Tokat...

Çarşamba günü Mülkiyeliler Birliği'nin düzenlediği "Köy Enstitüleri” konulu toplantıda, dinleyicilere "Köy Enstitülerinde dayak olmadığı" konusunu anlattım. Tonguç'un buna ilişkin genelgelerini anımsattım. Baba Tonguç, tüm Köy Enstitüsü yöneticilerine yolladığı, 13.12.1943 günlü mektubunda, başta şöyle der:

Bazı enstitülerde bir kısım arkadaşların talebeyi dövdükleri ve bu hadisenin o enstitülerde vazife almış arkadaşlarımızca her şey göze alınarak önlenmediği muhakkaktır. Bu bakımdan durumları düzeltilmeyen enstitülerde suçlular hakkında çok sert tedbirleri tatbike mecbur kalacağız...

Tonguç, öğrencilerin kesinlikle dövülmemelerini, enstitü yöneticilerine duyururken, genelgesinde, "Öğretmen öğrenciyi tokatladığı takdirde, öğrenci de ona tokat atabilir!" der. Bu bizim eğitim yaşamımızda görülmemiş bir şeydir. Osmanlı eğitim sistemi, "Hocanın vurduğu yerde gül biter." anlayışını benimsemiştir. Tonguç, köylü çocuklarını alıp eğitmeye başlar başlamaz, onlara kişilik vermekle işe girişmiştir. Enstitüleri asıl yönetecek olanlar, öğretmenler değil, öğrencilerdir. Öğretmenler öğrenciler için vardır, öğrenciler öğretmenler için değil. Bu anlayış, Köy Enstitüleri dışında, bizim okullarımıza, eğitim, kamu kurumlarımıza hiç ama hiç

yerleşmedi. Tonguç, şöyle der genelgesinin bir yerinde de:

Enstitülerin bütün işlerini öğrencilere gördürmek ana prensiplerden biridir. Bunun ne suretle mümkün olabileceği nöbet işleriyle ilgili genelgelerle bildirilmiştir. Öyle olduğu hâlde bazı enstitülerde mesela bir eğlenti toplantısının programını saptamada, böyle bir programı uygulama sırasında öğrencinin kendi kendisini idare etmesinde öğrencilere rol verilmediği gibi, öğretmenler de candan uğraşacak bir program hazırlama zahmetine katlanmamaktadırlar. Bu yüzden eğlenti gelişigüzel, maksatsız, programsız bir şekilde sıkıcı bir hava içinde bir nevi angarya gibi devam etmektedir. Bu tablo ile karşılaşılan enstitülerde en kıymetli zamanların öldürüldüğüne çok üzüldüm. Bu yüzden kusurlu olan kurumlardaki arkadaşların enstitü işlerini öğrenciye gördürme ve yönettirme meselesi üzerinde pek çok çalışmaları lazımdır. Bir enstitü bu duruma gelmedikçe hem işlerin altından kalkamaz hem de doğru yolu bulmuş sayılamaz... (Bu genelgedeki bazı Osmanlıca sözcükleri ben Türkçeleştirdim.)

Köylüyü bilinçlendirmek amacıyla açılan kurumlarda yetişecek olanların, her şeyden önce, kişilikli yetişmeleri zorunludur. Ezilmiş insanlardan hayır gelmez. Dayakla eğitilmiş kişinin başkalarına da dayak atması doğal şeydir. Hatta, acemilikte dayak yiyenlerin, sonra bunları başka acemilerden, yenilerden çıkardıklarını bilirdim. Ankara'da öğrencilerin olaylı yürüyüşü sırasında onların yerlerde sürüklenmelerine, tartaklanmalarına şaşırmadım desem yeri. Çünkü, polislerimiz öyle eğitilmemişlerdir. Biri dayak yediğini söylediğinde, genellikle şöyle sorulur:

-      Peki suçun neydi de seni dövdüler?

Demek, haklı olunca dövülebilecek! Haklıyı, haksızı kim ayırır? Yargıçtan önce kişileri cezalandırmak polisin de, kimsenin de görevi değildir. Bir süre önce İstanbul'da Necmettin Erbakan ile sıkmabaşların yürüyüşlerini olgunlukla karşılayan polis yöneticilerinin, üniversite gençliğine en sert tutumu takınması anlamlıdır.

