Önsöz

Karanlığa Işık Tutan Adam: EKMEKÇİ

1957 ortalarında askerliğimi bitirip Ankara bölgesine İlköğretim Müfettişi olarak atanmıştım. Ekmekçiyi o günlerde tanıdım. Esenboğa Havaalanı'nda uçakların indirilip kaldırılmasıyla ilgili Kule'de çalışıyor, Ulus Gazetesinde arada bir kısa yazılar yazıyordu. Çok candan, insan seven, halk seven bir arkadaştı. Cumhuriyetin, devrimlerin, Köy Enstitülerinin yanında bir arkadaştı. Kısa sürede kaynaştık...

Henüz bekardı. Sanırım Cebeci'de bir otelde kalıyordu. Biz de Cebeci'de oturuyorduk. Sık olmasa da uğrardı. Bizim çocukların biricik amcalarıydı. Bir süre sonra gazeteciliğe başladı. Eve her uğrayışında sıkıştırırdı. "Sen de bana uğra, yerimi biliyorsun, Gençlik Parkı'nın karşısında” derdi. Yerini biliyordum gerçekten. Mavi başlıklı Yeni İstanbul gazetesinin Ankara bürosunda çalışıyordu. Orası, benim en çok gelip geçtiğim bir yerdi. O yıllarda Ankara ilçelerinden gelen otobüs ve dolmuşlar hepten Hergelen Meydanı'na gelir, öğleden sonraları da yine oradan dönerlerdi. Ben de ilçelere, köylere o arabalarla gider dönerdim. Yani, istesem Ekmekçi'ye her gün değilse bile haftada bir uğrayabilirdim.

Uğrayabilirdim amma, amması vardı işte...

Beni çalıştıkları yere çağıran birçok arkadaşıma, "Gelirsem sana zararım dokunur, uygun ortamlarda, görüşürüz" demekteydim. Çekinmemin nedenleri vardı: Bir gün, bir vatandaş olarak odasına girdiğim Ortaöğretim Genel Müdürü İbrahim Cengiz, hiç konuşmadan makamını terkedip gitmişti. Tam üç saat orada inat edip beklediğim için, aracı koyup çıkmamı istemişti. Yardımcısı Nejat Yüzbaşıoğlu'ydu aracı. Bizim Aksaraylıydı. "Hemşerim, çekiniyor senin yarımda görünmekten..." diyordu Yüzbaşıoğlu. İlköğretim Genel Müdür Yardımcısı Cemil Gür de, sanki İbrahim Cengiz'le anlaşmış gibi aynı yöntemle odasını terketmiş, iki saat oturmama karşın uğramamıştı. Hatta olaydan aylarca sonra Cemil'e yolda rastladığımda, kendisine zarar vermemek için uzağından geçmek istedim. O ise adımla çağırdı ve görüşmek istedi. O zaman:

"Düştün mü yoksa?'' dedim.

"Ne bildin?'' dedi.

''Benden çekinmediğinden!"

Bu yüzden, sağolsunlar, beni çağıran birçok arkadaşa, "Emekli olduğunda görüşürüz." ya da "Oradan atıldığında görüşürüz.'' diyordum. Çalıştığı Başbakanlığa beni her rastlayışımızda çağıran can insan Muzaffer Uyguner'e ve İş Bankası'nda çalışan Ümit Yaşar Oğuzcan'a da böyle söylediğimi anımsıyorum...

Ekmekçi'nin çalıştığı binanın önünden neredeyse üç güne bir gelip geçiyordum. Bir gün canımı dişime takıp

Yeni İstanbul Bürosuna çıktım. Ekmekçi oradaydı. Merhabalaştık; yanındaki arkadaşlarla görüştük. Hepsi on beş dakika ya sürdü ya sürmedi. Otobüse yetişmeliydim...

