İlhan Selçuk, Eylemle özlemi görünce sormuş:
"Babanız nerede?"
"Babamızın bugün yazı günü," diye karşılık vermişler, "o, yazı günlerinde evden çıkmaz..."
"Yazı günü mü?" demiş İlhan Selçuk. "Çamaşır günü gibi, yazı günü de mi olurmuş?" Çok şaşmış...
"Öyle," demiş kızlar, "babamız yazı günlerinde masasının başına kapanır. Biz o sırada telefonla da konuşamayız. Telefona da o el koyar! Telefonumuz paralel de..."
Nasıl yazdığımı, yazıya başlayıncaya dek ortalıkta nasıl dolandığımı bir bir sayıp dökmüşler. İlhan da keyifle dinlemiş anlatılanları...
Haftada üç gün yazı yazan bir yazar için yazı günleri olması gerekir. Yazı gününe dek konular kafada birikir, sıralanır. Bu da yetmez, kâğıda dökebilmek için onları yazmaya hazır olmanız da gerek. Hazırsanız, hiçbir şey onu engelleyemez o zaman. Yazıp kurtulacaksınız!
Kimileyin günleri unuttuğum olur. Oldu da. Bir gün gazeteye geldim, yazı günüm olduğunu unutmuşum. Haber kovaladım, öğle saati oldu. İçimden,
"Ne güzel, bugün yazı günü de değil. Sevdiğim bir arkadaş arasa da çıksam, konuşsam, söyleşsem... diye geçiriyordum. Bir arkadaşım aradı sözleştik...
"Tamam, hemen çıkıyorum!" dedim. O sırada, bir arkadaş:
"Abi, seni İstanbul’dan yazı işlerinden arıyorlar... " dedi, telefonu verdi.
"Allah Allah, niye arıyorlar ki?" Telefonu aldım, Okay Gönensin,
"Abi, yazın gelmedi!" dedi.
"Ne yazısı? Bugün günlerden ne?"
"Aman abi! gazete geç kalıyor."
"Hay Allah! Peki, ne kadar vaktimiz var?"
"Yarım saat!"
"Peki, çalışayım..."
Her şey hazır da ben hazır değilim! Kafamda, günlerdir sıralanmış konuları, bilgisayarla çalışır gibi, çağırdım. Geldiler! "Ankara Notları”nı çatmak için beş dakikam var yok. Ha, arkadaşla görüşmeyi de ertelemeliyim.
"Yahu, ben bugün yazı günüm olduğunu unutmuşum. Seninle buluşamayacağım, kusura bakma!" Güldü, anlayış gösterdi arkadaşım...
İlhan Selçuk gibi, Uğur Mumcu, Ali Sirmen, Oktay Akbal gibi, her gün yazdığım günler oldu, "Yeni Ortam"da öyleydi. O günleri düşünüp şimdi de şaşıyorum. Gecem gündüzüm kayardı. Böyle iyi!
Her yazıya oturuşta, yeni başlıyormuşum gibi bir duyguya kapılırım, "Ya beğenilmezse?" diye. Her yazıda sınavdan geçer gibi bir duygunun içinde yaşamak kolay olmasa gerek. Hani birine söylemişler,
"Okunmuyorsun arlık, bu yazarlığı bıraksan!"diye...
"Bırakamam, çünkü ünlü oldum!" demiş.
Öyle ünlü filan olmadım, ama yazacaklarım, söyleyeceklerim bitmedi gibi geliyor!
"Ankara Notları", köşe yazıları içinde değişik bir türdü. Onun benzeri yazılar şimdi hemen her gazetede var. Bir zamanlar, anımsıyorum. "Taklitlerinden sakınınız!" diye bir yazı da yazmıştım. Birçok arkadaş bunu yapıyor. Yazı içinde, birçok haber öğesi var. Gözden kaçan bir eksiği var, gülmece öğesi yok yazılarda. Kuru.
Albenisi yok. O olmayınca canlı olmuyor. Şişirilmiş, bir rapor gibi kalıyor...
