Mantara Basmayın!

İkinci kez Çubuk'a gittik, altı kişiydik. Yalçın Küçük, Mahmut Tali Öngören, Tahsin Saraç, Faruk Bey'le Hikmet Bey birlikteyiz. Hikmet Bey (İzbul), Merkez Bankasından emekli. Yıllarca Merkez Bankasında üst düzeyde görevlerde çalışmış. Faruk Bey (Nalbantoğlu) Çubuk'a ikinci kez çağıran Mantar Çiftliği yöneticisi. Hava da öyle güzel ki, sormayın. İnsanın içini açan bir gökyüzü.

Niye anlatıyorum bunları sanki? Oysa:

-    Yiyip içtiğin senin olsun, gördüklerini anlat... demezler mi? Niye ne yiyip ne içtiğini sormazlar insanın sanki? Kendisininkini de sorarlar diye mi? Karşılaştığım okurlar, takılırlar:

-      Biz sizin ne yaptığınızı biliyoruz! derler...

Çocukluğumda, yamaçlarda, gölgeliklerde biten mantarları toplar, zehirli mi, değil mi diye bakmadan yerdik. Yeni öğrendim; dağlardaki mantarların zehirli olup olmadıklarını anlamak çok kolaymış; bir tas ayranın içine mantarlar tek tek sokulup çıkarılmalıymış. Mantarların içinde zehirlisi varsa, ayran, süt gibi hemen kesilirmiş.

Meydan Larousse, ”100.000 kadar çeşidi bulunan bitki...” diye yazar. Mantar, hayvanla bitkinin en çok yaklaştığı canlı. Hayvan mı, bitki mi daha belli değil.

Solunumu çok canlı. Bir naylon torbaya konup da ağzı sıkı kapatıldı mı, torbayı şişiriyor.

Larousse'a göre tıbbın geniş ölçüde kullandığı antibiyotiklerin çoğu mantarlardan elde ediliyor. Penisilin bunun en yaygın örneği...

Ankara'da, İstanbul'da birçok mantar çiftliği varmış. Ankara'nın gereksinimini, dört beş mantar işletmesi sağlıyormuş. Daha çok lüks otellerde, lokantalarda yiyebiliyorsunuz mantarı. Satış yerleri de var...

Yalçın Küçük:

-     Ben bir mantar hastasıyım! diyor. Seviyor. Sultanahmet'te mantar yememiş. Hikmet Bey, çeşitli mantar yemeklerini anlatıyor. İyi...

Mantar, argomuza da girmiştir. Saf kişilere, "Çok mantarsın!” derler. "Aman mantara basma!" diye uyarırlar. Mantara basmak, oyuna gelmektir. Durmadan yalan söyleyen kimseye de "mantarcı" derler. Bunlara "kıtırcı" da denir...

Örneğin, "faturalı yaşam" olayı, çok kimseye "mantar" bir iş gibi gelir. İnsanlara, gerçekleri neden daha açık söylemiyoruz? Örneğin şöyle:

-     Faturalı yaşamdan amaç, satış yapanın denetimini, vergilendirilmesini sağlamaktır. Bu, "Faturalı alışveriş yaparsanız geliriniz artar." demekten daha doğru bir sözdür.

Faturalı yaşam girişimi yeni de değildir. Bunu, 1960'ların sonlarında, Gelirler Genel Müdürü iken, Adnan

Başer Kafaoğlu başlatmak istemişti. Başlattı da, ancak yürütemedi. Belki suç onun da değildi de, siyasal güçlerindi...

Mantara şöyle baktığınızda tatsız, tuzsuz bir şeydir. Onu bir şeylerle karıştırıp pişirdiğiniz zaman güzeldir. Domalan da bir çeşit mantardır, doğal olarak yetişir yurdumuzda. Domalanın dolması da güzel olur...

Bir yandan söyleşiyoruz. Yalçın:

-      Ulusların yaşamında birkaç yıl hiç de önemli değildir, diyor. Önemli olan, o ulusun yaşamındaki sıçramalardır...

Meclis'i gözlüyorum göz ucuyla, muhalefet cılız mı cılız, iktidar da sadece oy gücüyle ayakta. Kim olsa, Turgut Bey'den başka birkaç adı ardı ardına güç söyler. O da tatsız...

"Ankara Notları” için, kimileyin şöyle derler:

-      Eski yazıların daha bir başkaydı, şimdi onların havasını pek göremiyoruz!

-      Toplumda o hava yok ki, yazılarda olsun! Toplumda bir uyanma olduğu zaman, görün yazıları...

Ama bir yazarın görevi, toplumu uyarmak, uyandırmak, öyle değil mi? Bu da bir karşılıklı alışveriş...

Toplumu sıçratacak kurumları, bir yolunu bulup kapatmışız. Bazı "Ankara Notları"nda "Köy Enstitüleri" konusuna değinirim. Tonguç'un anlattıklarına. Birini daha aktarmak isterim. İkinci Dünya Savaşı yılları; Cumhurbaşkanı İnönü, yanında sivil-asker üst düzey yöneticilerle yurt gezisindedir. Köy Enstitülerin kurucusu Tonguç da orada. Tonguç anlatıyor, şöyle:

Gezi programına göre birkaç gün sonra Trabzon Beşikdüzü Köy Enstitüsü'ndeydik. İnönü, Enstitü'yü denetledikten sonra balıkçılık uygulaması yapan öğrencilerle birlikte denize çıkmak istedi. Enstitü'nün irili ufaklı 7-8 balıkçı motoru ve kayığı vardı. Yanında bulunur da güvenliğinden sorumlu olanlar kıyıdan çok uzaklaşmamak koşuluyla da olsa Karadeniz'e çıkmak isteğinden çok rahatsız oldular:

-     Paşam, doğru olur mu, bugünlerde; ya bir şey olursa, yabancı denizaltı falan?

İnönü, kahkahayı attı:

-      Hadi canım siz de! dedi...

Motor ve kayıklarla açıldık. Bir kayıkta yalnız ikimizdik. Yan yana oturuyorduk. Bir süre sonra, bir balık sürüsüne rastladık. Şimdi, görülecek bir çaba vardı denizde. Karadenizli öğrenciler, yanlarında Cumhurbaşkanı'nın da oluşundan büsbütün coşmuş, bağırarak, türkü söyleyerek, o zamanki çevikliğiyle işe koyulmuşlardı. Deniz kaynıyor, balıklar teknelere atılıyor, ağlar çekiliyor, bir gürültü, bir çaba, bir coşku, bir yaşam sevinci, bir iş yapma kıvancı giderek kabarıyordu. İnönü, çok duygulanmıştı. Kolumu tuttu; olanca gücüyle sıkıyordu, heyecandan titrediğini hissediyordum. Bana:

-     Biliyor musun ne düşündüm onlara baktıkça; elimde bunlar gibi yetişmiş birkaç tümen olsaydı, Türkiye'nin kaderini (yazgısını) değiştirirdim ben! dedi...

***

Bunları neden mi aktarıyorum? Türkiye'yi gözlerken, gerilere gidip bakmak güzel oluyor. Uzağa atlamak, sıçramak için birkaç adım geri gitmez miyiz? Mantara basmamak koşuluyla!

18 Şubat 1984