Gök Fişekleri...

İsmet Paşa'nın, şimdi avlusu parsellenip beton yığınlarıyla kapanan "Pembe Köşk"ünü, biraz çıkınca solda iki eski Ankara bağevi görünür. Buradan geçerken, nedense gözüm bu evlerden

birine takılır kalır. Bir eski köşk gibi durur ev. Bu evde bir süre, Şevket Süreyya Aydemir oturmuş kirada. Arkadaşı Nazım'a, bu evde yemek vermiş. İsmet Paşa'nın köşkünü geçtikleri sıra, Nazım ikide bir ardına bakarmış. Çok kuşkuluymuş bakışları, Şevket Süreyya'ya:

-Beni takip ediyorlar. Şükrü Kaya takip ettiriyor! dermiş..

Şevket Süreyya, Cumhuriyet'in ilk yıllarında İstiklal Mahkemesi'nde 10 yıl hapis cezasına çarptırılır. 1.5 yıl Afyon ce­zaevinde yattıktan sonra, Cumhuriyet’in üçüncü yıldönümü olan 1926 yılının 29 Ekiminde aftan yararlanarak cezaevinden çıkar. Şevket Süreyya, cezaevleri için şöyle der "Suyu Arayan Adam”da:

Memleketin ve toplumun nabzı, biraz da cezaevlerinde atar. Bu atıştan dinlemeyi ve değerlendirmeyi bilen, aydın in­san içindir ki, cezaevi bir üniversite olabilir. Eğer bu görüş doğruysa?...

Şu yargılar da Şevket Süreyya'nın:

Hüküm gecelerinden önce biz, kendimize döneriz. İç ale­mimizde karşılaştığımız benliğimiz, artık, bildiğimiz, daha doğrusu zannettiğimiz benliğimiz değildir. Bu bildiğimiz veya zannettiğimiz benliğimiz, bir eğreti giysi gibi, üstümüzden sıyrılır. Ama, eğer bu imtihandan, muzaffer çıkabilirsek, top­lum içinde fonksiyonumuz, devam edecek demektir..

Afyon cezaevinde kendi kendisiyle hesaplaşır:

Nihayet, fazla yorulup da uyumaya karar verdiğim zaman, yatmadan önce karanlık avluya çıkardım. Yüksek dört duvarın üstünde, dört köşe bir gök parçası görünürdü. Bazen yıldızlı, bazen karanlık ve esrarlı. Yalnız avlunun ortasındaki şadırvandan, gecenin sessizliğine taze bir su şırıltısının tatlı sesi hiç durmadan dağılırdı. Zaman geçtikçe bu gecelere öyle alışmıştım ki, bir duvarın dibinde gözlerimi kapayıp da kendi düşüncelerime dalınca kendimi bir teknenin çilehanesinde ru­hunu işleyen bir derviş gibi hissederdim. Bu çileye ne kadar muhtaçtım. Kanunlar ve cezalarla değil, kendi ölçülerimle ken­dim hesaplaşmam lazımdı. Her geçen gün içimde bir şeylerin boşaldığını ve içime bir şeylerin dolduğunu duyuyordum...

Cezaevinden çıkışını da şöyle anlatır, kocaköylü Şevket Süreyya:

Fakat bir akşamın ilk saatlerinde Ankara'dan gelen bir emirle hayatımın akışı değişti. Bir Cumhuriyet Bayramı yıldönümüydü (1926). Şehirde atılan hava fişeklerinin kan dilleri cezaevi avlusundan görülen gökyüzü parçasında parlıyordu. Bunların gökte açtığı izleri takip ediyordum. Yer­den atılan ve kale duvarının üstünden belirdikten sonra bu fişeklerin bazıları, kıvrıla kıvrıla varacağı yüksekliğe varıyor ve hiç bir iz bırakmadan sönüyor, kayboluyordu. Vardıkları yerlerde sönmeyen ve izi kaybolmayan fişeklerden ise, renk renk kandiller saçılıyordu. Gök aydınlanıyordu. Sonra salkım salkım yere kıvrılan bu kandillerden yeni yeni ışık yıldızları doğuyordu.

O sırada müdür odasına istendim. Halbuki bu saat cezaevinin ölü saatiydi. Müdürün odasında Cumhuriyet Savcısı, bana İstiklal Mahkemesinden aldığı bir telgrafı gösterdi. Hükümetin, bazı mahkumların cezasını, kaldırdığını ve benim de artık ser­best bulunduğumu bildirdi.

Böyle bir karar beklemiyordum. İlk tevkif edildiğim günün üzerinden bir buçuk yıl geçmişti. Ceza hükmünün ta­mamlanmasına, daha sekiz buçuk yıl vardı. Savcının güler yüzle ve iyi dileklerle bildirdiği haberi sükûnetle dinledim. Aşırı heyecanlara karşı ruhumda artık bir tıkanıklık var gibiydi. Ha­ber, kapılar kapalı olmakla beraber bütün koğuşlarda süratle duyuldu. Fakat Savcıya göre, benim derhal çıkmam lazım ge­liyordu. Onlarla vedalaşmayı ertesi güne bıraktım.

Otellerden birinde bana bir oda tutulmuştu. O gece için ora­ya yerleştim. Şehir hakikaten hareket içindeydi.. İlk işim, kendimi kalabalığın başıboş akıntısına bırakmak oldu. Evvela havai fişeklerin atıldığı yere sürüklendim. Küçük bir parkın içinde birtakım belediye çavuşlarıyla, onlara katılan de­likanlılar, bunları ard arda ateşliyorlardı. Duyduk ki yerde kaynaşan afacan mahalle çocukları, bunların etraflarında bir halka çevirmişlerdi. Her fişek evvela bir direğe çakılan bir yu­vaya geçiyordu. Sonra fitile ateş verilince bir kıvılcım sağnağı yeri yalıyordu. Daha sonra fişeğin harekete geldiği, yükseldiği görülüyordu. Vardıkları yüksekliklerde kandillerini saçan fişekler olduğu gibi, havalanan, fakat açılamayan, hatta ateşlendiği yerde sönüp de takıldığı halkadan çıkarılan ve bir kenara atılan fişekler de vardı. Küçük parkın kenarında bir sıraya oturup bunları seyrederken bana, bu fişeklerin ta­lihiyle insanların kaderi arasında bir benzerlik var gibi gel­di...

Zaman zaman cezaevlerinden mektuplar gelir. Bunlar, ce­zaevlerinde yaşam koşullarıyla ilgilidir. Bunları okuyunca, Şevket Süreyya'nın gök fişekleri gelir usuma, toplumun bir ke­siti olan gençler gelir, üniversiteler gelir.

5.12.1981