Herkes Savunmanını Bulsun!

Vecihi Timuroğlu'yla, Ahmet Telli, DGM’de yargılanmayı beklerken, Timuroğlu bir baktı Feride de orada. Timuroğlu, içinden "Hani polis kurtaracaktı bu çocuğu?" diye geçirdi. O sırada bir şeylerin geldiğini, bir şeylerin yırtıldığını görür gibiydi. Evrak mı yırtılmıştı? Timuroğlu, kafasında canlandırıyordu: "Demek, buraya dek getirdiler, DGM'ye götürüyoruz gibisine" diye düşündü. Feride'ye yeni bir şey imzalatılmıştı. Timuroğlu, cin gibiydi! Feride'nin suçsuzluğunu imzalattılar herhalde, diye geçirdi içinden. Görevlinin "Seni bırakıyorum" dediğini duydu. DGM'de Timuroğlu'nun bulunduğu parmaklığın önünden geçen Feride'ye seslendi:

"Feride kızım!'

"Buyur Hocam!"

"Evlat, durumun ne?"

"Ateşler içinde yanıyorum hocam! Kırk derece ateşim var!"

"Aman, koş ablana git, sana hemen orada doktor moktor çaresi bulsun!"

"Tamam, ben de doğru hastaneye gidiyorum hocam!"

Vecihi Timuroğlu, yorumluyor olup bitenleri:

"Yani işte, insan meselesi ortadaki. Sistem meselesi değil, işte iki tane insan size iyi davranıyor.. Ama özünde şu yatıyor: Baskı. Ben bunu şöyle düşündüm: Devlet Güvenlik Mahkemesinden başlıyor, kaynaklanıyor. Bu gibi olaylarda polisin bence zerrece suçu yok! Ben bunu iyice içime sindirdim. Sebep şu: Bir defa dediğin gibi beş dakikalık bir sorgu için beni neden siyasi polise teslim ediyor bir; niye beni beş gün orada bekletiyor? Neden yani? Bir de sorgulamadaki şu soru her şeyi çözüyor. Bence tabii, aynen şu soruyu sordu: Hangi siyasi kanaate sahipsin?"

"Savcı mı?"

"Poliiiis! Dedim ki: O sizi ilgilendiren bir konu değil. 'Efendim, buyurun' dedi. Benim önüme uzattı; "Devlet Güvenlik Mahkemesi (savcısı) istiyor, bana ne, dedi... ‘Ben onu orada söylerim, dedim, sen benim bu soruyu yanıtlamadığımı yaz!'

Arkasından, aileniz hangi partiye oy verir diye sordu. Düşünebiliyor musun? Aileniz hangi partiye ya da partilere oy verir? Öyle saçma şey olur mu yav? Ben demokrat adamamım, ne bileceğim yani, dedim. Sonra olayı okudu bana..."

"Olay ne?"

"Söyleyeceğim şimdi olayı, güleceksin; etendim dört cümlelik bir rapor yazmış benim hakkında, o gün o konuşmayı izleyen hükümet komiseri 3.6.1989'da Demirlibahçe'de Yılmaz Düğün Salonunda, Gazi Üniversitesi öğrenci Şenliği var. Beni de oraya çağırdılar. Ertesi günü de benim İskenderun'da panelim var. Oraya gideceğim, dedim ki, öğrencilere, beni önce alın konuşmacı olarak, ancak beş altı dakika konuşma yapabilirim! Muzaffer İlhan Erdost’la biletimizi aldık, gidiyoruz. Çocuklar, ’Peki' dediler, bana böyle bir öncelik de tanıdılar. Ben de kalktım, yedi dakika süren bir konuşma yaptım. O günün gündemde olan konusu, öğrencilerin demek kurma kurmama sorunuydu. Biliyorsun, kimi idare mahkemesine dava açıyor. YÖK kimine izin veriyor, kimine vermiyor, böyle bir şeyler var. Ben de bunu aldım, dedim ki, çocuklar, düşünce ve örgütlenme özgürlüğü, sizin olduğu gibi herkesin de hakkıdır. Bu özgürlük insanın en önemli insan haklarındandır. Bunu birlikte kazanmak için savaşım veriyoruz; demokratik olarak bunu kazanamazsak; bir daha da kazanamayız. Aynen söylediğim bu cümleyi iyi anımsıyorum, çünkü zaten o tümceyi söylemek için konuşmayı yaptım. Bu devletin faşist gelenekleri vardır; faşist gelenekler de böyle örgütlenmelere ve düşünmeye engel oluyor. Yoksa demokratik bir toplumda, bunlar niye engellensin? Kim nasıl örgütlenirse, örgütlenir. Bunlar insanların hakkıdır dedim. Ama bunlar da gider, Süleyman Demirel de gider, Deniz Baykal da gider... Çünkü hepsinin demeçleri var o günlerde. Birer tümce de onlardan aldım. Bakın, böyle diyorlar, ama olmuyor! Bunların hepsi gider, gelecek sizindir, siz kendi ikti- dannızı kurduğunuz zaman da bu meseleyi çözeceksiniz gibi görünüyor. Ama asıl mesele şimdiden çözmek, çünkü size daha çok var! Böyle bir de espri yaptım yani!. Şimdi bakın tutanak nasıl tutulmuş: 'Güneş doğacak.. Güneşi zaptedeceğiz, güneşi fethedeceğiz...' dedi Vecihi Timuroğlu. Sonra 'ANAP iktidarını mutlaka yıkacağız. Ben iktidara geleceğim...' Bak şimdi, lafa bak! Ve bu hakkı size vereceğim. Yav kardeşim, burası parti toplantısı değil. Sonra ben partili değilim, ben siyasi bir adam değilim. Niye iktidara geleyim, bir; sonra yaz dedim polise, savcıya da aynı şeyi söyledim: 'Güneşi zapteceğiz' tümcesine gelince, bu Nâzım Hikmet'in bir şiirinden alınmıştır; çok da güzel bir şiirdir. Ama ben okumadım bu şiiri, keşke okusaydım. Ama niye okuyayım, benim konuşmamı desteklemiyor ki. İkincisi, bu suç değil. Bu şiirin kendisi suç değil. Türk yazarının çok güzel şiirlerinden birisi, ama ben anımsıyorum, sunuculardan biri okudu o şiiri. Hatta beni kürsüye çağırırken bu şiiri okuyarak çağırdı. Görevli, burada sapla samanı birbirine karıştırmış! Yani çocuğun okuduğu şiirle, benim konuşmamı birbirine karıştırmış. Savcı Yardımcısı Kemal Yüksel Bey de bayağı güldü bu işe. Savcı beye de söyledim: Savcı bey, şimdi size bir hukuk adamı olarak soruyorum. Değer mi yani, beni bunun için beş gün dört gece gözaltında bekletmeye?

