17 Nisan Işığı...

"Küçük Ağa"nın yazan Tarık Buğra, "Tercüman"dan ayrılmış. Artık "Tercüman" yazarı değil o. "Küçük Ağa" TV'de gösterilmeye başlayınca, Cumhuriyetle birlikte birçok gazetede, yapıt üstüne yazılar, eleştiriler çıktı. Ama en çok "Tercüman"da yayımlandı yazılar. Bir süredir de, Tarık Buğra'nın yazılarını görmüyordum. Gazetecilik merakı ya, arayıp sorayım, dedim, telefon ettim Buğra'ya:

-      Tercüman'da yazılarınızı göremiyorum!

-      Ayrıldım... O kadar...

-     Yazarlar, çalıştıkları yerlerden boşuna ayrılmazlar, vardır bir gerekçesi. Düşüncem, Tarık Buğra gibi usta kalemler, tutuculara payanda olma zorunda değiller. Başlarda yadırganan "Küçük Ağa" TV'de tuttu. Tarık Buğra'yı yürekten kutlamak istedim...

Kimileri vardır, ülkede ilericiler azınlıktadır diye, tutucu politikaları izlemeyi yeğlerler. "İlerici olana ekmek yok!" diye bellemişler. Bunca okur-yazar olmayan insan durur da gözlerinin önünde, kendilerinden, yakın çevrelerinden başkasını düşünmezler. Posta dağıtıcısının çocuğu, özel dersler alma olanağı bulsa Anadolu Liseleri Giriş Sınavlarını o da kazanırdı. Neden kazanmasın? Yokluğu, eşitsizliği bir noktada, bir alanda değil, her yerde sürdürmek istiyorlar...

-     Canım efendim o da okusun? Fırsat eşitliği var. Bak, sınavlar açılıyor, onlara girsin...

Sınavlara girişin de, bir girişi var. Buyurun girin bakalım...

Nadir Nadi, "Atatürk İlkeleri Işığında Uyarılar - Bir İflasın Kronolojisi, 1950-1960" adlı yapıtına aldığı, 15 Haziran 1951 günlü "Okuma Sınırı" başlıklı yazısında şöyle demiş:

Okumaya, durmaksızın okumaya muhtaç bir milletiz. Bilgisizliği ortadan kaldırmak, okur­yazarlarımızın sayısını arttırmak başta gelen davalarımızdan biri, belki birincisidir. Atatürk'ün dediği gibi, 'muasır medeniyet seviyesine ulaşmak, kökü halka dayanan gerçek bir demokrasiyi yurdumuzda geliştirmek' için başka çare yoktur. Bu gerçeği milletçe kavrayalı bir hayli zaman olmuştur. Yeni harflerin kısa zamanda benimsenmesi bu kavrayışın bir sonucudur.

İlkokul seferberliği, Köy Enstitüleri, hep aynı kaynaktan fışkıran millî vicdanda müspet akisler yaratan hamlelerdir. Fakat bilgisizlikle, kara cahillikle savaş kolay olmuyor...

Nadir Nadi'nin, demokratların zorunlu eğitim yaşını indirme yolundaki girişimlerini eleştiren yazısı, böyle sürüp gidiyor.

Bir dost evinde, piyanonun başında bayan:

-     Size Ayışığı Sonatı'nı çalayım! diyordu. Neden bilmem, Çetin Altan'ı anımsadım. Bilmem değil, biliyorum da. Bir kadın eli, piyanonun tuşları üstünde gezinirken, köylü kızlarının neden piyano çalmadıklarını düşündüm. Neden tenis oynamasınlardı?

Çetin Altan'a sordum:

-     17 Nisan'da, köylü kızları için bir yazı yazmayı düşünür müsün?

-     Haaa, Köy Enstitülerinin kuruluş günü o gün. Korktular da ondan kapattılar, o kuramları...

Köy Enstitülerinin yetiştirdiği yazarlarımızdan Mehmet Başaran, "Yüreğin Sesi Zeytin Ülkesi” yapıtında, Hasan Âli Yücel'le bir konuşmasını anlatır. Başaran, o anıya "Memleketimin Bir Çağıydı" başlığını koymuş. Yer darlığı nedeniyle, çok kısa bir bölümünü almak istiyorum o yazının:

Her birine ayrı emek verdiği on yedi bin öğretmen vardı şimdi ırak köylerde... Kafası düşünce dünyalarına açık insanlarımızın evlerinde dünya klasikleri vardı... Ulusal benliğimizde izleri vardı.

Memleketimin bir çağıydı:

Döndü, o kalın, yumuşak sesiyle: "Günaydın

anladım, gel bakalım." dedi.

'Günaydın!' dedim.

17 Nisanların aydınlığı, sıcaklığı vardı bu 'günaydın'da. Dağbaşlarında şavkıyan ak okullar vardı. Işıkları söndürülmüş, kendi hâline bırakılmış yerlerin acılığı vardı. 1947'ler, 1950'ler vardı...

-     Eh, bu adamlar da bu kadar işte dedi... bir aldatmaca, bir yutturmadır gidiyor... Oy verecek olanın zihnini kötürümleştir, yarım kalmış okulları bile tamamlatma, 'demokrasicilik' oyna sonra da...

Bir konuk çıkageldi. Felsefe öğretmeniymiş. Hazırlamakta olduğu kitabı için görüşmekmiş niyeti. Epey yer veriyormuş bu kitapta 'hoca'sına. Fotoğrafını, yaşam öyküsünü istiyordu bir de.

Tanrı'dan, inanışlardan, düşünüşlerimizden söz edildi bir süre. Köy Enstitülerine geçildi sonra. Beni göstererek:

- Koca bir iktidar, yıllardır bunların peşinde işte, dedi. Yıllardır bizim yaptıklarımızı yıkabilmek, iktidarların programı... Okulları kapatılan, okuma haklarının içine edilen köylülerin oylarıyla hem de...

Bakın bu işe nasıl girdim onu anlatayım size: Başbakan Celal Bey, bakan olduğumda İnönü'ye götürdü beni. Köşkün kitaplığındaydı Paşa. Eğitmen yetiştirme işlerinden, köy öğretmen okullarından, ilköğretime çok önem verilmesi gerektiğinden söz etti. Yıl otuz sekiz.

Eğitmen teşkilatının yeterli olamayacağını öne sürdüm. Daha geniş çapta, derinleşmesine ele alınmasını istiyordum işin. "Hazırlıklar için bir yıl izin Paşam.” dedim. "Olur." dedi Paşa, "Bir yıl sabredeceğim."

Eğitim konusunda iki gruba ayrılıyordu fikirler o zaman: Bir yanda pratikte çok güçlü, ama fikir temeli zayıf Satı (Satı Bey), öbür yanda Durkheim'ı tutan Gökalp, sadece fikirden ibaret kalan Gökalp. Hakkı (Tonguç) büyük adamdı, bu ikisinin sentezi, hayata geçirilişi Köy Enstitüleri oldu.

Sustu. 1946'lar gelmişti yüzüne. Yapılanların yıkılışını görmenin, yapayalnız bırakılmanın acılığı. Engizisyon havası estirilmesi enstitüler üzerinde...

Yarın 17 Nisan, bugünden onun şavkı vuruyor yüzüme...

16 Nisan 1984