Üniversiteden Gelen Ses/I

Alman Profesör Gerhard Bauer’den sonra, Karadeniz Teknik Üniversitesi profesörlerinden Dr. Alptekin Günel, Doğramacının "Ankara Notları"nda çıkan açıklamalarına değinerek eleştirdi:

Sayın Mustafa Ekmekçi,

Yükseköğretim Kurulu Başkanı Sayın Prof. Dr. İhsan Doğramacı'nın sütunlarınızda yayımlanan açıklaması olmasaydı, bir süredir içinde bulunduğum sessizliği bozmayacaktım. Biraz güç de olsa, bu mektubumda, 1983-1986 yıllan arasında dekanlık, rektör yardımcılığı ve Üniversitelerarası Kurul üyeliği görevlerinde bulunmuş bir kimse olarak, üniversite sorunlarının görebildiğim yüzlerini, görebildiğim doğrulukta aktarmak istedim.

Belirtmeliyim ki, 1980 öncesi, yükseköğretim kurumlarımızın işleyiş şekillerinden memnun olmayanlar arasında ben de bulunuyordum. Bugün de değişmeyen inancıma göre, üniversiteler düşünce ve bilginin yaratıldığı, böylece bilimin boyutlarının genişletildiği merkezlerdir. Üniversiteleri diğer öğretim kurumlarından ayıran temel özellik budur. Ülkemizde, üniversitelerimize ikinci bir önemli görev daha verilmiştir: Atatürk devrimlerinin ışığı altında, ulusu çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırmada öncülük etmek. Böyle bir görev, ilk görevle birlikte üniversitelerimize ağır bir sorumluluk yüklemiştir. Üniversitelerimizin bu sorumluluk bilinci içinde davranmadıklarını söylemek gerçekten büyük bir haksızlık olur. Ne var ki, küçük bir azınlık da olsa, böyle bir sorumluluğu paylaşmak istemeyenler de çıkmıştır. Bu gibi kimselerle bir şeyler yapılmaması veya yapılamaması yükseköğretim kurum ¡arımızda bir şeylerin eksikliğine açık bir kanıttı. 1970'li yılların bütün dünyayı ve ülkemizi sarsan karmaşasından, bu ülkenin bir kurumu olarak üniversitelerimizin etkilenmemesi elbette söz konusu değildi. Bu olumsuzluk da, üniversitelerimizdeki sorunların olduğundan daha büyük boyutlara bürünmesine neden olmuştur.

Böyle bir olgu karşısında, yükseköğretim kurumlarımıza yardım etmek, onların sorunlarını çözecek ortamı ve çareleri ortaya koymak, her şeyden önce ülkenin bugünü ve geleceği açısından son derece yaşamsal ve kaçınılmaz bir zorunluluktu. Ancak sorunun çözümünde, geçmişteki çalkantıya doğrudan veya dolaylı şekilde katkıda bulunmuş, yaratılan ortamdan sübjektif amaçlarla yararlanmaya kalkmış kimselere herhangi bir rol verilmemeliydi. Ayrıca sorunun çözümüne, eksik bilgilerden kaynaklanan önyargıyla değil, fakat yükseköğretim kurumlarını üniversite yapan evrensel değer yargılarına sahip çıkılarak yaklaşılmalıydı. Aksi tutum ve anlayış, sorunun çözümü yerine, değişik boyutlarda yeni sorunlar yaratmak olgusuna dönüşebilirdi.

Bu açık ve basit gerçek karşısında, YÖK'ün tutum ve anlayışı ne olmuştur? Yabancıların özenle baktıkları ifade edilen 2547 sayılı Yükseköğretim Yasasının içyüzü nedir? Önce bu sorulara cevap vermeye çalışacağım.

Sayın Doğramacı, sık sık Türk yükseköğretimine yeni bir sistem kazandırdıklarını dile getirmektedir. Burada ayrıntıya girmeden, sistem kavramı üzerinde durmak istiyorum.

En basit tanımı ile sistem, belirli bir amacı gerçekleştirmek üzere oluşmuş veya oluşturulmuş bir düzen veya bir yapıdır. Sistem, karmaşıklığına göre, birtakım iç ve dış öğelere sahiptir. Bu öğeler arasında tutarlı bir uyum sağlanamazsa sistem ya işlevini yerine getiremez veya kendini tahrip eder. Sistemin kendisi bir amaç değildir; o belirli bir işlevi yerine getirecek olan araçtır. Sistem, sözü edilen iç ve dış koşulların sürekli etkisi altındadır. Bu koşullar ve bunlar arasındaki ilişki tam anlaşılmadan, başarılı görünen bir sistemin değişik bir ortamda da aynı başarıyı göstereceğini beklemek her zaman yanıltıcı olmuştur. Bunun en tipik örneklerinden birisi, Alman ve Amerikan üniversite sistemleri arasındaki farktır. Bu iki sistem taban tabana zıt olmasına karşın her ikisi de birer başarı örneğidir. Bu basit karşılaştırmanın ortaya koyduğu gibi, başarı, sistemin kendisinden çok, sistemi çalıştıran temel öğelere, diğer bir deyişle, temel değer yargılarına ne düzeyde sahip çıkıldığı, sistemin öğeleri arasındaki uyum ve tutarlılığa ne derece özen gösterildiği ile ilgilidir. Olaya bu açıdan bakıldığında, yabancıların büyük bir imreni ile baktıkları ifade edilen 2547 sayılı yasanın gerçekte bir kavram karmaşası içinde olduğunu görüyoruz.

