Korku Filmleri Gibi...

Hasan Âli Yücel, Mehmet Başaran'la, öbür konuğuna anlatmayı sürdürür, şöyle der:

- Bundan sonrası hazindir. Bir millet eğitimde kendini bulmuştur. Sonuç çok müspettir, ama bir parti iç mücadelesi uğruna her şeyi feda etmiştir. Suçlular yaratılmaya çalışılmıştır zorla. O yıllarda başbakan adayıydım partimde. Çekemiyordu durumu çoğu, çareler arıyorlardı beni yıkmak için. Kırk altı malum... Saldırgan bir yazısından dolayı Kenan Öner'i mahkemeye verdim. Nerden bilirdim üç buçuk yıl sürdürüleceğini davamın? Tam üç buçuk yıl memleketin en önemli davası hâline getirileceğini... Mahsus uzattılar biliyorum. Parti içi durumumu sarsmak, beni elimine etmekti gaye. Öyle bir hava estirildi ki, Türkiye'nin Hasan Âli, Kenan Öner davasından başka bir derdi kalmamıştı sanki...

Sekiz yıllık bir hükümetin icraatını savunmada tek başıma bırakılmıştım. Ne parti, ne şu, ne bu... Sekiz yılın sevapları kendilerinin, günahları Hasan Âli'nindi. Mahkemede tanık bulamadım kendime. Yılların hesabını verdiğim koca davada iki kişi tanıklık etme deliliğini göze aldı: Nurullah Ataç, bir de Ferit Alnar... (Başaran'ı gösterir gözleriyle herhalde.) Kan davası güder gibi "Hasan Âli" çocukları deyip bunlara yükleniyorlar hâlâ... (Mehmet

Başaran anlatıyor bundan sonrasını.)

-     O günleri ansıdım. Birikmiş düşmanlıklar, kinler zincirinden boşanmıştı. Bilen de bilmeyen de saldırıyordu. Her kötülüğün nedeni oydu. Gemi azıya almıştı anitoslarla meletoslar... Tıpkı iki bin yıl öncesinin bilgesi gibi inançları yıkmakla, gençliğin sağ töresini bozmakla suçlandırılıyordu; baldıran zehiri içirilmemişti, ama adını anılmaz bir hâle getirmişti iftira zehiri...

Güz kırları gibi hüzündü, derin yüzüne baktım: Memleketimin Bir Çağıydı (Mehmet Başaran, Öyküler, "Yüreğin Sesi Zeytin Ülkesi”, Yazko Yayını, 1983).

"Ankara Notları"nın çatısını kurarken, bunların ardı ardına bir sürekliliği olmasını da düşünürüm...

Başaran'ın anlattığı öyküyü korku filmlerine konu olacak cinsten bir öykü.

Tonguç'la ilgili bir öykü de, oğlu Engin'den dinlemiştim. Şöyle: Köy Enstitüleri ya kurulmamış daha ya da kurulmak üzere. Tonguç bir köye gider, okula uğrar. Öğretmene kendini tanıtmaz; kıyısından, köşesinden bilgi almak ister. Öğretmen:

-     Okulumuzun damı, çatısı akıyor, der. Kaç kez bakanlığa yazdım bir türlü onarmadılar...

Tonguç, dinler dinler, sonra okulun çevresini dolaşmaya çıkar. Bir bakar ki, bir duvarın dibinde kiremitler, hemen ceketini çıkarır, kollarını sıvar, kiremitlerle çatıyı bir güzel örter. İşi bitirdikten sonra, öğretmene, "İsmail Hakkı Tonguç - İlköğretim Genel Müdürü" yazılı kartını verir, şöyle der:

-      Ben Ankara'dayım, çatı yine akarsa, bana yaz!

Köy Enstitüleri kurulup iş içinde eğitilen çocuklar, köylere gönderilince, çatıların akması giderek duracaktır.

Şimdi anlatacağım olayı da, 80 yaşındaki Cumhuriyet okuru, Mamurhan Özsan'dan dinledim. Mamurhan Özsan, Niyazi Ağırnaslı'nın ablası. Tonguç'larla komşu oturmuşlar uzun yıllar; dostlar, arkadaşlar... Tonguç anlatmış ona da. İsmail Hakkı Tonguç, o kırklı yıllarda bir gün kolunda tasarılarla ilgili dosyalarla Meclis koridorunda koşuştururken kırk elli toprak ağası milletvekili, yoluna dururlar:

-Yahu İsmail Hakkı Bey, senin hiç işin yok mu? diye sorarlar. O da koltuğundaki dosyaları gösterir. Yasa tasarılarını işaret eder:

-    Benim işim bunlar işte! gibisine... Milletvekili toprak ağalarından biri karşılık verir:

-    Bu kadar hergeleyi okuttunuz, bize kim uşaklık edecek!

Talip Apaydın, bir süre önce gittiği İsviçre'den ilginç anılarla döndü. Orada Türk-yabancı birçok dostlarla tanışmış. Çağdaş Türk yazını üstüne üç ayrı kentte konuşma yapması için çağrılmıştı. Her konuşmanın arkasından sorulu yanıtlı söyleşiler yapmışlar. İsviçre'nin çeşitli yörelerinde çalışan işçi, mühendis, doktor, teknisyen... Her uğraştan aydınlar Apaydın'ı soru yağmuruna tutmuşlar. Her biri ayrı sorunların içinde, ama yüreklerinin bir yanı hep memleketle ilgili yurttaşlarımız, düzeyi olan bilinçli insanlarmış. İnanılmaz başarılar gösterenler, kendisini kabul ettirenler varmış içlerinde. Talip şöyle diyor:

- İsviçre zaten böyle insanlardan kurulu bir toplum. Doygun ve dingin bir ülke. Alabildiğine varsıl. Dünyanın neresinde ne yetişiyorsa, ne yapılıyorsa çarşısında, pazarında yığılı. Öyle bir bolluk içinde, ama bu değirmenin suyunu düşününce insan dertli oluyor...

Apaydın'ı on gün gezdirmişler. O, ünlü eğitimci Pestalozzi'nin okulunu da görmek istemiş. Dostları elektrik mühendisi Ahmet Özdemir ile teknisyen Ekrem Sivritepe arabalarına bindirip götürmüşler, St. Gallen kantonuna bağlı Tragen Köyü'ne. Dağların başında, karlar altında uzak bir köy. Ama eğitim tarihine en büyük katkıyı getirmiş bir eğitimcinin, Pestalozzi'nin görüşlerine uygun eğitim yapılıyormuş burada. 22 ayrı ulusun anasız, babasız çocukları eğitiliyormuş. Malezyalı, İsveçli, Koreli, Polonyalı, Etyopyalı, Yunanlı... vb. çocuklar. Yalnız Türk çocuğu yokmuş. Apaydın sormuş: "Neden bizden yok?”, "Çok istedik," demişler, "ama hükümetiniz vermedi." "Biz kendi çocuklarımızı eğitiriz." denmiş. Ama bir Türk aşçıyla karşılaşmışlar, Ordu'nun Aybastı'sından Ethem Dinçel. Onları mutfağa götürüp kahve içirmiş. "Genç olsaydım, burada okumak isterdim!" demiş, aşçı Ethem Dinçel...

18 Nisan 1984