Ünye'de Gezi...

Anadolu'da ne güzel bir söz vardır:

-İte bineriz, göçten geri kalmayız! derler...

Göçmek, biraz da gezmektir. Toroslar'da, tek tavuğuyla, yay­laya çıkanlar bilirim. Tek tavukla, yaylaya* mı çıkılır? Kadıncağız, çıkmasın da ne yapsın? Yayla zamanı geldi mi, köyde kimse kalmaz ki... Yayla göçü, köyde kasabada bunalan insanları doğaya daha bir yaklaştırır. Yayladan köye dönen de­likanlılar şapkalarına yeni açmış çiğdem, koyun çiçekleri iliştirirler. Ayaklarında kocaman kundurularla, gelinler tozu dumana katarak yürürler. Onları gören yaşlı kadınlar takılırlar:

-Hest, kundura mest! derler. (Yani, çalımından geçilmiyor) demek..

Evlenecek delikanlılar, sevdikleri alamadıkları kızları, yayla yolunda kaçırırlar. Herkesin sesi güzeldir yayla yo­lunda. Türküler söylerler bağıra çağıra.

Seyit Dayım, azıcık saf mı neydi? Bekardı. Önüne gelen:

-Yahu Seyit, seni filan kızla evlendirelim. Kaçıralım kızı! derler. Dayım da buna kanardı.

Bir gün yaylada, bir erkek arkadaşlarına kadın giysileri giydirmişler. Süsleyip püslemişler, dayıma da gelmişler:

-Kız, hazır seni bekliyor. Bohçası da elinde! demişler.

Dayım, heyecandan tir-tir titriyormuş. Kız kılığındaki adamın yanına götürmüşler:

-Haydi demişler. Kaçır bunu. Ama, köye dek sırtından in­dirmeyeceksin!

-Olur, demiş Seyit Dayım...

Aldığı gibi sırtına, saatlerce köye dek sırtında taşımış..

Yayla yolunda götürürken de, bacaklarını sıkıştırmış!

Sonra, işi anlamış, çok bozulmuş ama, iş işten geçmiş..

Soğuk şakayı yapanlarsa, gülmekten kırılırlarmış..

Arkadaşım Vedat Banoğlu:

-Ekmekçi, Çarşamba'ya gelir misin? Orada, fabrikanın açılışını yapacağız. Çarşamba'dan Ünye'ye geçeceğiz. Orada Çamlık'ta piknik yapacağız! deyince, sordum:

-Kimler var?

-Teoman Erel geliyor. Özden Alpdağ, Rafet Genç, Esen Ünür, Yılmaz Gümüşbaş, Varlık Özmenek... Bütün arkadaşlar.

Fabrika, kurbağa bacağı, salyangoz işleyip konserve olarak yurt dışına satacakmış..

-Kurbağa bacağı da yiyecek miyiz?

-Tabii?

-Çetin Altan'ı da çağırsak!

-İyi olur..

Aradık Çetin Altan'ı. Paris'teymiş. Bulamadık..

Her kurbağanın bacağı yenmezmiş. Hele, yeşil kurbağaların hiç. Gri kurbağalar çok lezzetliymiş. Kurbağayı suda yaşar bi­lirdim. Suya, bizler gibi girer çıkarmış. Sürekli suda kalsa, kendi sidiğinden zehirlenir ölürmüş..

-Bir günlüğüne de olsa, Ankara'dan kopmuş olursun! dedi arkadaşım. En güçlü gerekçe belki de buydu.

Arada bir de olsa, bir-iki günlüğüne çıkmak gerek Ankara havasından..

Prof. Türkkaya Ataöv, Güneydoğu Asya'da Srilanka'ya gidip döndü. Diyor ki,

-Srilanka'da, yere sopayı çaksan yeşerir. Büyük ağaç olur. Her yanda yeşillik. Fakat, Srilanka'da, her vatandaşın beş ağaç dikme zorunluluğu var. Beş ağaç diktiğini saptayamayan, ce­zalandırılıyor...

Bizde, zaman zaman bir ağaçlandırma seferberliği usa gelir, sonra unutulur gider. Oysa ne güzel bir şeydir ağaç. Kemal Kur- daş önemsemeseydi, ODTÜ koruluğu olmazdı.

Öğretmen, coğrafya dersinde öğrenciye sormuş:

-Yurdumuzun bitki örtüsünü söyle? Öğrenci karşılık ver­miş:

-Çalı, çırpı efendim!

Mustafa Kemal, yorgunluğunu gidermek için Ankarada Balgat yakınındaki "Söğütözü"ne dinlenmeye gidermiş. Hasan Rıza Soyak, anılarında Atatürk'ün ağaç sevgisine, uzun uzun değinir. Bir yerde şöyle der:

Ağaçları çok severdi, değerli yazarımız Falih Rıfkı Atay'ın bir eserinde dediği gibi:

Tabiat aşıkı idi... Yurdunun çöl boşluğundan ızdırap duyardı. Ankara'daki Orman Çiftliği'ni yoz topraktan ormanlık haline soktu... Ağaçların dikilişini, tu­tuşunu, büyüyüşünü adım adım kolladı. Akköprü tarafında çiftliğe giden yolun etrafındaki boş topraklar yemişlik oldu.. Bir gün bu yemişlikten geçerken birden bire şoförüne "dur" dedi. Arabasından inerek orada bulunanlara burada bir iğde ağacı vardı. Ne oldu? diye sordu. Kimse iğde ağacını bil­miyordu. Atatürk'ün biraz önceki neşesi kalmamıştı: Çünkü çiftliğin ilk çorak günlerinin yeşillik hatırası sökülüp atılmıştı...

Çankaya’daki yaverlik dairesi dar gelmeye başlamıştı, keyfiyeti kendisine arzettim, binanın ihtiyaca yetecek kadar genişletilmesini muvafık (uygun) gördü.

Yazın biz İstanbul'da iken tevsi (genişletme) işine başlandı ve bir iki ay içinde tamamlandı. Bu arada yapılan ilaveye yer açmak için büyücek bir ağaç da kesilmişti.

İstanbul'dan dönüşümüzde binanın yeni halini görmek is­tedi. Köşkten beraberce oraya doğru yürüyorduk, bina görünür görünmez durdu ve büyük bir heyecanla sordu:

-Şu yanda bir ağaç vardı ne oldu?

 Ben ve yanımızdaki arkadaşlar önümüze baktık. Cevap ve­remedik... Çok kederlenmişti, birkaç saniye olduğu yerde kaldı:  

-Yazık, çok yazık... Yahu, bu iş ağaca dokunulmadan yapılamaz mıydı sanki? Bana söyleseydiniz çaresini bulurdum, dedi ve geri döndü, binaya girmeye tahammülü kalmamıştır...