Saat...

Kol saatim on dakika geri kalıyordu. Sürekli geri kaldığı için, kafamdan on dakika öne alıyor, pek sıkıntı çekmiyordum. Radyoda haberler 19'da mı, 18.50'de açıyordum radyoyu. Za­man zaman ayarlıyordum ı-ıhh, boşuna. Birkaç saat geçmeden yine on dakika geride...

Bir gün saatim iyice bozuldu. Bozulmadı, camı, akrebi, yel­kovanı düştü. Sanıyorum, bir dolmuşta düştü. Dolmuş kapısını içerden açıp, çıkmak isterken. Dolmuş kapıları bir alem. Kapıyı hızlı çekmeyi, yavaş çekmeyi söylemiyorum, zaten o ko­nuda oldukça dikkatliyim. Ne hızlı, ne yavaş çekiyorum. Ayakuçlarına basarak yürür gibi. Sessiz, ılımlı...

Bazen şoförler:

-    Korkma abi, hızlı çek...derler.

Birisi, öyle hızlı kapadı da kapıyı, ne çektiğini bir o bir de ben biliyorum. Şoför başladı söylenmeye:

-    Yavaş kardeşim, yavaş. Hiç kapı görmedin mi yav?

Adam, yanımda oturuyor. Sustu. Şoför durmadı:

-    Niye hızlı çektin?

Yine........ , Yanıt yok.

-     Verdiğin on lira ....

Şoför neredeyse kovacak adamı arabadan...

Bazı dolmuşların kapı kollarına bir de zincir bağlamışlar. Müşteriler kapıyı açmak için bastırıp da kırmasınlar diye!

Sağ elle, kapı kolunu çevirip, kapıyı açıp kendini dışarı at­mak da zor oluyor. Sol elimle kapı kolunu çevirdim, kapıyı açtım. Attım kendimi dışarı. Kapıyı da yine yavaşça, ka­padım...

Eve geldim. Saate bir bakayım dedim, saatin ne camı var, ne yelkovanı, ne akrebi... ne olacak şimdi?

Ertesi günü, sabah erkenden saatçiye gittim, onarmaya...

-     Olur abi, siz bırakın, yarın akşamüstü alın...

Sevindim. Ertesi günü, hazır değildi. Ulus'tan cam ge­tirecekmiş... Akrebi, yelkovanı takılmıştı ama. Bir gün sonra gittim, hazırdı. Alırken:

-     Saatim on dakika geri kalıyor, onu da bir ayarlasanız...

Saati yeniden açtı, oku +'ya doğru oynattı.

-     Tamam abi, buyurun...

-     Çok teşekkür ederim. Borcum ne kadar?

-     Yüz lira ver, yeter.

Aman ne iyi. Akrep, yelkovan takılmış. Saniye ibresi de kırmızı...

Saat otomatik dedikleri türden. Kurmadan, çalışıyor.

Emin Karakuş'un cenaze törenine gideceğiz. Arada bir sa­ate bakıyorum. Bir ara baktım durmuş. Salladım kolumu, çalışmaya başladı. İçime de bir kurt düştü. Galiba, akrep, yel­kovan, saniyeden biri, birine takılıyor. Haydi, yine saatçiye:

-    Şimdi iki saat geri kalmaya başladı bizimki, hem de du­ruyor, sallayınca çalışmaya başlıyor...

. Saatçi, saate uzun uzun baktı:

-    Abi, bu bende birkaç gün kalsın, kendi kolumda taşıyacağım. Anlayacağım nerede olduğunu bozukluğun...

 

Saatçiye bırakıp saati yeniden, Emin Karakuş'un ce­nazesine gittik.

Emin Karakuş'un Maltepe Camii'ndeki cenaze törenine, çok değişik yapıda, değişik görüşte eski politikacılar, gazeteciler, memurlar gelmişti. Emin Karakuş'un yürek saati çalışsaydı şöyle mi derdi:

-    Yav Mustafa, filan adam ne arıyor benim cenazemde?

-   Cenazeye gelenlerin oluşturdukları topluluk tam bir mo­zaik! dedi bir arkadaşım...

Kendimi, bir cenaze töreninde değil de, bir kokteyl'de  sanıyordum. Bir farkı, yüzler üzüntülüydü. Karakuş'un eşi, bir taşın üzerinde, kadınların arasında oturuyordu...

"İşte Ankara" adında bir kitap yayınlamıştı. 40 yıl ga­zetecilik, dile kolay. Çok şeyler görmüş, yaşamıştı. Kulislerde, daha çok Tan gazetesiyle ilgili anılarını anlatırdı. "İşte An­kara" kitabında da var. Bir anısı şöyle:

İkinci Dünya Savaşı yılları, günlerden bir gün, Emin Ka­rakuş Trakya'da askeri manevralar yapılacağını öğrenir, ama yazmaya bir türlü cesaret edemez. Telefonla, o zamanki Ge­nelkurmay İkinci Başkanı Asım Gündüz'ü arar. Duyduğu ha­beri doğrulatmak istemektedir. Telefona Genelkurmay İkinci Başkanı çıkar... Şöyle anlatıyor gerisini Emin Karakuş:

... Asım Paşa tekrar sordu:

-    Senin adın ne idi?

-    Emin Karakuş

-    Hangi gazeteden?

-    Tan gazetesinden..

-   Bak Emin Karakuş senin çalıştığın gazetenin adını buraya not ettim. Bu manevra haberi hangi gazetede yayınlanırsa so­rumlusu sen olacaksın

dedi ve telefonu yüzüme kapattı.

Asım Paşa ile bu konuşmam hiç de iyi olmamıştı. "Nereden telefonu açarak bunu sordum?" diye kendi kendimi yiyordum.

Öğleden sonra Meclise gittim. Bütün arkadaşlar oradaydı. Ken­dilerine Asım Paşa ile konuşmamı anlattım. "Aman" dedim, "yazmaya kalkmayın yoksa mahvoldum." Arkadaşlar gülüyor, "bizi atlatmaya kalkmanın sonucu budur" diye bana takılıyorlardı..."

Cenaze töreninden döndük. Yolda Baki'nin dizelerini mırıldanıyordum:

Kadrini seng-i musallada bilip ey Baki / durup el bağlayalar karşına yaran saf saf.

İsviçre'de yayınlanan "Neue Zürlcher Zoltunge gazetesi vardı bir arkadaşımın elinde. 18 Eylül günüydü. Arkadaşım, gazetedeki haberi çevirdi. Haber "Halkta rahatlama" başlığıyla verilmiş. "Terörden yılan halk, askerlerin gelişini olumlu karşılamıştı. Türkiye'de 18 Eylül günlü gazetede, evren Paşa'nın basın toplantısında çekilmiş bir fotoğrafı da vardı.. Arkadaşım şöyle dedi:

-Neue Zuricher Zeltune, çok olağanüstü olaylarda birinci sayfada resim kullanır. Gazete liberal eğitimli. Fakat her ha­beri verir. Eski bir gazete. Geçen yıl 200’üncü kuruluş yılını kutladı.

Arkadaşım ekledi:

- Gazete, 1980 devriminden bir hafta kadar sonra bir haber-yorum yayınlamıştı. Özetle şöyle diyordu:"Türk demokrasisi eski bir saate benziyor. Zaman zaman, eski saatler gibi du­ruyor. Bu saati çalıştırmak için arada bir sarsmak, sallamak gerekiyor. Bu işi de Türk ordusu yapıyor. Ama, demokrasi sa­ati çok nazik bir saat olduğu için, sarsarken çok dikkatli ol­mak gerekir. Yoksa işlemez..."