Aradan yirmi üç yıl geçtikten sonra Ekmekçi'nin bir yazısı çıktı Cumhuriyetle. Almanya'daydım ve yazıyı bir rastlantı sonucu görüp okumuştum. Bu yazıda küçük bir anısını anlatıyordu. Bunca yıl bana bu konudan hiç söz etmemişti. Yazıyı okuyunca, arkadaşlarımın çağrılarına uymamakta ne kadar haklı olduğumu anladım. Şimdi tam kırk yıl sonra Ekmekçi'den özür diliyorum. İşte 14 Mart 1982 tarihli Cumhuriyetle yazdığı anısı:

"İlk yazımın yayınlandığı gazete 'Ilgıri gazetesiydi. Otuz yılı aştı. Sonra,, askere gidene dek 'Öğüt' gazetesinde yazdım. Öğüt Konya'da çıkardı. 1957'lerde, Ulus'ta 'Yurt Köşelerinden’ başlığıyla yayımlanan gözlemler, Ankara basınma adım atmamı sağladı. Ulus'un Genel Yaym Müdürü İhsan Ada, Yazıişleri Müdürü Nihat Subaşı, postayla yolladığım yazıları yayımlarlardı. Muhabirlikle ilk 'Yeni İstanbul'da yüz yüze geldim. Gazeteciliğin özünün haber toplama, yazma olduğunu gördüm orada. Çok sürmedi, bir ay içinde kovuldum!

Bir gün büroya Mahmut Makal gelmişti. Gazetenin İdare Müdürlerinden biri de o sırada İstanbul'dan gelmişti. İdare Müdürünü ilk kez görüyordum. Makal gidince, sordu:

'Kim bu?'

'Mahmut Makal...'

'Kimegeliyor, o burada?'

Bir terslik olduğunu sezmiştim...

'Burada herkesin arkadaşıdır. Hepimiz tanırız, Bizim Köy yazarını...' diyerek, soruyu savmak istedim ama olmadı. İstanbul'a gider gitmez, işime son verdirdi. Bir aylık muhabirlik kursağımda kalmıştı .

Sanıyorum, gazetenin kadrosunda bile değildim. Yıl 1958 mi, 59 mu ne? Ama, fırtına gibi geçen bir aylık muhabirlik dönemimi unutmadım. Basın kartı için doldurduğumuz kağıtlara yıllarca, çalıştığım gazeteler arasında 'Yeni İstanbul' adını da yazdım..."

BÖYLE İVECENLİK GÖRMEDİM

Son yıllarda telefonlaşmadığımız gün sayısı azdır. Çoğunlukla da o açardı. Benim kolay kolay ulaşamayacağım kulis haberlerini verir, ertesi gün çıkacak yazısını özetler, gazetenin durumunu konuşurduk. Falanca konuda bilgi ya da belgeleri nereden bulabileceğini, bende kaynak olup olmadığını sorardı. Bu daha çok eğitim ve Köy Enstitüleri konusunda olurdu. Aradıklarını da genellikle bulur, yaratırdık. Çevresindeki birçok arkadaşla da böyleydi...

Günlerden bir gün, 23 Eylül 1996'da telefon etti yine:

"Bugün seninle acele görüşmek istiyorum."

"Hay hay."

"Bir isteğim var; yeni kitabıma bir sunuş yazacaksın?" "Kitabın adı ne?"

"Öksüz Yamalığı - Köy Enstitüleri... "

"Kitap hazır mı?"

"Kitap hazır ve sunuşu bugün istiyorum..."

Uzatmayalım, Ankara'nın merkezindeki bir yayınevinde buluştuk öğleden sonra. Köy Enstitüleriyle ilgili yazılarının fotokopisini aldırmış. Önüme sürdü dosyayı. "Hemen şimdi istiyorum, saat 19.00'da dosyayla birlikte İstanbul'a yollayacağım Çağdaş Yayınları'na." diyordu. Şaşırdım. Saat 15.30'du. Dosyayı şöyle bir karıştırdım, daha önce Cumhuriyet'te çıkan yazılarıydı. "Yarın versem olmaz mı?" dedim. "Mümkün değil, biraz sonra alıp gideceğim!" dedi. El yazısıyla seyrek satır bir şeyler karaladım. Yedi sayfaydı. Okumaya kalksam ben bile okuyamazdım bu sayfaları. Saat de 18.30 olmuştu. Yine rica ettim çay içerken, "Bunu gece dinlendirelim, ben yarın sabah yazı makinesiyle temize çekeyim." diye. "Zaten el yazımı okuyamazsınız." diyerek direndim. O ise, bir kere okumama bile fırsat vermeden, karalamayı aldığı gibi gitti 19.00'a çeyrek kala.