Savcı hiç sesini çıkarmadı, olumlu olumsuz bir şey demedi.”

"Göz Önünde Gözaltında Aydınlar" yazılan, burada bitti. Ahmet Telli de Vecihi Timuroğlu da öğrenciler de DGM'den salıverildiler. Olay, yeterince yankılanmış mıydı? Muzaffer İlhan Erdost, Akın Birdal, gözaltı olayını kınayan demeçler verdiler. Erdal İnönü bir bütçe konuşmasında, bir de Küçük Kurultay konuşmasında olayı andı. Cumhuriyet gazetesi de "Olayların Ardındaki Gerçek"te konuyu işledi, eleştirdi. Türkiye Yazarlar Sendikası Başkanı Oktay Akbal, TYS Yönetim Kurulu adına Başbakan Yıldırım Akbulut'a PTT sıkıdenetimini aşarak telgraf çekti. Savunman Halit Çelenk'le, Şenal Sarıhan, sanıklarla görüşebildiler. Soruşturma sırasında sanıkların, savunmalarıyla (avukatlarıyla) görüşebilmeleri olayı yeniydi. Bu, Başbakanlığın 26.9.1989 gün, 08-3-383-16873 sayılı genelgesinden sonra uygulanmaya başlandı. Başbakanlıkça, tüm bakanlıklara yollanan genelgenin son tümcesi aynen şöyle:

"Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun muhtelif maddelerinde ifade edildiği üzere: Cumhuriyet savcısının muavini sıfatıyla soruşturma yapan zabıta mensuplarının hazırlık tahkikatı cümlesinden olan gözaltına almalarda, gözaltına alınan kişiyi talebi vukunda, cumhuriyet savcısının emri üzerine, bir müdafi ile görüştürmeleri gerekmektedir." Çok kişi, bu genelgeyi bilmiyordur diye yazdım!

Başbakanlığın, gözaltında sanıkların savunmalarıyla görüşebileceklerine ilişkin bu genelgesi, Adalet Bakanlığınca da tüm savcılıklara yollandı. Gözünü sevdiğim Avrupa Topluluğu, neler yapmıyor![1]

Şimdi yapılacak iş şudur: Herkes savunmanını bulsun. Ne olur ne olmaz, hiç belli olmaz; gözaltına ne alınabilir!

28 Aralık 1989




[1] Şubat 1995’te Türkiye, Avrupa Birliğini giriş yolunda birtakım belgeler imzaladı. Bu imzalarla birlikte de "düşünce"nin suç olmaktan çıkarılması, demokratikleşme yolunda kimi hızlı adımların atılacağını Başbakan Tansu Çiller söylemeye başladı. 13 Mart 1995'te İstanbul'un Gaziosmanpaşa semtinde Alevi yurttaşlara yönelik bir saldın üzerine, bu semtin insanlarıyla polis arasında birtakım olaylar yaşandı. 16 kişinin (kimi gazeteler bu sayıyı 30 olarak yazdılar) öldüğü bu olayların arkasından Alevi-Sünni ayrımcılığını yok etme çabaları başladı. İlk kez "polis" ve tavrı açık açık değişik kişilerce irdelendi. Kitap basıma hazırlandığı sırada Türkiye, Avrupa Birliği, bu olaylar ve DYP ile CHP'nin birlikte gündemin başında yer alıyordu.