Başaran'ın Serüveni...

1960'lı yıllardı. Yazar Tarık Dursun Kakınç'tan şöyle bir telgraf gelmişti büroya:

Berlin Film Festivali'ne çağrıldım. Ancak, pasaportumu daha alamadım. Cuma gününe dek, pasaportu alıp gönderebilirseniz sağolun, gönderemezseniz yine sağolun. Öpüldünüz, Tarık Dursun.

Arkadaşımızın işini izlemeyi üstüme almıştım. O sıralarda da, "Beş dakikada pasaport verilecek" gibi haberler çıkıyordu gazetelerde. Bakanlığa gittim. "Vermeyiz" dedi bir görevli. Ne yapmalı? Bakanlıkta Müsteşar Yardımcısı olan Sabri Sözer Bey'e uğradım. Sitem ettim:

-     Pasaportlar beş dakikada verilecek! diyordunuz, işte yazar Tarık Dursun, Berlin Film Festivali'ne yetişemeyecek.

-      Hele otur bakalım, dedi Sabri Bey.

Sabri Bey'i özellikle Patrikhane konularındaki derin bilgisi ile tanıyordum. Bir yeri aradı, sordu. Arada bir:

-     Ya.. ya.. ya.. diyor, memurun anlattıklarını dinliyordu. Sonra şöyle dedi:

-      O dosyayı alıp bana kadar gelebilir misiniz?

Biraz sonra zayıf, uzunca boylu bir memur koltuğunda dosyayla geldi. Sabri Bey dosyayı aldı. Sayfa sayfa inceledi. Ben kahvemi içiyordum. Sonra memura şöyle dedi:

-     Dosyayı okudum. Gördüm. Şimdi, sen sorumlu olarak bana söyle: Bu dosyaya karşın, bu arkadaş yurtdışına çıkabilir mi, çıkamaz mı?

-      Çıkabilir efendim! dedi genç memur.

-     Peki, öyleyse, lütfen yardımcı olun, arkadaşın pasaportunu hazırlayıversinler.. dedi. Memur gittikten sonra, şöyle dedi:

-    Bu arkadaşın yurtdışına çıkışını, şu memurun anlayışına borçlusunuz. O, "Çıkamaz" deseydi, ben de bir şey yapamazdım...

İki ay önceydi, Köy Enstitülerinin yetiştirdiği yazarlardan Mehmet Başaran hasta kızını ziyaret amacıyla, İsveç'e gitmek için cebinde Dışişleri'nden aldığı pasaportu uçağa binmiş, tam uçak kalkacağı sırada, uçak kabininden hostes seslenmişti:

-    Bay Mehmet Başaran, Bay Mehmet Başaran lütfen ön kapıya geliniz.

Ön kapıya gitti. Uçağın merdivenlerinde bekleşen sivil görevliler, Başaran'ı bir arabaya koyup doğruca Yeşilköy'deki karakola götürdüler. Telsizler çalmaya başladı. "Tamam, uçaktan indirdik." diyorlardı...

Pasaportunu, biletini aldılar. Emniyete götürüldü. Ne olduğunu anlayamıyordu. Birinci derece devlet memurluğundan emekli olduğu için, geçen yıl Dışişlerinden pasaport almıştı. O pasaportun süresi daha bitmemişti. Başaran, o geceyi Emniyet'te geçirdi. Bir ara, onu Sıkıyönetime götürdüler. Belki Sıkıyönetimlik bir şey vardı. Oysa, yoktu. Sıkıyönetim görevlileri, "Bizimle ilgisi yok” dediler. Emniyete dönüldü.

Sorun şuydu: Başaran hakkında, 1971 yılında, dışarı çıkmasının sınırlandığına ilişkin İçişleri Bakanlığı'nın bir kararı vardı. O zaman Başaran, Danıştaya başvurdu. Danıştay, İçişleri Bakanlığı'ndan durumu sordu. Bakanlık, kararında direniyordu. Danıştay, bir oy farkla Başaran'ın başvurusunu reddetti. Ve Başaran, Millî Eğitim Bakanlığı'nca bilgisini ve görgüsünü arttırmak için gönderileceği Almanya'ya gidemedi. Kaldı...

