Sofra...

"Mustafa Kemal'in Gazeteciliği"nden sonra, O'nun "Sof­ra"sını yazmayı düşünüyordum. Onun sofrası, aydınların, ga­zetecilerin, yazarların, sanatçıların nabzını elinde tuttuğu yer. Onun için bir alan, Sofrada, karşıda kara tahta var. Çok kişi, o kara tahtada sınav verdi. Kara tahtayı görüp sınav verenler arasında, halen yaşayanlar var. Onları bulup konuşmalı yüzüncü yılda. Kara tahta, şu anda Türk Tarih Kurumu'nda.

Türkiye'deki ilgisizliğe karşılık, yabancılar ilgilendiler Atatürk'ün sofrasıyla. Amerika'da Columbia Üniversitesinde, bir profesör, Mustafa Kemal'in sofrasını incelemesi için bir asistanını görevlendirdi. Asistan, Ankara'da bilgi toplayıp döndü.

Falih Rıfkı Atay'ın "Çankaya'sında, Atatürk'ün sof­rasından anılar vardır.

3 kasım 1939 günü "Belleten"in 258'inci sayfasında, "Es­kişehir Saylavı ve T.T.K. Üyesi" Prof. Yusuf Ziya Özer, yazısının bir yerinde sofra ile ilgili, şöyle der:

... O'nun hareket ve heyecan dolu hayatının tek zevki akşam sofrası idi. Akşam sofrasında hoşlandığı veya iltifat et­mek istediği beş-on arkadaşı etrafına toplamak, onlarla ko­nuşmak, hasbıhal etmek ve böylece tatlı bir gece geçirmek, bi­ricik eğlencesi idi. Onlarla geçmiş şeylerden bahseder, vak'alar nakleyler, sırasına getirerek hoş hikayeler söyler, maceralar anlatır, tatlı tatlı konuşurdu. Bu onun için bir zevk idi. Bazen sofrada bulunanların liyakat derecesini ölçmek is­ter. Her birine bir mevzu verir, o mevzu üzerine söz söyletir, nutuk irat ettirir, böylece onları hissettirmeden imtihandan geçirir, değerlerini tayin ederdi. Bu sofra gecelerinden bi­rinde bir hasbıhal esnasında vecde gelerek: "Benim gözümde hiçbir şey yoktur, ben yalnız liyakat aşıkıyım

demişti.

Yine gece sofralarından birinde totaliter devlet şeflerinden birinin parlamenla (parlamento ile) münasebetinden bah­sediliyordu. Bahsin sonunda biraz düşündükten sonra: "Ben ne yaptım, onlar ne yaptılar?" dedi ve sustu, "Başka bir mütalaa dermeyan etmedi..."

Yine "Belleten"de, 385'inci sayfada o zaman Türk Tarih Ku­rumu Genel Sekreteri olan Prof. Muzaffer Göker, Atatürk'ün sofralarına değinir. Ondan da bir bölümü dilini özleştirmeden olduğu gibi, aktarmak istiyorum:

... Halkın sözden ziyade esere inandığına kanidi. Küçük bir misal: Dört sene evvel Atatürk, İstanbul'da ciddi bir rahatsızlık geçirdi, pinomiden korkuluyordu. Hastalığı iyiliğe yüz çevirdiği günlerde uzun bir zamandan beri sokağa çıkmadığını görenlerin duyduğu endişeyi yatıştırmak, dedikoduya son ver­mek için zihni vaziyetlerin hakkında matbuata bir tebliğ ve­rilmesi muvafık olacağını söylediler. Cevapları şu oldu: Bu yolda bir tebliğ sizin arzu ettiğiniz maksadı temin edemez; hatta bir çokları bizim ağır hasta olduğumuzu zanneder, iki gün daha bekleyin. Otomobille bir gezinti yaparız, herkes bizi görür; en iyi tebliğ budur.

İki üç gün sonra da Park Otel'e kadar kısa bir gezinti yaptılar, matbuatta resimler ile bundan bahsedildi. Ayrıca bir muamele ifasına hacet kalmadı. Bu havadisi okuyan veya du­yanların içi rahat etti. Dedikodu bitti...

***

Mustafa Kemal'in sofrasının bir içki sofrası olduğunu sa­nanlar yanılırlar. İçki sofrasında kara tahta mı olur? Sofra, bir söyleşi ve bilimsel çalışmaların sürdüğü yerdir. İçki de içilir, içilmez mi? Ama o, çalışmasına bunu dünyada karıştırmaz. 20 kasım 1916 günü Bitlis'te anılarına şunları yazar.

... Hacı Musa Bey'in biraderi Nuh Bey kendi tayını getirdi. Hediye etmek istedi., kabul etmedim.

Süvari Yüzbaşısı Selim Sabit Bey Siirt'ten geldi. Refet Paşa kendisini İstanbul'a götürecek diye sürüklemiş.. Akşam ye­mekte Fıkra kumandanı Fuat (Bulca) bey de bulundu.

Sıhhatin muhafazası için, bilhassa dimağını revnakı (partaklığı) için alkol almamalı.. (Şükrü Tezer, "Atatürk'ün Hatıra Defteri" Sayfa:73-74).

İnönü'nün ölüm yıldönümünde geçen yıl anılarını anlatan, İnönü'nün doktoru Prof. Dr. Zafer Paykoç, yazısının bir ye­rinde şöyle der:

"... En güç bırakabildiği şeyin sigara olduğunu sık sık ye­nilerdi. Bir gün aramızda bu nedenle sert bir konuşma oldu. Bir aralık sigaraya yeniden başladığını ve günde 2-4 tane içtiğini öğrendim. Sigaranın zararı hakkında tekrar uyardım, rica ettim. Belki de suçüstü yakalanmanın etkisiyle kızar gibi göründü, "Canım sigaraya karışmaya hakkın yok. İşte birkaç tane içiyorum. Bana eziyet etmeyiniz" dedi.

Bir an şaşırdım. Kendisinden böyle bir karşılık bek­lemiyordum. Cesaretimi toplayarak "Sigara size çok zararlıdır paşam, fakat can sizin, nasıl isterseniz öyle yapınız. Ama lütfen kendinize başka bir doktor bulmalısınız" dedim. Her­halde bu karşılığı da o beklemiyordu. Israr etmedi, sigarasını söndürdü." "Peki içmem, aslında sert doktoru dinlemekten başka ne yapabilirim" dedi ve Atatürk'le ilgili şu hikayeyi an­lattı:

Ölümünden bir yıl kadar önce Atatürk, hastalığı hakkında Paşa’ya içini dökmüş. Çok üzüntülüymüş. Hastalığının içki ne­deniyle gelişen bir karaciğer rahatsızlığı olduğunu öğrendiğini ve akıbetini bildiğini söylemiş ve eklemiş: "Beni en çok üzen şey, bugüne kadar doktorlarımdan hiçbirinin gerçek durumunu anlatıp, içkiyi mutlaka bırakmam gerektiğini söylememiş olmasıdır. Yoksa hiç tereddüt etmeden bırakırdım..."

Paşa, bu hikayeyle, hem gönlümü almış oluyor, hem de dav­ranışımı anlayışla karşılıyordu... (Milliyet, 20 Aralık 1960)

20.4.1981