Acı, Ama Gerçek...

"Köy Enstitüleri Vakfı” ile ilgili yazılar, ilgi çekici bilgiler de getirdi. Verem Savaş bacısı (hemşiresi) Feriha Pertan'ın (87) verdiği bilgiye göre son yazıda adı geçen İçişleri Bakanı Hilmi Uran veremmiş (ince sayrılık).

Feriha Pertan, Hilmi Uran'ı tedavi ettiklerini bildiriyor. Hilmi Uran, 1934'te, İsviçre'ye sanatoryuma da gönderilmiş. Sayrıevinin başsağını (başhekimi) Neşet Naci Arzan'mış. Dışişleri Bakanı Numan Menemencioğlu da veremmiş. Ona da bakmışlar. Menemencioğlu'nun göğüs kafesinin bir bölümü gümüştenmiş. Feriha Hanım'da çok bilgi var. Nazlı Ilıcak da elinde doğmuş, ebesiymiş!

Hasan Âli Yücel, Feriha Hanım için şiir yazmış...

***

Düzce'den yazan Köy Enstitülü Muhsin Civelek, Köy Enstitülerinden sağlıkçı olarak çıkmış. Mektubunun üstüne "Acı, ama gerçek" diye yazmış. Şöyle diyor mektubunda Muhsin Civelek:

Sayın Ekmekçi,

Uzun bir süredir Köy Enstitüleri, eğitimi, okuyanları ile 'Köy Enstitüleri Vakfı' hakkında okuyucularınızı bilgilendiriyorsunuz. Düşünebilenlerin düşüncelerini ne güzel duyuruyorsunuz. O kalem tutan ellerin saçtığı aydınlıklar çoğalsın. Uzun yıllar dilerim hiç sönmesin.

Köy Enstitülerinden söz edilirken bu kuruluşlarda emeği geçenlerle, yok etmek isteyenleri eleştiri kapsamına aldığınız zaman görüntülerin, yılların etkisiyle buğulu kalmışken, şimdi ayrıntılara girildikçe, netleştiği anlaşılmaktadır. Aktörleri, olmaları gereken yerlere daha rahat ve bilinçli bir şekilde oturtabiliyorsunuz. Bu kuruluşların kalkınmadaki itici gücü ile ilgili yargıyı tarih verecek. Ancak, bizim gibi küçük tanıklar da, bütünün parçalarını ustalar verirlerse mozaiğin tamamlanmasına herhalde yardımcı olabilirler kanısındayım.

Bu arada, Reşat Şemsettin Sirer hakkında çok şey söylendi, çok şey yazıldı. Daha da yazılacak. Ama, ben size bugün Kazım Karabekir'in yapmış olduğu Hasanoğlan gezisini, o günlerde, acı gülüşle konuşulan, trajediyi anlatmak istiyorum. Kazım Karabekir, Meclis Başkanı'dır. Çevresinde bulunan tutucu milletvekilleri tarafından sürekli olarak Köy Enstitüleri yerilmektedir. İnanılması güç, saymakla tükenmez hezeyanlar durmadan işlenir:

- Paşam, bu öğrenciler yemek yerken, öğretmen yemekhaneye gelir, yüksek sesle: 'Çocuklar yarasın!' diye seslenir. O arada da yemekhanede devamlı gâvur müziği çalar. Bu, bizim örf ve âdetlerimize uyar mı? Afiyet olsun!' niye demiyorlar?

- Paşam! Hasanoğlan Köy Enstitüsü idare binasının yapısı 'Haç' şeklinde. Çocuklara Hıristiyanlık ruhu aşılanıyor! gibi, bir sürü ipe sapa gelmez suçlamalarla Paşa'yı (Karabekir'i) dolduruyorlar.

- Gidelim! der Paşa Hazretleri, bir de kendi gözlerimizle görelim!