1971 çıkış sınırlamasının da nedeni, Trakya'da 1953 yıllarında kurulan "Köyleri Kalkındırma Derneği" adında bir dernekle ilişkisi olduğu savıydı. Savcılık, Başaran hakkında, bir delil bulunmadığı gerekçesiyle, "kovuşturmaya yer olmadığı" kararını verdi. Dosyasında bu da varken, Başaran yurtdışına çıkamıyordu. Çıkmaktan vazgeçti. Öğretmenliğini sürdürdü. Aradan yıllar geçti. Yurtdışına çıkma sınırlaması ile ilgili olayı unuttu, gitti.

1953'ten sonraki yıllarda bir şey daha oldu. Başaran için, "öğretmenlik yapmaması, kitaplıklar gibi yerlerde çalıştırılması" öngörülmüştü. 1960'ların Milli Eğitim bakanlarından Bedrettin Tuncel, bunu değiştirdi. Şu ilkeyi getirdi:

Hakkında savcılık ya da mahkeme kararı olmadan, hiçbir öğretmen suçlanamaz. Ancak, mahkeme kararı ile hakkında işlem yapılabilir.

Bu, değişik bir anlayıştı. Bakanlıkta bu, ilk kez Başaran'a uygulandığı için "Başaran Kararı" diye anıldı. Sonra, birçok öğretmen bundan yararlandı. Başaran çok sevdiği öğretmenliğe döndü...

Uçaktan indirilen Başaran'a, güvenlik görevlileri, yapacak bir şey olmadığını, Ankara'ya gidip Bakanlık'tan, bu yurtdışına çıkma sınırlamasını kaldırtmasını önerdiler. O da kalktı, Ankara'ya geldi. İçişleri Bakanı Selahattin Çetiner, konuyla ilgilendi. Bir yazarın, bir ozanın hasta kızını ziyareti için yurtdışına gitmesine yardımcı olmak istedi. Başaran dilekçesini bakana verdi. Bakan, ilgililere "havale" etti. Başaran sevinerek İstanbul'a döndü. Ama, iki ay geçmişti. Bir sonuç alınmıyordu. 27 Eylül tarihli mektubunda şöyle diyor:

... Gene de 'boyun eğmeye' içim razı değildi. En az onlar kadar bu yurdun çocuğuyum. Kendimi bildim bileli toprağımın, halkımın çıkarları için savaşıyorum. Ama, aklımla, kalemimle. İşimle. Hiçbir örgütle ilişkim olmadı. Alnımın akıyla hak bildiğim yolda yürüdüm. Evladıma gitmede, yolumun kesilmesini bir türlü sindiremiyorum. Olağanüstü dönem olmasa, cayırtıyı koparacağım. Gene de yapılacak bir şeyler olmalı, diyorum. Geçende bir avukat, 'Yolundan alıkonmuşsun, pasaportun alınmış, maddi manevi zarara uğratılmışsın. Uganda'da bile bu durumda tazminat davası açılabilir' dedi... Uyarı diye yapmalı mı acaba? Ya da İçişleri Bakanı'na tel çeksem, eline ulaşır mı?

Katil değilim, silahlı eylemci değilim. Şu değilim, bu değilim kıskıvrak bağlanıyorum. Kızım hastanede, anası hastane yollarında yaban elde canını terliyor. Ben bilmediğim suçlarımın cezası olarak, kıvrandırılıyorum. Olağanüstü dönem diye de ağzımı açamıyorum...

Başaran'a yanıt en sonunda iki gün önce geldi. Dışarı çıkmasının sakıncalı olduğu, kendisine birkaç satırlık bir yazı ile bildirildi...

7 Ekim 1981