Sözgelimi, yasada 'bölüm1, 'bilim dalı' ve 'disiplin' kavramları, bilerek -ki bu takdirde çok daha kötü- veya bilmeyerek birbirine karıştırılmıştır. Bu durum, bilime ve bilimselliğe en çok özen gösterilmesi gereken üniversitelerde, bilim sistematiğinin ve bunun gereklerinin inkâr edilmesi anlamına gelmektedir. Bu anlayış, sözü edilen yasada mad. 26-b/4 hükmünün yer almasını sağlamıştır. Anılan hükme göre, üniversite rektörü, açık bulunan profesörlük kadrosu için istediği gibi jüri oluşturabilmektedir. Bunun pratik sonuçlan ortadadır. Bu yetki sahibi rektör, rahatlıkla bir kimseye seni profesör yapacağım veya seni doçent yapacağım, diyebilmektedir. Üniversitede akademik unvanlar rektörün iznine bağlı olursa, o kurumlarda üniversite temel değerlerinin korunduğu, bilimin ve bilimselliğin özendirildiği ileri sürülebilir mi? Sürülse bile, ne kadar gerçeği yansıtır? Böyle kurumlar ne derece 'çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmada' önderlik yapabilirler? Nihayet, böyle kurumlara üniversite denebilir mi? Buna bağlı olarak, yabancıların böyle bir yasaya imrendikleri ne derece gerçeği yansıtır?

2547 sayılı yasa, çıktığı günden bu yana en çok değişikliğe uğratılmış yasaların hemen başında gelmektedir. Bu değişiklikler, ne yazık ki, sistemi olgunlaştırmaktan çok, baskı gruplarını tatmin amacına yönelik olduğundan, beraberinde de yeni sorunlar getirmiş, sözünü ettiğim tutarlılık daha belirgin olarak kaybolmuştur. Bu değişikliklere yönetmelik ve yönergelerdeki, sayısız diyebileceğim değişiklikler de eklenince, üniversiteler birçok sorun karşısında ne yapacağına karar veremez duruma düşmüştür. İdari mahkemelerde açılan pek çok öğrenci davasında gerekçelerin esasını bu belirsizlikler oluşturmaktadır.

2547 sayılı yasa, üniversite rektörlerini atama yetkisini, devletin en yüce makamı olan Cumhurbaşkanlığına tanımıştır. Cumhurbaşkanı tarafından atanmak, kanımca gerçekten bir şeref vesilesidir. Birçok ülkede, rektör atama yetkisinin, politik bir makam olan Milli Eğitim Bakanlığına bırakılması karşısında bu maddenin önemi daha açık olarak anlaşılmaktadır. Sayın Doğramacı'nın sözünü ettiği özenme, sanırım yalnız bu maddeye özgüdür.

Kanımca, batı sözcüğü ile sembolize ettiğimiz ülkelerle aramızdaki temel farklardan biri, belirli makamlara yapılan atamalarda görülmektedir. Batıda bu tür makamlardan biri boşaldığında, buraya atanacak adaylar aşağı yukarı bellidir; bu kimseler, bugüne kadar gösterdikleri performans, bilgi ve yetenekleri ile, söz konusu makamın doğal adaylarıdırlar. Bunlardan birisinin şu veya bu gerekçe ile atanmış olması herhangi bir komplikasyona yol açmamaktadır. Ülkemizde, bu nitelikteki atamalar nadir olaylar olarak adlandırılabilir. Atamalarda daha çok 'dostluk' ilişkileri hâkim olduğundan, birçok kimse, daha çok çalışma, bilgi ve deneyim kazanma çabası yerine daha yakın ilişkiler kurma gayreti içine itilmektedir. Cumhurbaşkanı tarafından atanmış olmak da, ne yazık ki, belirtilen geleneği ne derece değiştirdiği tartışılmalıdır. Bunun aksi olsaydı, sübjektif tutumu ve davranışları nedeniyle, yalnız kendi çalışma arkadaşlarının değil, aynı zamanda öğrencilerin de tepkisine yol açan, bu yüzden bazı olaylara neden olan kimselerin rektörlük gibi, bilimsellik ve objektivitenin doruklaşması gereken bir makama atanmaları, hangi gerekçe ile olursa olsun gerçekleşemezdi.

Bazı profesör atamaları bir iki ay içinde gerçekleşirken, bazılarının atamaları yıllarca uzayabilmiş, ya mahkeme kararı veya araya girenlerle, çok zaman sonra onaylanmıştır. Üniversiteler tarafından yapılmış atamalara engel çıkarılamayınca atamaların geri alınması için rektörlere yapılan baskılara bazılarının direnebildiği, bazılarının uyduğu şeklinde ortaya atılan iddialara Sayın Doğramacı'nın yanıtı merak konusudur. Bütün bu olaylara karşın, Sayın Doğramacı üniversitelerin özerk olduğunu rahatlıkla ileri sürebilmiş, üniversitelerin işlerine kesinlikle karışmadıklarını söyleyebilmiştir...

29 Mayıs 1988