Sulandırılan Laiklik...

Önceki gün öğleyin, Hacıbayram Camisi önünden yedi cenaze kalktı. Biri, Ayşe teyzemindi. Ayşe Arat'ın. Öyle gerçekten teyzem mi, değil. Köylüm, kendi anlattığına göre yakınımız. Çok küçükken, bir başka ile evlatlık mı verilmiş, orada büyümüş, evlendirmişler. Bir yaşa gelmiş:

-    Benim anam babam yok mu? Ben nerelerde doğdum? diye sormuş çevresine; anlatmışlar, "böyle böyle, sen şuralısın.." filan. Kalkıp köye, ilçeye gelmiş. Anamı bulmuş. Bizde kalmış. Sarılıp ağlaşmışlar. Anamdan, bizlerin adreslerini almış. Ankara'ya geldi, yıl 1960 öncesi, o sıra "Vatan"daydım. Bürodayız. İçeri girdi, yaşlı bir kadın:

-    Evladım, ben Mustafa Ekmekçi'yi arıyorum, dedi, ben onun teyzesiyim!

-     Şu karşıda oturan, dediler, yanıma geldi, kucakladı:

-    Ah, Mustafa'm dedi, ben senin teyzenim! Sen beni bilmezsin. Ben de kimseyi bilmezdim. Hadım ilçesine gittim, ananla konuştum, dertleştik. Biz akrabaymışız...

Arkadaşlarım:

-    Hadi gene bedavadan bir teyze kazandın! diyorlardı.

Evine giderdim Ankara'da; bana yemekler hazırlar, evlendirmek için kızların resimlerini gösterirdi. Bu denli cana yakın insan az bulunurdu. Oğlu Faruk'la görüşürdük. Ölümünü o telefonla haber vermiş:

-    Ekmekçiye söyleyin, teyzesi öldü. Cenazesi perşembeye Hacıbayram'dan kalkacak, demiş.

Eşim de meraklanmış, böyle bir teyzemin olduğunu o da bilmiyor, ağabeyim:

-     Bir Ayşe teyzemiz vardı, o çoktan öldü; Mustafa da yazı yazdı ölümü üstüne. Herhalde, onun annesi başka! diye takılmış...

Cenazeye gittim, teyzemin oğlunu arıyorum. Hacıbayram'ın önü bir de kalabalık. Maksut Göksu'nun annesi de ölmüş. O da orada, Evren'in kızları da. Mete Akyol da gelmişti, Maksut'a götürdü beni, ona da başsağlığı diledim. Funda Pastanesi'nin sahibi vardı, o da ölmüş. Onun yakınlarına başsağlığı diledim. Hemşinliydi o. Bayrağa sarılı bir tabut vardı, bir Kurtuluş Savaşı gazisininmiş. Kara, Hava, Deniz Kuvvetlerinden subaylar vardı. Generaller gözüme çarptı...

Namaz saatine yakın, hocanın hoparlörden sesi geliyordu:

-     Çocuklarınıza her kitabı okutmayın! diyordu, her gazeteyi okutmayın! Her kitap da, her gazete de bir adam gibiydi. İyisi vardı, kötüsü vardı! Komünistlerle savaşmak için, çocuklara Müslümanlığın öğretilmesi gerekiyordu...

Hoca, gözdağları veriyordu topluluğa... Dinlerken içimden:

-    Bal gibi siyasal konuşma yapıyor! diye geçirdim. Yıllardır camiler, siyasal amaçlar için kullanılmadı mı?

Hocalar neden konuşmaların da barıştan, insanlıktan, kardeşlikten söz etmezler çokça da, gözdağları verirler, bir türlü anlayamam...

Diyanet İşleri Başkanlığında Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı da yapmış, değerli bir bilgin vardı, adı Hamdi Kasaboğlu, şimdi emekli oldu; 1960'lı yıllarda, hacca gideceklerin kurbanlarını Türkiye'de kesebileceklerini söylediği için nasıl saldırılara uğramıştı? Bağnazlar, Hamdi Kasaboğlu'na "Gâvur İmam” demeye getiriyorlardı. Kasaboğlu'nun dilinde tüy bitti, ama görüşünü benimsetemedi...

