Vecihi Timuroğlu Anlatıyor...

Neden onca eleştiriye, yazıya çiziye karşın kimi savcılar yeri yurdu belli, adresleri belli kişileri, savcılığa çağıracak yerde, onlan emniyete "havale" ederek, gözaltına alırlar, bir türlü anlayamam. Bunu dört beş gün gözaltında kalan Vecihi Timuroğlu'na da sordum, anlattı:

"Size gözaltında nasıl davrandılar? Anlatır mısınız?"

"Tabii, anlatayım. Şimdi bak canım, bir kez senin söylediğin birinci durum var ya, bir savcı, bir yazara, bir şaire, hatta belli bir vatandaşa, niye yazara şaire, niye gazeteciye? Hani adresi belli kişiliği belli bir adama telefon eder, gel' der. Nitekim, bundan 15-20 gün önce, yaklaşık olarak, Dikmen Karakolundan bir polis bana çok beyefendice telefon etti: 'Vecihi Timuroğlu'yla, görüşmek istiyorum' dedi. 'Benim efendim’ dedim. 'Efendim' dedi. 'Sizin için basın savcılığından bir yazı var, sizi istiyorlar,’ dedi. Tabii’, dedim, 'Gider misiniz bugün?' dedi, 'Giderim' dedim. 'Lütfen' dedi; Basın Savcısı Yardımcısı Sayın Hayri Tayhan'a gidin, ben burada kapatıyorum efendim, yanıtı verilmiş sayıyorum', Tamam evladım, seni müşkül duruma sokmam' dedim. Muzaffere (Muzaffer İlhan Erdost) telefon ettim; Muzafferle birlikte gittik. Adam beş dakikada ifademi aldı; bir de üstelik bana teşekkür ettikten sonra da özür diledi, Kusura bakma rahatsız ettim' dedi. Bu da savcı şimdi. Senin dediğin gibi en mükemmeli olabiliyor işte bak! Biliyorsun, benim asıl yazılarım, ‘Türk-İslam Sentezi’, onları rahatsız eden o! Adam, onun, soruşturmasını yapıyor, basın savcısı. Adam beş dakikada ifademi alıyor, ama kapıyor, kararını nasıl verirse versin; bu davranış saygı değer.

Şimdi burada, gecenin saat 23.30'unda üç tane polis birden içeri girdiler! Ellerinde, biliyorsun bir kâğıt; işte şu tarih, şu sayılı, Devlet Güvenlik Mahkemesi savcısının, Sayın Ülkü Coşkunun emriyle, sizi gözaltına alıyoruz efendim! Ve bir de, bir terim var o ifadenin içerisinde, diyor ki, 'Muvafakatla arama da yapılması' dedim 'Muvafakat etmesem ne olacak?' 'Arayacağız!' dediler. Başladılar aramaya. Aradıklan ne? Kitap! 'Muvafakat' sözcüğünün sözlükteki yerine bakıyorum, rızası alınarak, uygun görülürse anlamında. Eee, sen benim hem rızamı almıyorsun, hem kitaplarımı arıyorsun... Neyse, o konuda anlayışlı davrandılar. Bakın dedim, bu karar karşısında, ben size kitap vermem! Vallahi vermem dedim. Bak! Burada hır çıkarmam, ama ölmek pahasına da olsa hır çıkarırım, çünkü bu benim için üçüncü olur o zaman; iki defa benim kitaplarımı aldınız vermediniz!"

'Efendim, işte biz şöyle böyle...'

'Yok,' dedim 'size bir tek kitap vermem! Ne arıyorsan onu bana söyle... işte benim rızam bu kadar' dedim, o zaman gülüştüler, yani işi biraz espriye de aldılar ve götürdüler..."

"Kitaplan mı götürdüler!"

"Yoo, beni götürdüler!"

"Ayten Hanım ne yapıyordu o sırada?"

"Ne yapsın, o da çevremizde dönüyor kadıncağız; bir yandan bana pantolon getiriyor, bir yandan kazak getiriyor, para getiriyor, cebime koyuyor; 'Aman kendine iyi bak!' Benim siyatiklerim müzminleşmiş."

'Yaşın kaç?"

"Altmış üç! Gittim; yukarıdan başlayarak kibarca bir davranış var. İşte hocam, kusura bakmayın, bizim değil, DGM'nin falan... Fakat ne zaman ki aşağıya indiriliyorsun, hücreye koyuyor seni. Şimdi tek tek insanlar için hücreler var biliyorsun: yani eski Dal

Grubu: Avrupa Topluluğunun baskısıyla Dal Grubunu dağıttılar ya, 'Dinleme ve Araştırma Laboratuvarı sözümona, işkenceler orada yapılıyordu ya?"

"Evet!"

"İşte o Dal Grubunu dağıttılar baskıyla, onların adamları şimdi bir kısmı şubede, bir kısmı şurada, bir kısmı trafikte, hatta bu işi yapabilirler herhalde. Neyse, o hücrelerden bir tanesine tıktılar. Benden önce Ahmet Telliyi almış tıkmışlar. Tabii ben Ahmet Telli’inin alındığını biliyordum, Muzaffer Erdost'a telefon ettim. 'Bugün Ahmet'i almışlar, bu işle bir ilgilen’ dedim. 'Tamam abi saat 14.30'dan beri bu işin üstündeyim' dedi. Ahmet Telliyi kurtarmaya çalışırken, biz de gittik oraya!..."

"Orada Ahmet Telliyi görmediniz mi?"

"Nereden göreceksin! O da bir hücrede tabii!.."

"Hangi gündü?"'

"Tam gününü söylüyorum. Pazartesi ayın üçü. Pazartesi gün oraya girdik. Şimdi şöyle-. Bacası yok, penceresi yok; hava alacak hiçbir yeri yok; iki metre kare tabanında, ortalama olarak yedi metre küplük bir beton prizma. Bu dikdörtgen beton prizmanın içerisinde, kalorifer yok, ısı yok, hiçbir şey yok; dışarıda eksi 2-3 soğuk var. Orada volta da atamıyorsun, hapisane voltasını bilirsin, atamıyorsun; iki adımlık yerde sol sag deyip dönüyorsun yani!. Böyle rezalet bir yer. Bir tane sandalye verseler de otursak, o da yok!"

21 Aralık 1989