Anılar...

Ayşe teyzeme sormuştum:

-Teyze, babam annemi nasıl kaçırmıştı?...

-Bir kış gecesiydi. Zemherinin ayazı. Ben gelin olmuştum. Evde annen, Zeliha teyzen, bir de anam var. babamız çoktan ölmüş. Baban, daha birkaç yakım geliyorlar köye. Bekliyorlar soğukta, herkesin yatmasını... anan, "gitmeyeceğim..." diye çırpınıyor.. Sabahleyin gördük: kapıyı tutan parmaklarının izi buz olmuş, donmuştu...

Ağabeyimden sordum, o da bir bölümünü anlattı:

-Daha kaçırmaya girişmeden dışarıda konuşmuşlar, aman, demişler, bir yanlışlık yapmayalım. İki kız var, biri küçüğü onu kaçırmayacağız. Mehmet sen, iyice yokla, küçük olanı değil, ele geleni kap. Sakın yanlışlık yapma, rezil oluruz..

Kaçırırken evi de ateşe vermişler mi?.. Sözde, ev yanınca korkacaklar da, arkalarından gelmeyecekler. Gelecek kimleri var?

Anamın köyü, babamın köyüne yürüyerek üç-dört saat çeker. Gecenin bir yarısı, omuzunda kız, koşuyorlar. Yolu da şaşırıp, tarlaların arasındaki buz gibi su dolu havuza düşüyorlar mı?... Anam-babam sırılsıklam... biri:

-Mehmet, böyle köye giremeyiz. Şu köydeki akrabalara-gi­delim. Kızın üstünü, başını değiştirsinler. Akşamı bek­leyelim.. köyümüze öyle gideriz.

-Olur... diyor babam. O köydeki yakınlarına uğrayıp, ıslanan çamaşırlarını kurutuyorlar. Akşama değin bekleyip, köylerine öyle yola çıkıyorlar...

Köyde de hemen herkes, kaçırılan kızı beklemekte. O gözleri ağlamaktan kızarmış. Bir odaya koymuşlar, ağlasın ba­kalım:

Babamda da bir merak. "Şu kaçırdığımız kızı, yakından bir göreyim hele..." diyerekten, kapının anahtar deliğine gözünü uydurmuş, uyduracak, dedemin sesi:

-Mehmet, çekil bakayım oradan. Yoluna doğru git!..

Bir utanmış, bir utanmış...

O zamanın yasalarındanmış, yetim, yoksul bir kızı alan gen­cin askerliği ertelenirmiş. Dünya savaşını, belki bu yasadan ya­rarlanarak atlatmış, ama ardından Kurtuluş Savaşı yetişmiş. Haydi bakalım, doğru cepheye..

Savaş yıllarında çok yoksulluk çekmişler. Ekmek yapacak un yokmuş evde. Anamdan dinledim, yoksulluk yıllarını. Cum­huriyetken sonra doğdum. Yokluk, yoksulluk çekmedik.

Bunları ne diye anlattım? Teoman Erel, 15 Nisan 1981 günlü "Milliyet"te, dedemin amcası "Firenk Mistafendi"yi yazdı ya, bari anamı babamı kendim yazayım diye düşündüm!. Firenk Mustafa Efendi, 1930-1950 yılları arasında olacak, İngiltere'ye gidip orada 12 yıl kalmış. Okumayı, yazmayı seven ozan bir kişi. Mezar taşlarına "kitabe" yani, "mezar taşı yazıları" yazıyor. Oldukça güç bir iş. Yazacağınız dörtlükte, ölçüye, uyağa (vezne, kafiyeye) titizlik göstereceksiniz. Ayrıca, son di­zede ölüm gününü tam düşüreceksiniz. Köyde mezar taşına ne yazacaksınız? O da kalkar, İstanbul'a gider. Orada, mezar taşlarına şiirler yazarak yaşamını kazanır. Sonra ver elini Londra. O yıllar, dışarıya Eskişehir taşları gönderilmiş. Belki, onlarla gitti bilmiyorum. Dönüşünde, köyde adı: "Firenk Mustafendi" dir. Oruç tutmaz, namaz kılmaz ama, sonra bütün kılmadığı 12 yılı kaza eder... Konya'ya gider. Medrese'de ders­ler verir. Kitaplar yazar. Kitaplarını, Mustafa adında bir ar­kadaşına bırakır ölmeden. Kitapların, Konya kitaplığında ol­duğu söylenir. Araştırmak-gerek...

Öldüğünde, Mevlana'nın yakınına gömerler Firenk Mustafendi'yi.

Teoman Erel, "Bugün ise Avrupa'da otuz yıl evvel tasavvur edemeyeceğimiz sayıda "Firenk Mustafendi" var der..."

25.4.1981