Beşikdüzü Köy Enstitüsünün müzik öğretmeni Mehmet Ali Kamacıoğlu'nun anılan gerçekten ilginçti. Onun Köy Enstitüsünden öğrencilerinin çoğu müzik öğretmeni oldular, TED Ankara Koleji orta kısım müdür yardımcılığını yapıp, şimdi emekli olan Şükrü Velioğlu bunlar arasında...
Kamacıoğlu, bir gün balıkhanede 40 kişilik keman orkestrasını çalıştırıyordu. Müdür, kalabalık bir ziyaretçi grubuyla geldi. Gelenler, sessizce çalışmalan izlediler. Gelenler arasında o zamanın Gümrük ve Tekel Bakanı Suat Hayri Ürgüplü de vardı. Ürgüplü şöyle dedi:
"Biz Galatasaray Lisesinde okurken, içimizde keman çalanlar vardı, fakat dört, beş kişiyi geçmezdi. Bir okulda böyle çalışmayı ilk kez görüyorum..."
Müzik öğretmeni Kamacıoğlu, bir gün kasabanın otobüsüyle Trabzon'a gidiyordu. Şoförün bir şarkı mırıldandığını fark etti. Melodi yabancı gelmemişti. Biraz dikkat edince, sabah müziklerinde söyledikleri "Ankara" şarkısının ikinci sesi olduğunu anladı, içini tatlı bir sevinç ve heyecan doldurmuştu. Düşleri gerçekleşecekti. Sabah müziği çalışmaları aksamadan sürünce, tüm kasabanın ilgisini çekmeye başladı. 0 saatte hemen tüm kasaba halkı, hatta yoldan geçenler okul bahçesinin çevresini dolduruyor, orkestra ve koroyu zevkle dinliyorlardı. Nasılsa bir gün ara vermişlerdi. Kasabanın ileri gelenlerinden biri:
"Bu sabah neden bülbüller hamuş?" (susmuş) diye takılmıştı…
Yine bir gün Trabzon'dan bir konuk grubu gelmişti. Rastlantı, koro çalışmaları vardı. Dikkatle dinlediler, alkışlarından çok memnun oldukları anlaşılıyordu. Bunlar Trabzon'daki İngiliz Başkonsolosuyla, konsolosluk görevlileriydiler. Başkonsolos hafta sonlan, en geç on beş günde bir enstitüye gelir, koroyu dinlemek isterdi. Bundan öğretmenler de öğrenciler de mutlu olurlardı.
Beşikdüzü'nde, ikinci okul binası bitirilmişti. Binaları da öğrenciler yapıyorlardı, idare ile müzik salonu bu binaya taşınmıştı. Keman ve müzik aletlerini yerleştirmek için dolaplar yaptırıldı. 100 tane de tabure vardı. Artık sınıfların müzik dersleri de bu binada yapılmaya başlandı. Bellibaşlı klasikleri içine alan plak koleksiyonu, gramofon, radyo, hoparlörlü pikapları vardı. Zevkle, heyecanla, yorulmadan çalıyorlardı. Kamacıoğlu şöyle diyor:
Yatmaya giden öğrenci beni müzik salonunda bırakıyor, sabahleyin derse gelen salonda buluyordu. Şöyle düşünüyordum: Buradan yetişecek öğrenciler köye gidecek, okulda kuracakları okul korosu, zamanla okulla birlikte, köy korusu olacak. Okul bitimi, tüm köy birlikte, istiklal Marşını, öbür marşları, şarkıları, türküleri, tek ve çoksesli söylecek duruma gelecek. Orada kendini gösterecek yetenekli çocuklar, enstitüye, belki de konservatuvarlara gönderilerek Türkiye ve dünya çapında sanatçıların yetişmesi sağlanacak. Böylece uygarlık düzeyine ulaşmış Türkiye'nin gelişmesine katkıda bulunacak..