Bir yazara sormuştum.
"Yazının içinde bu kadar çok dedikoduyu kullanıyorsun, nereden buluyorsun?"
"Senden öğrendik!" dedi.
"Ben hiç öyle bir şey yapmadım!" karşılığını verdim...
Yazıda dedikodu öğesinin bulunması ayrı şey, dedikoduları art arda sıralama yine ayrı şey. Yazının getirdiği bir mesaj yoksa havada kalır. Bu mesaj açık da olabilir, "satır arasında" da verilebilir...
Geçen yıl, dinlencede, "Ankara Notları”nı aksatmamıştım. Turizm Bankasının Belek tatil Köyünde teleks vardı. Sabahın erken saatinde, yazı günümde teleksin başına oturup yazımı yazıyordum. Teleksin faks sisteminin olmadığı yerlerde zorlanıyordum. Şimdi yazılar İzmir Bürosuna yollanıp oradan geçiyor, ama bu arada çamaşır günü, pardon yazı günü karışıyor! Birkaç yazıyı birden yollamam gerekiyor. Dikili izlenimleri yazılan daha bitmemişti. Marmaris'e geldik. Burada "Orman Kampı’nda dinleneceğiz. Orman Kampı çok düzenli, çok temiz bir yer. Marmaris'e daha önceleri de gelmiştim. Yıllar önce Ziraatçılar Kampında kalmıştım. Ziraatçılar Demeği elinden alınan dinlenme kampını Aydın İdare Mahkemesinin kararıyla geri aldı. 1999'a dek işletecek. Savunman Ahmet Toptanla oraya gidip, çoğu Cumhuriyet okuru olan kamp konuklarıyla görüştük. Marmaris'te yetil turist bu yıl parmakla gösterilecek denli az. Esnaf, şoförler kan ağlıyor! Yabancı turistler şeftaliyi, elmayı taneyle alıyorlarmış. öyle, filesini getiren yok. Pansiyonlar boş. Hemen tümünde "boş oda bulunur" yazısı var. Bu, boşun kibarcası!
Kıyı yağması, beton yığınlarıyla Marmaris'te kendini gösteriyor. Parselleyip bir beton yığını kondurmuşlar, buna da turizm demişler! Beton yığınını kondurmak için de ormanın ağaçlarını doğramışlar. Oysa orman kampında olduğu gibi ağaçlan doğramadan oralara dinlence yerleri yapmak daha güzel. Ama hayır! Mimar,
"Şu ağaçlan keselim" demiş, kesmişler. Beton yığınları, cascavlak kalmış güneşin alnında. Güneşten, şemsiyelerin altında korunabiliyor insanlar.
Ağaçsız yerde dinlenmek işkence gibi. Bu işkenceye de katlanıyorlar. Otel plajlarında üstsüzler güneşin tadını çıkarıyorlar...
Para babalarının çocukları deniz motorlarında tur atıyorlar. Motorlar turlarda turistleri gezdiriyor. Şarkılar, türküler, oyun havalan; geceleri dümbelek eşliğinde göbek dansları. Buna "dümbelek turizmi" de diyorlar...
Deniz motorları can alıcı hızla gidiyorlar körfezde. Bir şirket, küçük helikopterleri saati 300 dolardan, büyükleri 600 dolardan kiralıyor. Deniz uçaklarının saati 400 dolar. Helikopterler, "Star Havacılık" Şirketinin. "Star" şirketinin sahibi önceleri madenciymiş. Sonra sonra buna dökmüş işi. Helikopterlerle gezenler yabancılar değil, yerliler; yabancı turistte para ne gezer, para babalarında, çocuklarında var.
Kıyılar sözde kamunun. Denize dek inmiş oteller; adım atacak yer yok. Gündüzleri turistlerin uzanıp güneşlendikleri tahta banklarda geceleri, otelde, lokantada çalışan emekçiler yatıyorlar. Böyle devredip gidiyor....