Ataç'ın Alayları

Nurullah Ataç, Arapça uydurmacılığı ile ölesiye alay etmişti. Şimdi, Abdi İpekçinin deyimiyle "kıçıkırık" gazetelerde, Arapçacılık yapanları, din sömürüsünü hızlandıranları görse, kim bilir neler derdi? Türk-İslam sentezi, giderek Türk Arap sentezine dönüştü! Ataç’ın alayları da incedir, düşündürücüdür. Bunları en iyi Ömer Asım Aksoy bilir. Ataç'ın yakın arkadaşıydı. Ona sordum, şöyle dedi:

"Cihan Sokaktaki Dil Kurumu merkezinde benim odam (Filoloji Kolu Başkanlığı) ikinci katta, Ataç’ın odası (Yayın Kolu Başkanlığı) üçüncü kattaydı. Ben işe erken başlardım. Ataç daha sonra gelir, odasına çıkmadan bana uğrar, bir süre söyleşide bulunurdu.

Bir sabah odama girer girmez,

'Meşruta ne demek?' diye sordu.

Ben açıklama yaparken o gülüyor, 'Hayır bilmiyorsunuz!' diyordu. O zaman:

'Peki siz söyleyin ne demekse?' dedim. Yanıt şu oldu:

'Meşruta, şort giymiş kadın demek.’

Beni de güldüren bu yanıt, Arapça sözcük uydurmacılığı ile olay eden ince bir buluştu. Bundan sonra her görüşmemizde söyleşinin bir bölümünü bu oyun oluşturdu. Ataç, 'mezun' sözcüğünü, 'Özen Pastanesinde oturan' diye açıklıyordu. (O yıllar Kızılay'da, şimdiki öğretmenler Bankasının yerindeydi bu pastane.)

Bir gün 'terakkinin anlamını sordu. Ben artık oyunun hilesini öğrendiğimden, 'rakı içmek' demek olduğunu kolayca buldum. Bunun üzerine,

O zaman:

'Peki,' dedi, 'çifte terakki nedir?'

Bunu çözemediğimi görünce kendisi açıkladı:

'Roka ile rakı içmektir!’

Buna benzer bir açıklaması da şuydu:

'Tereddi, radyo dinlemektir. Çifte tereddi radyoda Şevket Rado'yu dinlemek!'

Başka bir gün, 'tefekkürün anlamını sordu. Ben, 'fıkırdamak' diyecek oldum. O, 'Hayır,' dedi 'poker oynamak demektir!' Ben itiraz ettim; teşekkür olsaydı, dediğiniz doğru olurdu, dedim. O zaman Arapçanın "ilal" kuralını anımsatan şu yanıtı verdi:

'Arapçada p harfi l'ye çevrilir..."

Ataçla, Aksoy'un bulmacalarına kendimi kaptırmış gidiyorum. Arapça değil ama "türbana "tribündeki sıkmabaş" karşılığını buluyorum!

TVden Ömer Asım Aksoy'a geldiler, "Efendim, 17 Mayıs Ataç'ın ölümünün 33. yılı, siz de onun yakın çalışma arkadaşlarındansınız[1]. Sizinle bir görüşme yapmak istiyoruz" dediler. Ömer Asım Bey, "Hay hay" dedi, konuştu. Yukarıdaki şakalan filan da anlatmadı. Onu sadece isteğim üzerine bana anlattı. Konuşma bittikten sonra, izlenceyi yapan görevli Ömer Asım Beye telefon etti:

"Çok üzgünüm efendim," dedi, "konuşmanız yayımlanamayacak!"

Ömer Asım Beye, "O zaman ben özetle Ankara Notlarında yayımlayayım, izin verirseniz," dedim. Yayımlanamayan konuşmanın özeti şu:

Onunla arkadaşlığımız 1940'ta başladı. İkimiz de Dil Kurumunda hazırlanmakta olan Türkçe Sözlük'ün Danışma Kurulu üyeleri arasında bulunuyorduk. Ben 194Yde Kurumun Filoloji Kolu Başkanlığına getirildim. Oda 1951'de Yayın Kolu Başkanlığına seçildi. Bundan sonra her gün bir aradaydık. Görev ortaklığı bizi iyice kaynaştırdı. Ataç, şu üç özelliğiyle adını yazın tarihine geçirmiştir:

1)   1940 ve 1951'li yılların yazın alanında yargısına güvenilen en büyük eleştirici,

2)   Ele aldığı konuları en tatlı ve en etkili biçimde anlatan bir yazar,

3)   Dilde özleşmeyi son kertesine değin zorlamayı iş edinen bir ülkücü.

