Anamın öğüdü...

Keçecizade İzzet Molla dizelerinde şöyle demiş:

"Meşhurdur ki fısk ile olmaz cihan harap -Eyler anı mudahane-i aliman harap"

Anam da sık sık şöyle öğüt verirdi:

-Aman oğlum, arkanda da gözün olsun!

Bu söz, yalnız anamın değil, yüzyıllardır süzülüp gelmiş Anadolu insanının deneyiydi.

Ne demekti insanın arkasında da gözü olması; önünü görürken arkasını da görmesi? Bir türlü anlayamazdık güler «geçerdik. Sonra sonra anladım...

Seha Meray "Su Başlarını Devlet Tutmuş" yapıtında şöyle der:

İmparatorlarla papaların güçlerini birbirlerine kabul et­tirme çekişmesi çağlarında, Canossa Şatosu’na kanlar içinde yalınayak yürüyüp, papanın buyurma gücü altına giren Alman İmparatorunu anlatır tarihler. O günlerden kalma bir "Canossa Yürüyüşü" sözü vardır, (.onul istet ki "özerk" üniver­sitelerimizin rektörleri üniversite tarihimize, "Rektörlerin Canossa'ya gidişine kat ilanlar" olarak geçmesinler dav­ranışlarıyla.

Yirmi yıldır, toplumdan, halktan soyutlanıp kalmış, önemli katarlar karşısında susmuş üniversite, iyice sustu..

1963 64 yıllarıydı. Bir grup gazeteci bir dernekte İngilizce kurslarına gidiyorduk. Kimler vardı bu kurslarda? Orhan Duru, Ecvet Güreşin, Zeki Sözer, Teoman Erel, daha birçok arkadaş...

Gazetecilere uygun bir saat seçilmişti. Para da alınmıyordu. Hem çalışıyor, hem kurslara gidiyorduk. Ders bittiğinde, merdivenlerde ufak tefek bir Amerikalı bayan, yak­laşır Türkiye nin siyasi durumu ile ilgili sorular sorardı. Amaç, İngilizceyi ilerletmek değil mi? Yanıtlardı gazeteciler soruları. Değişik görüşler ortaya çıkar tartışılırdı ayaküstü. Gazetecilerin söyledikleri de ne? "Seçimleri kim kazanır?" "Hangi parti gelişiyor?" filan..

Bu ufak tefek, biraz da yaşlıca Amerikalı hanım, CIA'danmış; olabilir!

Akşamları toplanıp bilgi değerlendirmesi yaparlarmış. Ga­zetecilerin söylediklerinden, verdikleri yanıtlardan ne çıkabilir? Bildiklerini, düşündüklerini zaten gazetelerine yazmıyorlar mı? diye düşündüm. Amerikalı ufak tefek bayanın CİA ajanı olduğunu öğrendiğim zaman. Öğrendiğimde o çoktan Ankara'dan ayrılmıştı...

-Nereye gitti? diye sordum.

-Varşova'ya atandı; dediler, Polonya'ya...

Polonya'da olaylar oldukça nedense bu yaşlıca, ufak tefek

kadın gelir usuma. "Kadın parmağı" desem, olmaz. Düş gibi film gibi bir şey işte... Anlattığım düş, dün akşam gördüğüm düş değil, on yedi yıl öncesinin bir düşü, bir masalı...

Anamın öğüdü geliveriyor usuma:

-Aman oğlum, arkanda da gözün olsun!

Dış politika yazarlarının yazdıklarını, yorumlarını oku­yorum, hemen hiçbiri, bu onyedi yıllık masala değinmiyor ne­dense. Biraz da kolayına kaçıyorlar gibi geliyor.

Derken, gazetelerde bir haber düşündürdü durdu: Po­lonya'nın Washington Büyükelçisi ile New York Konsolos Yardımcısı ABD'ye sığınmışlardı; neden acaba?

Süper devletlerin savaşımı, bugünden değil yılların olayı. Olayları değerlendirenlerin arkalarında da gözleri olmalı, bil­mem yanlış mı?

***

Batan bankerler olayı herkesin başını elleri arasına alıp ka­ra kara düşüneceği olaylardan biriydi.

Birçok yuva söndü sönecek. Vaktiyle:

-Aman canım, batarsa batsın. Kumar oynamış, kumarda yi­tirmiş sayarım; diyenler bile acı acı düşünmekteler...

-Kabahat, bankere para yatıranın değil, diyordu bazıları. Vatandaşa sahip çıkılması gerekirdi "paralarını kaptırmasaydı" demek yetmez.

Tutuklu bir arkadaşım bir yıldır yatıyordu. Geçen du­ruşmada, salıverilmeyi bekliyordu. Yargıç, iki ay rapor aldı. Mide kanaması geçirmişti. Bankere para yatırmış, banker batmıştı. Bir bakanın akrabaları da bankere para yatırdıkları için sızlanıyorlardı.

26.12.1981