Geç vakit telefon etti: Gerçekten, saat 19.00'da dosyayla birlikte sunuşu da yollamış. "Sunuş'u temize çektim." diyordu. Yine şaşırdım. Ne zaman temize çekti, ne zaman yolladı! Yazımı okuyabildi mi? Bu kadar ivmesi, eskilerin "hissi kablel vuku” dedikleri duyguyla mı ilgiliydi? Aramızdan çabuk ayrılacağını sezinlemesinden miydi?

Bu ivedi yazılmış, dinlendirilip düzenlenmeden yayınlanmış "Sunuş" i çin hep üzülürüm. Ekmekçi'yi ve yapıtını anlatmaya çalıştığım bu "Sunuş "u, yazılıştan ve dizilişten gelen yanlışlarını düzelterek aşağıya alıyorum. Ereğimiz Ekmekçi'yi anlamak ve anlatmaksa, işte onu anlatıyorum:

Ocak - 2009
Mahmut MAKAL
Birinci basıma önsöz

KOYU KARANLIĞA IŞIK

''Öksüz Yamalığı" incecikten değil de iricikten, el içi büyüklüğünde yağan kar için kullanılan bir deyim. Öksüz giysisinde yırtık ve delik büyük olduğuna göre o deliği kapatacak yamalığın da büyük olması gerektiği sezdiriliyor. Yani, Köy Enstitülerinin tam bizim yoksul toplumun, öksüz toplumun eğitim kurumlan olduğu anımsatılıyor...

Köy Enstitülerinin kapatılmasından sonra halkın üstüne, ölü toprağı gibi, kafasının içine öksüz yamalığı örneği koyu karanlığın yağmasını, toplumun, bırakın ortaçağı, ilkçağa doğru yol almasını, üzülerek, kıvranarak izliyoruz.

Köy Enstitüleri gerçeğini ve kapanışlarından sonra toplumun üstüne çöken karanlığın ölçüsünü de Ekmekçi'nin bu kitabında bütün ayrıntılarıyla görüyoruz.

Ekmekçi, Köy Enstitülüden daha Enstitülü bir yazarımızdır. Köy Enstitüleri konusunda en çok yazı yazan yazarımız da odur. Tonguç örneği bir halk adamıdır. Eğitim ve Köy Enstitüleriyle ilgili olarak Köy Enstitülüler de herkes gibi hep onu ararlar. Mektuplar, yazılar, telefonlar yağar ona. Gazetedeki odası arı kovanı gibi işler. Bildiğim kadarıyla bu insan seli bir başka yazara akamaz... Hepsini kabul eder. Orada değilse, gelenlerin odasına alınmasını söyler sekreterlere. Onlarla eşsiz alçakgönüllülüğü ile ilgilenir. Hepsinin sorununu çözmeye çalışır. Yazı getirenlerin yazılarını gazetenin mutfağına ulaştırır. Çaylarını kahvelerini de eksik etmez. Yazıları da, bu yüzden, ona ulaşanların sorunlarıyla, ürettikleri düşüncelerle doludur.

Köy Enstitülerinde, bilindiği gibi öğretmen adaylarına verilecek bilgi, genel ve geçer eğitsel esaslara dayandırılmıştır. Meslek dersleri, iş okulu denen ve pratik bilgi ilkesi güden yeni okulun yöntemlerini egemen kılacak biçimde ayarlanmıştır. Öğretmen adayları, köy yaşamını her yönüyle ilgilendirebilecek koşullar içinde yetişmişlerdir. Öğrenciler, tarım ve sanayi ile ilgili bütün işlere, teorik ve pratik bakımdan egemen olabilecek duruma getirilmişlerdir... Enstitülerin her biri, üç ilin köy çocuklarını alabilecek bir düzenlemeyle kurulmuşlardır. Kuruluşları, bölgeler ve iller arasında eğitimi eşit olarak gerçekleştirmek ereğine dönüktü. Savaş yılları içinde olmamıza karşın, Türkiye'de eğitim sorunlarının çözümü için çağcıl anlamda büyük görev yapmışlardır. Öğrenciler, iş içinde, yaparken öğrendikleri, öğrenirken ürettikleri için, geçimlerini de sağlamışlardır. Devlet bütçesine de yük olmamışlardır. Genel kültüre erişme ve okuma alışkanlığı alma yönünden öğrenciler iyi yetişmişlerdir.