Ataç, bu özellikleriyle yaşamın son 15-20 yılında ve ölümünden son 15-20 yıl daha, toplumumuzun aydın kesimini etkisi altında tutmuştur. Bugün adı daha az anılsa da etkisinin yazınımızda sürmekte olduğu yadsınamaz.

O, kendini eleştiriye adamış bir kişiydi Yurdumuzda yayımlanan yazın ürünlerini, dergileri dikkatle izler, bunları, yazarlarına ve konularına göre, ya saygılı, ya alaylı, ya öğütçü ya da öfkeli bir dille eleştirirdi.

Eleştirilerinde hiç ödüncü olmamıştır. Hatır, gönül dememiş, en yakın arkadaşını bile eleştirmekten çekinmemiştir. Bu tutumu, yazınımızda mutlu bir ortam yaratmış, eleştirilmekten çekinen yazarlar, kalemlerini daha dikkatli kullanır olmuşlardır.

Ataç'ın yargıları hep saygı ile karşılanmıştır. Çünkü bunlar, sağlam bir mantığa ve geniş bir kültüre dayanıyordu. Çekici, inandırıcı ve etkileyici bir biçemle yazılmış olmaları, onların değerini artırıyordu.

Orhan Veli'nin, alışılanlar dışında yepyeni bir görüş ve deyişle yazdığı şiirler, sanatçılar çevresinde tepki ile karşılanırken, Ataç bunları göklere çıkararak savunmuş, sonunda yazın dünyası, Ataç'ın yargısına katılmıştır.

Orhan Veli'nin 'Kitabe-i Seng-i Mezar' şiiri ile ilgili savunmasını yıllar sonra bana anlatırken demişti ki:

Böyle bir Süleyman Efendinin ölümüne, Kanuni Sultan Süleyman mersiyesindeki gibi, Berbat kıldı taht-ı Süleyman Rüzgâr denmez ya, 'Yazık oldu Süleyman Efendiye!' denilir.

Ataç, 'edebiyat yapma' dediğimiz süslü söz söyleme özentisine karşı büyük tepki gösterirdi. Kendisinin ‘söyleşi' adı altında yayımladığı o birbirinden güzel yazılan da süsten uzak düzyazının en değerli örnekleridir. Okuyanlarda konunun bundan daha güzel biçimde anlatılamayacağı kanısını uyandtnr.

Ataç iyi kullanılan devrik tümcenin anlatıma güç ve renk kazandırdığına inandığı için yazılarında bol bol bu yola başvurmuş, böylece devrik tümce kullanımının yaygınlaşmasına yol açmıştır.

Bana anlattığına göre, onun devrik tümce tutkusu, 500 yıl önce Mercimek Ahmet'in Türkçeye çevirdiği Kâbusname'de geçen bir anlatışı okuduktan sonra başlamıştır. Mercimek Ahmet şöyle diyor. 'Ko ne belâ imiş ol sabuhi dedikleri /Şükür ki vaki olmadı Mercimek'e.' Ataç, bu anlatışın güzelliğine bayılıyor onu bir daha, bir daha yinelemekten büyük zevk duyuyordu.

(Sabuhi=sabah mahmurluğuyla içilen içki demek. Merci- mek’in dizelerini şöyle de söylerler: "Ko, ne bela imiş o sabuhi dedikleri / Çok şükür gelmedi Mercimek'in başına!" M.E.)

Gelelim özleştiriciliğine: Özleştirme akımı başladığında, Ataç bu işin yürüyeceğine inanmamıştı. Ama böyle bir atılımın gerektiği üzerindeki düşünceler, konuşmalar, yazılar, bir süre sonra kendisine de geçti. Bir yazısında bunu şöyle anlatır: 'Ben de, önce dil devrimine dayatmaya kalkmıştım. Olmaz bu iş, alıştığımız sözleri bırakamayız; bırakırsak dilimizi yoksullaştırırız, diyordum. Sonradan anladım yanlış düşündüğümü. Dil devrimi üzerine söylenenleri dinledim de öyle anladım, eski dilin yetersizliğini, kullanışsızlığını, bugünün isteklerine uymadığını...'

Bu uyanıştan sonra, kendisini üne kavuşturan eski yazılarının dilini bıraktı. Anlaşılmama, okunmama pahasına da olsa yeni dile dört elle sarıldı...

17 Mayıs 1987




[1] Ömer Asım Aksoy'u 30 Ekim 1993'te, 95 yaşında yitirdik. Ataç ise, 1957de öldü.