
-Kocam...
-O ne iş yapar?
Kadın karşılık vermiş:
-O da ev erkeği...
13.10.1980