Yazar Sadi Borak, "Atatürk ve Din" adlı derlemesinde, 1924'lerde Atatürk'ün bir hoca ile tartışmasını anlatır. Atatürk'ün Karadeniz'e yaptığı bir sonbahar gezisinde, Hoca Mustafa Behçet Efendi'yle tartışması şöyle: Mustafa Kemal, "Ulum-u diniye" hocası Mustafa Behçet Efendi'ye sorar:

-      Rakı haram mıdır, helal midir?

Hoca, bu konuda bildiği ve duyduğu tüm bilgilerini ortaya koyar. Bunlarla saptar ki, rakı haramdır. Ata, hocayı dikkatle dinler, sorar:

-    Peki, haram ile meluf olan (ilgili olan) imama tabi olmak caiz midir, değil midir?

-      Değildir.

Gazi gülümseyerek karşılık verir:

-     Allah'ın bildiğini kuldan ne saklayayım, ben rakı içerim; rakı yani haram ile melufum. Hem de

Cumhurreisiyim, yani ümmetin imamıyım. Senin bu hükmüne göre bana tabi olmak caiz değildir.

Hocada ses yok. Ata, soruyu yineler:

-      Öyle mi?

Hocada şafak atar, söylediklerini değiştirir, "Öyle demek istemedim" diye kem küm eder. Bir türlü işin içinden çıkamaz. Ata ise yakasını bırakmaz:

-     Hoca konuyu dağıtma. Şayet rakının haram olduğu hakkındaki fetvan doğru ise milletin bana tabi olmaması da doğrudur. Şimdi kanaatini açık söyle...

Hoca ağlayacak hâle gelir, o zaman Atatürk:

-     Efendiler, der, işte bunun içindir ki Hazreti Peygamber, "Müslümanlıkta rahiplik yoktur." demiştir. Çünkü hangi din olursa olsun rahibin, hocanın, yobazın eline düşünce felaket olur. İsa'nın zuhuru zamanındaki Yahudi mabedinden Engizisyon Mahkemelerine, oradan da bize 'eşkıya' diyen İstanbul Şeyhülislamlarına kadar bakınız, tarihin her devresinde bu hakikati ispat eden deliller vardır...

Millî Eğitim, Gençlik ve Spor Bakanı Vehbi Dinçerler, ocağın ilk haftası içinde eski bakanlarla bir toplantı yapmıştı; burada ilk konuşmayı -soyadı başta olduğu için- yapan eski bakanlardan Tahsin Banguoğlu, özetle şöyle dedi:

-... Okullara din dersi benim zamanımda kondu... İlk İmam-Hatip Okulları benim zamanımda açıldı veee, ilk İlahiyat Fakültesini ben açtım!

Sırasıyla eski bakanlar konuştular; Fehmi Yavuz en son konuştu. Banguoğlu'nun adını da anarak şunları söyledi:

-     Üstat Banguoğlu, okullara din dersi benim zamanımda kondu, ilk İmam-Hatip Okulları benim zamanımda açıldı, dedi. Demek ki üstat, Atatürk'ün yanlışlarını düzeltmişler! (Bazı dudaklarda gülümsemeler oldu.)

Fehmi Yavuz konuşmasını şöyle sürdürdü:

-     O günlerde (1946-1950 arasında) çok partili döneme geçildi; "Çocuklarımız dini eğitim almadan yetişiyor, yarın ölülerimizi yıkayacak adam bulamayacağız, bu kuşak çekildikten sonra ortadan. Onun için 'aydın din adamı' yetiştirelim" dediler. Ama son kırk yılın denemesi, aydın din adamı yetiştirilemediğini göstermiştir. Ben de aydın din adamı olamayacağı inancındayım.

Prof. Fehmi Yavuz, "laikliğin sulandırıldığını" söyledi. Kısa konuştu, sözü öğretmenlere getirerek, öğretmenlerin zaman zaman kıyıma uğradıklarını belirtti, şöyle dedi:

-     On bin kadar öğretmen Almanya'ya gitmek için sıraya girdi. Almanya'da Batı Berlin'de Türklerin oturdukları Kreuzberg'te dört-beş yıl önce karşılaştığım bir öğretmen, bana şunları söyledi:

Ben Arifye Köy Enstitüsü mezunuyum. Burada işçiyim. Ama, uğraşıma (mesleğime) ihanet ettiğim kanısını içimden bir türlü atamıyorum. Buraya gelmekle uğraşıma ihanet ettim, ama ne yapayım? Kıyımdan kaçtım.

28 Ocak 1984