Toplantıda ağırlık verdiğim bu "dayak" olayı büyük ilgi çekti. Şimdiye değin Köy Enstitüleri toplantılarında, "iş için eğitim", "yaparak öğrenme" üzerinde çoklukla duruldu, ancak bu konu pek geçmezdi. Mülkiyeliler Birliği salonunda, konuşma kürsüsünün yanında eşi İffet İnan'la birlikte oturan M. Rauf İnan, dayak konusuna ilişkin anılarını anlattı, konuşmamın sonunda, sorular sırasında bir yerde şöyle dedi:

Çifteler Köy Enstitüsünde müdürdüm. İki ay mı ne olmuştu, bir gün bir öğretmen geldi:

-      Efendim, dedi, öğrenci bana tokat attı!

-      Aman nasıl olur?

Çağırttım, çocuk geldi, iri yarı bir çocuk. Tabii öğretmenden daha vücutlu. Ve titriyor! Üzüntülü...

-      Sen, dedim, öğretmene tokat atmışsın!

-      Beni dinler misiniz efendim lütfen?

-      Buyurun!

-    Ben, dedi, dün gece tavlada nöbetçiydim, sabaha dek uyuyamadım. Gündüzün de içerisi sıcak. Sonra da, çayırlıkta söğütlerin altında uzanmış uyuyordum.

Öğretmenim geçmiş vallahi farkında olmadım. Birdenbire bir sesle uyandım. Ayağa kalktım. 'Niye ayağa kalkmadın?' dedi. 'Görmedim sizi' dedim. 'Yalan söylüyorsun' dedi. 'Ben yalan söylemem' dedim. 'Ben mi yalan söylerim?' dedi. 'Ona ben karışmam!' dedim. Bana bir tokat attı, ben dedim ki, 'Siz bir daha atarsanız, ben de atarım!' Attı. O attı, ben de attım!

Çocuğa: 'Haydi sen git' dedim. Gitti. Öğretmene dedim ki:

-     Kardeşim, siz niye tokat atıyorsunuz? Karşılıklı olmuş işte, ödeşmişsiniz! Biraz öğüt verdim, gitti. Bir saat sonra, elinde bir dilekçe, 'istifa' dilekçesi, yıl 1940. 'Otur!' dedim, oturdu.

-     Bak, dedim, kardeşim, ben şimdi bunu işleme koysam sen hemen askere gideceksin! Çünkü Köy Enstitülerinde öğretmenlerin askerlikleri ertelenmişti. Bak, ev de var, annen de burada. Annene kim bakacak? Otorite, disiplin, izzet-i nefis falan filan bunların tümü yalan sözlerdir. Kişilikli bir adam için ne otorite, ne disiplin, ne izzet-i nefis diye bir konu yoktur. Bu, zayıf insanların işidir. Sen bunlardan kendini kurtar. Sana şu kadarını söyleyeyim, hatta kardeşçe konuşalım, sen kal burada, eğer sen otoriteni yitirmişsen, öğrenciler seni saymaz oluyorlarsa, gel ben senin bir başka Köy Enstitüsüne atanman için ricada bulunurum.

Gitti çok da başarılı bir öğretmen, sonradan çok sevdim onu. Fakat, her akşam toplanıyoruz, çünkü program yok, yönetmelik yok, öğrencilerle birlikte kendimiz yapıyoruz programları. İki üç akşam sonra, bir akşam, ben Manisa Millî Eğitim Müdürlüğü'nden Çifteler Köy Enstitüsü Müdürlüğü'ne gelirken, orada müfettiş olan bir arkadaşım vardı. 'Ben de oraya geleyim.' dedi. Müzik öğretmeni Mehmet Öztekin, 'Peki' dedim, Bakanlığa rica ettim, onu da atadılar. Bir cumartesi toplantısından sonra, benim öğrencilere, 'Öğretmen size tokat atarsa siz de tokat atın!' dediğimi duymuş. Hamit Özmenek'le birlikte, bir de geçen yıl bu sıralarda ölen bir arkadaşım vardı, müdür yardımcısı, çok değerli, ben böyle insan görmedim. Hasanoğlan'da da birlikte çalıştık Tahir Erdem adında, Tahir Erdem çok ateşli, 'fevri' bir adamdı. 'Böyle şey olmaz!' dedi. 'Müdür böyle bir şey söylemez!', 'Yok söyledim!' dedim. Hamit Özmenek de orada. Zaten fırsat kolluyordum, cebimde de Atatürk'ün Türk köylüsü için söylediği sözler var. 'Bunu nasıl bir dengine getireyim de okuyayım.' diye düşünüyorum. (Atatürk'ün 1 Mart 1922'de Meclis'te söylediği sözleri ben aktarıyorum Türkçeleştirerek özetle şöyle):

"Türkiye'nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köylüdür. Öyleyse herkesten çok gönenç, mutluluk ve varlığa hak kazanan ve yakışır olan köylüdür.