Karar oluşur. Kalabalık bir grupla geldiği Hasanoğlan tren istasyonunda törenle karşılanır. O zaman, şimdiki halini bilmiyorum, tren yolu çukurdaydı. Trenden inenler, az eğimli bir yokuştan çıkıp düz bir yolla kuzeye doğru yönelir, Hasanoğlan'a gelirdi. Yokuşu çıktıktan sonra, geriye dönüp baktığınızda, çukurda tren ve güneye doğru geniş bir ova görürdünüz. İşte, eğitimin bitiş noktasında Yüksek Köy Enstitüsü öğrencilerinden biri tarafından (adını unuttum) yapılmış, yüzü ovaya dönük, bir elinde ekin kabı, öbür eliyle ekin eken üç metre boyunda bir köylü yonutu (heykeli) vardı...

Trenden inen Paşa Hazretleri durur. Trenin çevresinde ve yokuşta, yokuşun üstünde biriken kalabalığı, her birinin üzerinde dura dura, en ince ayrıntıyı kaçırmadan, sert bir ifadeyle inceler. O arada, kalabalığın üstünde gözüken yonutu görür. Daha dikkatli bakmaya başlar. Birlikte geldiği milletvekilleri niye dikkatli baktığını görürler, hemen yetişerek Paşa'nın yardımına koşarlar.

- Paşam, görüyorsunuz adam Türkiye'ye komünistliği saçıyor! Ağır ağır, düşüne düşüne yokuş çıkılır. Yonuta bakmadan:

- Yıkın bu heykeli, yok edin! emrini verir.

Evet. Öğrenciler, 'Bravo, aferin!' gibi iltifat beklerken, tam tersi bir tutumla karşılaşmışlardır. Artık ışıkların kararmak üzere olduğunu herkesin yüzünden okumak olanaklıdır.

Devam edelim: Paşa ile konuklar, 'Yönetim' binasındaki müdürün odasında toplanırlar. Kahveler içildikten sonra Paşa, Müdür Bey'den okulun planını ister. Hemen buyruk yerine getirilir. Planlar, masaların üzerine serilir. Başlar, planlara eğilmiş, dakikalarca araştırma sürer de sürer. Müdür Bey:

- Efendim, yardımcı olabilir miyim? diye sorduğunda, gülsün mü ağlasın mı anlayamaz. Titizlikle yapılan araştırmanın amacı, binanın konumunun 'Haç'a benzeyip benzemediğidir.

O gece konuklar onuruna bir eğlence oluşturulur. Eğlence okula ait amfitiyatroda yapılacaktır. Ama binadan amfitiyatroya giden yola antik bir hava verilmiş, yolun iki kenarına Hitit, Roma, Bizans, Osmanlı ve Cumhuriyet çocuğunu simgeleyen insan yonutları dikilmiş. Onların arasından tiyatroya gidiyorsunuz. Paşa tiyatroya gelinceye kadar, yonutlara bir zarar gelmesin diye herkesin bütün beceri ve bilgilerini ortaya dökmeleri görmeye değerdi doğrusu.

Gece piyesler, ortaoyunları, halkoyunları ve arada şiirlerle sürüp giderken Paşa, gecenin yöneticisi Hidayet Gülen'i çağırır:

- Ne biçim şiir bunlar? Yok, 'Buğday ektim, arpa ekmeği yedim', yok bilmem ne? Yok mu Moskof'a ait şiir yazan şairiniz, buna dair şiiriniz?.. diye çıkışır.

Bunun üzerine, biraz sonra, ilk arada '... Kin katran kazanına batsın Baltacı' dizesiyle süren şiiri dinleyen Paşamızın keyfi yerine gelir, koltuğuna şöyle bir yaslanır.

İşte, o günler için, Köy Enstitülerinin yok olmaktan az bir zararla o şiir sayesinde kurtulmuş olduğu kanısı bende daima vardır. En derin saygılarımı sunarım.

28 Temmuz 1994