Sivriltiyorsun, Külah Oluyor...

Vedat Türkali anlatmıştı; olay bir süre önce yitirdiğimiz, arkadaşlarının "İso" diye çağırdıkları, İsmail Hakkı Güngör'ün başından geçmiş. İsmail Hakkı Güngör, Gençlik ve Spor Bakanlığı eski müsteşarlarından. İso, bir gün yoksul bir kadına, Amerikalıların yanında bir iş bulur. Amerikalılar, kadın sabah işe geldiğinde:

-      Kızım, şuraya elbiselerini çıkar, derler. Banyoya sokarlar. Kadın banyodan sonra, giyinir, çalışmaya başlar.

Bu, her sabah böyle sürer. On beş, yirmi gün sonra kadın işten çıkar. İso, buna çok üzülür:

-      Niye çıktın kızım, der, ne güzel bir iş bulmuştuk sana? Parası da iyiydi... Kadın karşılık verir:

-      Abi, künde hamam, künde hamam dayanamıyorum!

Fıkrayı dinleyen Emil Galip:

-      Yazık! dedi, kadının derileri soyulmuştur birader...

Amerikalılar da hani, işten çıkarken değil de, işe başlarken banyoya sokmuşlar; kendilerini düşünmüşler, yani...

Bu çatık kaşlı toplumda, birazcık olsun

gülümsetebilmek için fıkralarla başlıyorum "Ankara Notları'na. Bir başka fıkra:

Bir kadın, çocuğunu külahçının yanına vermiş, külah yapmayı öğrensin diye. Çocuk, birkaç gün gidip gelmiş, üçüncü günü de ayrılmış. Anası sormuş:

-      Niye geldin oğlum?

-    Öğrendim ana, demiş çocuk. Didiyorlar yün oluyor, tepiyorlar keçe oluyor, sivriltiyorlar külah oluyor!

Arkadan külahçı gelmiş, kadına:

-    Oğlun işe gelmiyor, demiş.

-    Öğrenmiş, demiş kadın. Didiyorsun yün oluyor, tepiyorsun keçe oluyor, sivriltiyorsun külah oluyor!

-    Vay canına, demiş külahçı. Anasına da öğretmiş!

Bugün 10 Kasım, suratları asmanın hiç gereği yok. Yazarlar yıllardır yazar, çizerler, ”10 Kasım, ağlama günü olmamalı, bir hesap günü olmalı.” derler. Doğru derler. Ama yine de çoğu can alıcı konulardan, sorunlardan kaçarlar. Örneğin, böyle bir günde bir eğitim sorununa, Köy Enstitüleri konusuna değinmemi yadırgar çoğu.

Emekli öğretmen Ali Hüsrevoğlu anlattı:

İstanbul'a, Mehmet Başaran'ın köylüleri, ”Kent” demezler, "Kocaköy” derlermiş. Onlara göre İstanbul çarpık kentleşmesiyle, daha büyük bir köy olarak gelişmekte. "Kent” diyenler, kafalarındaki ya da kartpostallardaki kentleri düşünerek "Kent” diyorlar. Kocaköy böyle, küçük köylerde durum nasıl? Oralarda da Almanya'dan getirilmiş videolar, seks filmleri, meyhaneler, uyduruk gazeteler...

Teknik gelişme, ekinsel (kültürel) gelişmeyle birlikte yürümedi de ondan. "Baba Tonguç”un haklılığı nasıl çıkıyor ortaya her gün...

Başaran'la İstanbul'da, Bostancı'da "Köy Enstitülerini konuşuyorduk. Başaran şöyle diyordu:

