Hoca'nın Sakalı

Hoca, hafiften şekerleme yaptığı sırada, sakalının üzerinden bir fare geçmiş. Hoca, kalkıp hemen sakalı kesmiş. Hoca’nın karısı:

-Hoca, bir fare geçti diye sakal kesilir mi? demiş. Sakalını yıkardın, olur biterdi...

-Yoo, demiş Hoca, yol olur...

Yurt dışındaki Türk diplomatlarına, Ermeni çetecilerinin silahlı saldırıları yinelendikçe, Hoca'nın sakalı gelir usuma...

Bazı temel öğeler var ki, onların iyi bilinmesi gerek, bir kez ödün verildi mi, çorap söküğü gidiyor arkası. Ne oluyor? Fransız polisi, ya da Amerikan polisi, yakaladım, yakalıyorum derken, aradan geçen zamanla çok şey unutulup gidiyor...

İlk Amerika’da "Ermeni Anıtları" dikilmeye başlandığında, Amerika'ya gebe iktidarlar gereken tepkiyi göstermediler.

-Canım, kiliseye dikilen anıttan ne olacak? Kim görecek? Kiliseye gidenler görecek... Deyip geçtiler.

Arkasından Türk elçileri öldürülmeye başlandı. Olaylar, kınamayla geçiştirildi. Ne mi yapılabilirdi? Güngörmüş bir dip­lomatımız bu konuda şöyle dedi:

-Türkiye'de biz nasıl terörist hareketleri yapanların peşinde koşarak önlemeye çalışıyorsak, bunların kökenine, önlemler almaya gidemiyorsak, yurtdışında elçilerimizin öldürülmesi olayını da batı, öy4e görüyor. Bu konuda geçmiş ik­tidarlar, yeterli titizliği gösteremediler.

1973 yılında, Marsiyla’da bir kilisenin avlusuna dikilen anıtı protesto eden Paris Büyükelçimiz Haşan Esat Işık, derhal

Türkiye'ye dönmüş, bir daha da gitmemişti. Türk Hükümeti olayın üstüne gidecek yerde, Masan Esat Işık'ın yerine Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri İsmail Erez'i elçi olarak gönderdi. Kulislerde şöyle söyleniyordu:

-Canım, Haşan Esat Bey de çok duygusal davranıyor. O ka­dar da olmaz ki...

Herkes "Atatürkçü politika" izlenmesini ister de, "Atatürk olsaydı, bu olay karşısında nasıl davranırdı?" diye düşüneni az olur...

Örneğin, Amerika'da, Fransa'da Ermeni anıtları di­kildiğinde ne yapardı? Bunu kavramak, o titizliği göstermek Atatürk'ün bağımsızlık politikasını anlamak demekti.

Tepki gösterilemeyince, olaylar ardı ardına çorap söküğü gibi gidiyor. Oysa, zamanın iktidarları da uyarıldı, uyarılmadı değil...

-Aman, Sam Amca'yla aramızı açmayalım. Batı'yla aramız bozulmasın., diye düşünenler, bugünlerin olaylarını ya­ratmışlardır denebilir...

Batı'yla aramızı açmayalım, derken Almanya vize koydu. Aman ne yapıyorsunuz? demeye kalmadı. Fransa'da Ermeni çetecileri, Selçuk Bakkalbaşı'ya saldırdılar. Yaralı olarak kur­tuldu bereket derken, Fransızlar da vize koymazlar mı?

Bundan bir süre önceydi. Dış politika konusu tartışılırken, Selahattin Özgür, çok ince, çok güzel bir biçimde İran'daki Amerikalı "Rehineler" konusuyla söze girmiş, özetle şöyle de­mişti:

-İran’daki rehineler için dünyada bu kadar kıyamet ko­parılıyor. Bu, iyi bir şey. Fakat bizim diplomatlarımız öldürülüyor, buna sessiz kalınıyor. İnsanları rehin tutmak, özgürlüklerini kısıtlamak kötü bir şeydir, ama insanların canını almak herhalde çok daha kötü bir şeydir. Onun için, bu konuda dünyada kamuoyu yaratmak gerekir. Uluslararası ku­ruluşlar, siyasal kuruluşlar göreve çağrılmak, diplomatlarımız güvence altına alınmalıdır. "Elçiye zeval olmaz" sözü, yalnı/ özgürlüğü kısıtlanmaz demek değil, canı da korunur anlamına gelir. Evet özgürlükler kutsaldır, fakat can ondan az kutsat değildir. Bu konuda dünyadaki kuruluşları, Türk elçilerinin, diplomatlarının can güvenliğini korumaya çağırmak da Türkiye'ye düşer...

-Ermeni kadar, Türk’e yakın başka bir insan yoktur. Onlar, bizimle, birleşmişler, bütünleşmişlerdir yıllarca. Ermeni Türk'e tahammül edemez diye bir şey olmamıştır. Ancak kışkırtmalar, dış etkenler taa 40 yıl sonra, çetecileri körüklemiştir. Dikkat edilirse, onuncu yıl, yirminci yıl, otu­zuncu yıl diye bir şey olmuyor da, kırkıncı yıl ileri sürülüyor...

1963 yılında, kısa bir süre için Amerika'ya gitmiştim bir sendikacı grubuyla. Bir gün kahvede, birkaç Türk arkadaşla söyleşiyorduk. Yanımızda esmerce bir adam, kulak kesilmiş bi­zi dinliyordu. Bir ara şöyle dedi:

-Sizin konuşmalarınızı dinliyorum. Bunda bir sakınca var mı?

İngilizce konuşuyordu. Biz arkadaşlarla Türkçe söyleşiyorduk.

-Tabii, hiç bir sakınca yok... dedim.

Biz, konuşuyor, kahkahalar atıyor, tartışıyor, vakit geçiriyorduk.

Türkçeyi bilmeyen, ancak bizi dinleyen kişinin önce gözleri buğulandı. Sonra gözyaşlarını tutamayarak ağlamaya başladı. Şöyle dedi:

-Kusura bakmayın. Konuştuğunuz sözcükler, annemin ba­bamın konuştukları sözcüklerdi. Anımsıyorum, onlar da böyle konuşuyorlardı. Onlar şimdi öldüler. Ben Türkçe bilmiyorum, ama siz konuşurken müzik dinler gibi kendimden geçiyorum. Sizlerle karşılaştığım için mutluyum. Size çok teşekkür ede­rim..

Sonra, kalktı. Yürüdü gitti!..

Fransa'da Türk işçiler, Ermeni bakkallardan alışveriş ederler. Onlara oralarda en yakın kişi, anadillerini ko­nuşandır...

Paris'te, Selçuk Bakkalbaşı bir akşam evine yemeğe götürmüştü. Ev, elçiliğe oldukça uzak bir yerde. Güzel, man­zarası hoş, fakat ıssız bir yer gibi geldi. Arabayı bir yere par- kettik. İndiğimizde ürpermiştim.

-Yahu, buralar çok tenha, bir kötülük yapmasınlar!

-Tesadüfen yaşıyoruz... dedi.

Orada kurcaladım. Fransız hükümeti, Ermeni çetelerinin cinayet girişimleri üstüne neden kökten önlemlerle gi­demiyordu? Öğrendim sonra, iş gelip gelip oy'a dayanıyordu. Fransız politikacıları, Ermeni seçmenleri küstürmek is­temiyorlardı. Amerika'da da öyleydi.

29.9.1980