Bu çalışmalar 17 Nisan 1948 tarihine dek aralıksız sürer. Kamacıoğlu'nun enstitü müdürlüğüne yazdığı şu rapor, müzik çalışmalarının kapsamıyla ilgili yeteri derecede bilgi verecek niteliktedir:
Enstitü Müdürlüğüne,
Beşikdüzü,
Enstitümüz demirbaşında kayıtlı bir piyano, 48 keman, 1 alto, 1 viyolonsel, 20 mandolin, 1 akordeon, 10 kemençe, 2 zurna 4 saz, 1 büyük salon gramofonu, 60 klasik plaklık koleksiyon, bir adet hoparlörlü amplifikatör ve pikap teşkilatı, bir bataryalı ve bir elektrikli olmak üzere iki radyo mevcuttur. Bunlara, halen öğrencilerin şahıslarına ait olmak üzere mevcut olan 135 keman, 34 mandolin, 4 kemençe, 3 kaval da ilave edilirse, toplam 1 piyona 183 keman, 1 alto, 1 viyolonsel, 54 mandolin, 1 akordeon, 4 saz, 3 kaval, 4 kemençe, 2 zurna mevcut olup, bu aletlerle metotlu ve düzenli olarak çalışan öğrencilerin toplamı şimdilik 320'dir. Gerek alet alanların, gerekse alet çalışanların miktarı süratle artmaktadır.
Yeniden kooperatifçe sipariş edilmiş olan aletlerin de yola çıkarılmış olduğunun öğrenildiğini saygılarımla sunarım.
Müzik Başı Mehmet Ali Kamacıoğlu.
17 Nisan 1948 törenleri için hazırlanıyorlardı. Bu sırada enstitü müdürü değişmişti: Yeni müdür, bu çalışmalan anlayacak yetenekte değil miydi ne? Ama yine de bir faaliyet olsun istiyordu. 'Tarih Diyor ki" adlı müzikli piyes temsil edilecekti. Bu, onlar için opera temsili gibi bir şeydi. Çünkü içinde üç sesli şarkı ve araya benzeyen sololar, düetler vardı. 21 saatlik bir çalışma sonunda oyun hazırlanmıştı. Törene Trabzon Valisi, Tümen Komutanı, Milli Eğitim üstdüzey kişileri çağrılıydı. Tümen Komutanı Tümgeneral Haşan Atakan, Kurmaybaşkanı, başta Vali olmak üzere, vilayet erkânı, tümen bandosuyla birlikte gelmişlerdi. İstiklal Marşını bandonun çalması istendi. Kamacıoğlu, bando eşliğinde hep birlikte söylenmesini önerdi. 700 öğrenci ve tüm çağrılılar, geniş bir daire biçiminde Çamlıkdüzü'nde toplanmışlardı. Bando dairenin ortasında yer almıştı. Müzik başı Kamacıoğlu, bir masanın üzerine çıktı. Hiçbir prova yapmadan bando eşliğinde, istiklal Marşı söylenecekti. Heyecanlıydı. Bandoya başlama işaretini verdi. Dördüncü tempoda, 700 hançereden çıkan pürüzsüz sesin, en küçük bir ritm yanlışı yapmadan söylediği İstiklal Marşı herkesi şaşırtmıştı. Böyle bir İstiklal Marşını ilk kez dinlediklerini söylüyorlardı. Daha sonra atölye binalarının birinde düzenlenen temsil izlencesine geçildi. Orkestrayı M. Ali Kamacıoğlu yönetiyordu. Kurmaybaşkanı, General Haşan Atakan'a,
"Bizim şehir çocuklarının bunlara ulaşabilmeleri için daha çok çalışmalan gerekir Paşam!" diyordu. Vali ise:
"Bu müsamerenin Trabzon hatta Türkiye'nin diğer yerlerinde tekrarı çok iyi olur..." diyor, herkesi tebrik ediyordu...
Sadece yeni müdür, mutlu olmadığını şöyle dile getiriyordu:
"Ben o kadar intizamı sağlamaya çalıştım. Herkes çocuklan ve Mehmet Ali'yi tebrik etti, beni kimse tebrik etmedi!"
Müdür bununla da kalmamış, ertesi günü de oyunda başrolü oynayan öğrenciyi derse kaldırarak,
"Orada oynamak marifet değil, dersi bilin bakalım" biçiminde konuşarak, öğrencilerin başanlarını küçültmeye çalışmıştı. Grup, Trabzon'a da başka yere de gidemedi. Beşikdüzü'ndeki müzik çalışmaları da böylece sona erdi. O yıl, Mehmet Ali Kamacıoğlu da enstitüden ayrılmak zorunda kaldı...[1]
20 Nisan 1989
[1] Kamacıoğlu'nun büyük çabalarla aldığı kemanların, tüm müzik aletlerinin, yine onun bilgilendirmesiyle, hurdacıya satıldığını, 23 Nisan 1989’daki yazımda ele almıştım.