Efendiler, diyebilirim ki, bugünkü yıkım ve düşkünlüğün tek nedeni bu gerçeği bilmememizdir.

... Bunca özveri ve bağışlarına karşı nankörlük, saygısızlık, baskıyla uşak durumuna düşürmek istediğimiz bu gerçek sahibin katında (huzurunda) bugün utanarak, saygı duyarak gerçek tavrımızı takınalım."

-      Söyledim! dedim.

-      Vallahi söylemediniz, 'Öğretmen size bir tokat

atarsa, siz de tokat atın!'demediniz!

-     Canım söyledim, ben söylemesem, arkadaşım bunu duyar söyler mi Tahir Erdem? Ben her zaman sizin yanınızdayım. Öğrenciyle toplantılarda siz belki ayrılmıştınız toplantıdan? Bu sırada Hamit Özmenek:

-      Orada ben de vardım! dedi.

-     Kardeşim, ben söyledim! dedim. O zaman cebimden çıkardım, Atatürk'ün Türk köylüsü için söylediklerini okudum. Sonra da 'Bir şeyi iyice belleyin!' dedim.

'Bu çocuklar bizim emrimizde değil, biz onların emrindeyiz. Biz bunlara hizmet edeceğiz. Bu hizmetimizin karşılığında da devlet bize para veriyor, çoluk çocuğumuzu geçindireceğiz, Bunu kesin olarak bilelim. Hiçbir çocuğa 'eşek' denemez. Şunu da söyledim: Bakın, Galatasaray Lisesi'nde hiçbir öğretmen öğrenciye 'eşek' diyemez. Çünkü o, onu çok ağır öder. Ama, 'K' lisesinde, 'D' lisesinde 'eşek' de der, 'eşşoğlu eşek' de der, tokat da atar. Burada bir tek öğrenciye bir küçük düşürücü söz söylenirse ve öğrenci de 'Ben değilim, sensin!' derse, hiç ceza yok. Şunu da kesin olarak bilelim, biz bunlara hizmet için buradayız. Bunların emrindeyiz. Sonra sanmayalım ki, biz her şeyi onlardan iyi biliyoruz. Bizim onlardan öğreneceğimiz de var. Sonra, yere batsın müdürlük! Müdür ben değilim, hepimiz müdürüz, dedim, hepimiz öğretmeniz, hepimiz öğrenciyiz. Örgüt de yapacağız, öğrencilerden de başkan seçilecektir, o da müdür yetkisinde olacaktır. Ve bizim toplantılarımıza katılacak, oy da verecektir. Bunu böyle bilelim! Bu mükemmel tuttu. Bunu yeni eğitim başı olan arkadaşa anlattım. Sesini çıkarmadı. Çünkü, hiçbir öğrenciye ne tokat atmıştır, ne de öğrenci öğretmene. Çünkü kusurlar cumartesi günleri, öğleden sonraki toplantıda, genel kurulda konuşulurdu, oraya getirilirdi. Öğrencilerden biri eğer, farkında olmadan saygısızca bir davranışta bulunmuşsa, bir söz söylemişse biz ona, 'Niye böyle söyledin?' demeyeceğiz; biz burada onun eğitim hizmetindeyiz, onu uyaracağız! Eğer gerçek şikâyetimiz olursa, genel kurulda söyleriz, bütün öğrencinin önünde. Onlar da değerlendirir.'

Bir öğrenci bir gün bana:

-      Siz büyük bir yalancıymışsınız! dedi. Ben de:

-     Sen de büyük bir insafsızmışsın! dedim. 'Falan yerde buluşalım!' demiştim, zamanında gidemedim. On beş dakika geç kalmıştım. 'Görmedin mi çevremdeki insanları, ben nasıl onları bırakıp çıkabilirdim?' diye konuştum. Hiç de bir şey olmadı.

Öğrenciye tokat atan öğretmen, çok geçmeden okuldan ayrıldı...

19 Nisan 1987