Kısaca, Köy Enstitüleri uygulaması, eğitim yoluyla köyü canlandırmak, toplumu etkilemek ereğine dönüktü. Buradan yetişenler,         "İnsanoğlunun           erdeminin          ve yaratıcılığının elleriyle beyni arasında kurabileceği uyumla doğru orantılı olduğu...'' gerçeğine uygun olarak yetişmişlerdir. Zaten bu eğitimin asıl ereği, halk kaynağını harekete geçirmek, üstündeki karanlığı kendisinin atmasını sağlamaktı. Halk çocuklarının bu anlamda eğitilmesi gerekiyordu...

Daha sonra karatahta, ders kitabı, not defteri üçlüsüyle yapılan ezberci eğitimin içine düştü halk çocukları. Bunu beğenmezken, onu bile arar duruma geldik... Çünkü artık eğitim işleri çağdışı, karanlık uygulamaların içinde kaldı...

Kitapta göreceğiniz gibi, tek parti döneminde Bakan Reşat Şemsettin Sirer, çok parti döneminde Bakan Tevfik İleri Köy Enstitüleri karşıtlığında birleşmişlerdir.

Kitabı izlerken Sirer'in şu sözlerine rastlıyoruz:

"Okusunlar da gelip bizi öldürsünler mi?"

"Köy çocuklarına sıçmayı öğretmeden okumayı öğrettiler..."

"Bindiğim eşeğin akıllı olmasını istemem ben..."

Enstitüleri kapatan Bakan Tevfik İleri'nin Enstitülere övgülerini de kitap boyunca izleyeceksiniz...

Köy Enstitülerinin kuruluş öyküsünü ve dayandığı ilkeleri, kapatılış öykülerini de kapatan kişilerle, belgelerle bulacaksınız kitapta...

Köy Enstitülerindeki demokratik eğitimin havasıyla öğrencilerin okuma ve düşünme ortamını da... "Enstitüleri Yıkma Kurulu"nun Hasanoğlan'a gidişleri,

Köy Enstitüleri üstüne yazılmış kitaplarda bulamayacağınız bu konudaki birçok önemli ayrıntı, bu kitapta Ekmekçi'nin sıcak ve yalın anlatımıyla karşınıza çıkacaktır...

Domuz etinin proteinsiz toplumumuza gerekliliği konusunda, Ruhi Su ve Yılmaz Güney gibi sanatçıların çektiklerinin enine-boyuna irdelenmesinde olduğu gibi...

Kıyılan Köy Enstitüsü öğretmenlerinin, Enstitü çıkışlı öğretmenlerin çektiği acılar ve eğitim tarihimiz için önemli, ilginç malzeme de kitapta dolu... Ekmekçi'nin bu kitabına "Köy Enstitüleri Ansiklopedisi'' de diyebiliriz.

Dahası, "Köy Enstitülerine solculuk sızdı" diye yapılan yaygaralar ve bu konudaki araştırma raporları, Tonguç'u sevindiren ve üzen olaylar... Tonguç sevincinden, H.Â. Yücel kahrından nasıl öldüler? Köy Enstitüleri örselenirken seyreden İnönü kendini nasıl savundu? Köy Enstitülerine saldıran Kemal Tahir ve Yalçın Küçük gibi emekçiyi, köylüyü adamdan saymayan "solcu "ar yanıtlarını nasıl aldılar? Bütün bunları da bu kitapta bulacaksınız.

Ekmekçi'ye eline sağlık diyor, Türkiye'nin eğitim kaldıracı olan Köy Enstitüleri konusundaki emekleri için teşekkür ediyor ve kendisini candan kutluyorum...

Ankara, 23 Eylül 1996
Mahmut Makal