-     Benim kanıma göre insanoğlu çağlar boyu hep mutlu olacağı, her yönüyle kendini gerçekleştirebileceği bir yaşama biçimini amaçlamış. Rejimler, çeşitli yönetimler bunun aracı. Ama rejimlerdeki katılmalar, kadroların giderek bürokratlaşması, insanoğlunu amacından uzaklaştırmış. Oysa ki, Köy Enstitüleri, bunu sağlayabilecek bir tür gerçeğe yaklaşmış. Yaşama biçimini değiştirerek, hem kendini gerçekleştiriyorsun, hem de bunun daha iyiye gitmesi gerektiğini, kabuklaşmadan, kemikleşmeden, katılaşmadan, kireçlenmeden toplu eleştirilerle, özeleştirilerle ortaya koyuyor, daha öteye doğru gitmeye başlıyorsun. Bana göre şimdiye değin tüm rejimlerin gerçekleştiremediği yaşama biçimini gerçekleştirmeye açık kuramlardı Köy Enstitüleri. Hiç unutmam, Yaşar Kemal 1960'lı yıllarda Moskova'ya gider. Moskova'da bir "Gorki Gecesi" yapılıyor. Konuşanlar Gorki'yi övüyorlarmış:

-     Gorki öyle büyük bir yazardı ki, devrim yapılır yapılmaz, Batı'nın gerçekleştirdiği, yarattığı tüm Batı klasiklerini Rus diline çevirtti. Yani, dünya kültürünü halkına özümletmeyi amaçladı. Dünyanın kültür mirasına sahip çıkmayı gerçekleştirme yoluna girdi...

Bunları dinleyen Yaşar Kemal gülmüş:

-     Çok sevdim bu övgüyü, ama demiş, galiba bizde bundan daha büyükleri varmış. Bizim Sabahattin

Eyüboğlu'lar, Yücel'ler, Tonguç'lar bunu gerçekleştirmeye çalıştılar.

Başaran ekledi:

- Bugün ileri gitmiş ülkeler, eğitimin tıkandığını, eğitim sisteminin insanı kendine yabancılaştırması olayını yaygınlaştırdığını görüyorlar ve eğitim bunalımına çare aramaya kalkıyorlar. UNESCO, 1973'lerde 11 kişilik bir uzmanlar kurulu kuruyor. İnsanlık nasıl bir eğitim düzenini gerçekleştirmeli ki, insanlar bu yabancılaşmayı aşabilsinler, kendi kendilerini sonuna değin gerçekleştirebilecek bir yaşam ortamını sağlayabilsinler diyor. Önce, dört duvar okuluna karşı çıkmak gerektiğini, belli bir tabakanın yaşam değerlerini aktarmanın insanları bu duruma getirdiğini saptıyorlar ve eğitimin, daha doğrusu yaşamın bir eğitim ortamına dönüştürülmesi gerektiğini savunuyorlar. Köy Enstitüleri, yaşamı eğitim ortamı durumuna getiren eğitim kurumlarıydı. Elbette yaşam durmayacağına, gelişeceğine göre yani köyden kente doğru gideceğine göre kenti de eğitim ortamına sokabilecek kurumlardı.

Başaran, "Başöğretmen" başlıklı bir yazısında anlatır. Falih Rıfkı Atay'ın bir yazısından alıntı yapar. Şöyle der Falih Rıfkı:

"Asıl mesele, medeniyet ve kültür davasını temelden halletmekteydi. Bu da bütün halk çocuklarını müspet bilgiler temeline dayanan ilkokul eğitiminden geçirmektir.

Bu işi ne Tanzimat, ne Meşrutiyet, ne de Cumhuriyet başarmıştır."

Başaran ekler:

"Ta ki Köy Enstitüleri kurulana değin.. Köy Enstitülerinin amacı sadece okur-yazarlığı yaygınlaştırmak, tüm köyleri okula kavuşturmak, üretim yaşamını canlandırmak değildi. Geri yaşam tümüyle değişmeli, halk köleliklerin her çeşidinden kurtulmalıydı..."

Yine Falih Rıfkı anlatıyor:

İngiliz büyükelçilerinden biri memleketine giderken kendisiyle son görüşmemizde bana:

- Ben Köy Enstitülerini gördüm. Sizin geri Şarktan kopmanıza on yıl var, demişti...

Bu sözlerin söylenmesi üstünden kaç on yıl geçti. Şimdi oturup hesaplaşma, bir özeleştiri yapma, Atatürk'ün özlemlerini ne ölçüde gerçekleştirebildiğimizi düşünme zamanı değil mi?

10 Kasım 1984