Üniversiteden Gelen Ses/II

Karadeniz Teknik Üniversitesi profesörlerinden Dr. Alptekin Günel'in mektubunun ikinci bölümünü de yayımlıyorum. YÖK’ün içinde bulunduğu durumu açıklayan Prof. Günel'in mektubunun ilgi çektiğini sanıyorum. Şimdilik tek ses geldi, ilerde bu seslerin çoğalması beklenebilir. Prof. Alptekin Günel, 1933 yılında İznik'te doğdu. Babası devlet memuruydu. Türkiye'nin hemen her yanını dolaştı. Diyarbakır da Ziya Gökalp Lisesini bitirdi. Yazın adamı olmak istiyordu; Fransız filolojisine girdi. Sonra bazı güçlükler çıkınca burs bulabildiği için Orman Fakültesine girip okudu. Hocası Prof. Fehim Fırat'ın bir mektubu üzerine, sınavı da kazanıp onun asistanı oldu. Fakültesince Matematik Enstitüsüne öğrenci olarak kaydolması istendi. Amerika'dan bir burs alarak Michigan Üniversitesine gitti; matematik-istatistik ağırlıklı master izlencesini bitirdi. Türkiye'de doktorasını yapıp NATO bursuyla Londra'ya gitti, iki yıl yön eylem araştırması yaptı (1974-1976). Doçent (1977), 1982'de profesör oldu. Karadeniz Teknik Üniversitesi dekanlığı yaptı. TÜBİTAK’ta dört yıl yürütme kurulu üyesi oldu, istek üzerine hevesle Trabzon'a gitti. Üniversitelerarası Kurul üyeliği yaptı (1984-1986). Bir süre Trabzon'da KTÜ'de rektör yardımcılığında bulundu. Eşi Suzan Hanım öğretmen, şimdi emekli; kızı Sibel 27 yaşında, İstanbul İşletme Fakültesinde. İngilizce, Fransızca bilir...

Prof. Alptekin Günel, mektubunda daha sonra şunları söylüyor:

....Sayın Doğramacı'nın övündüğü hususlar arasında üniversitelere eskisinden çok daha fazla öğrenci alındığı ve üniversitelerde başarının yükseldiği bulunmaktadır. Üniversitelere daha çok sayıda öğrenci alındığı doğrudur. Ancak bunun bedeli ne olmuştur? Bu bedel elle tutulur ve dışardan bir kimse tarafından kolayca anlaşılabilir bir husus olmadığı için her yerde rahatlıkla savunulabilmektedir. Sayın Doğramacı'nın böyle bir gösteriyi dia gösterisi şeklinde TBMM Bütçe Komisyonunda yaptığına şahit oldum. Bazı milletvekillerinin 'Allah eksikliğinizi vermesin' anlamındaki övgülerini hatırlıyorum. Geçmişte üniversitelerimize bu kadar çok öğrenci alınmamasının temel nedeni eğitimin kalitesi ile ilgili duyulan endişelerdir. Üniversitelerimiz, belirli bir kontenjan planlaması yapmış, dersanelerini, laboratuvarlarını ve diğer olanaklarını buna göre düzenlemişti. Çok eski kurumlar olmasına karşın, arzuladıkları olanakları elde edemeyenler de vardı. Bu kısıtlamalar karşısında, üniversitelerimize daha çok sayıda öğrenci kabul etmek, 50 kişilik sınıflara 150 kişi sokmak, 25 kişi için donatılmış laboratuvarlarda 150 öğrenci ile uygulama yaptırmak demekti. Aradaki duvarlar yıkılarak sınıflar bir ölçüde genişletilebilmiştir. Ancak laboratuvarların büyütülmesi sadece bir mekân ayarlama işi değildi; artan öğrenci sayısı oranında yeni araç ve gerecin sağlanması gerekiyordu. Bunlar sağlanmadan ders uygulamalarının yapılması söz konusu olamazdı. Nitekim gerçek durum da böyledir. Birçok temel nitelikteki dersin uygulama ve laboratuvarları ya çok kısıtlı yapılmakta veya hiç yapılamamaktadır. Eğitimin hiç değişmeyen karalı bilinmektedir: Duyduğumu unuturum, gördüğümü hatırlarım, yaptırımı öğrenirim. Uygulamasını yaptıramadığımız konularda daha iyi eğitim verdiğimizi söylemek ancak karşımızdakinin bir şey bilmediğini dolaylı olarak ileri sürmektir.

Bugün YÖK karan ile yürürlüğe konmuş bir 1002 sayılı karar vardır. Bu karar gereğince, bir öğrenci sınavına girdiği diğer derslerden, ortalama en az yüzde 70 not almışsa devam etmediği veya vizesiz kaldığı bir dersten de Yönetim Kurulu kararı ile geçmiş kabul edilebilmektedir. Buna göre, sekiz yan yıllık bir eğitim programında, biraz başarılı öğrenci, isterse sekiz dersi vermeden, sözgelimi inşaat mühendisi, mimar veya orman mühendisi olabilecektir. Bir programda, o programa has meslek derslerinin sayısı 10'u geçmemektedir. Buna göre, anılan türden bir öğrenci hiç inşaat bilgisi almadan inşaat mühendisi diploması alabilecek, proje altına imza atma yetkisini elde edebilecektir. Yine sözünü ettiğim 1002 sayılı karar uyarınca, Fakülte Yönetim Kurulu sınıfta kalan öğrencilerin durumunun bir kez daha görüşülmesini isteyebilmektedir. Bütün bunlardan sonra üniversitelerde başarı oranının yükseldiği, kalitenin arttığı rahatça ileri sürülebilmektedir.

YÖK'ün başardığı güzel işler arasında, öğretim üyelerinin Anadolu üniversitelerine dengeli bir dağılımının sağlandığı sayılmaktadır. Olaya pür sayı açısından bakılırsa doğrudur. Ancak olayı nicelik açısından incelediğimizde, endişeye kapılmamak olanaksızdır.

Bir bilim adamını başarılı kılan, son derece önemli de olsa yalnız kendi yetenekleri değildir. Kütüphane olanakları, dünya yayınlarına ulaşılabilirlik düzeyi, laboratuvar ve yardımcı eleman desteği yanında, bunlar kadar önemli bilimsel bir ortamın varlığı son derece önem taşımaktadır. Geçmişte üniversitelerimizin niteliğinin çok yüksek olduğunu iddia edecek değilim. Ancak yer yer ne yaptıkları dış merkezleri de ilgilendiren odaklar yok değildi. Bütün bu merkezler dengeli dağılım gösterişi için feda edilmiştir. Bu merkezler ülkemizin otuz kırk yılını almıştı. Tekrar toparlanabilir mi bilemiyorum. Son yıllarda yabancı dergilerde Türk araştırıcılarının yayınlarının daha çok sayıda çıktığı ifade edilmektedir. Bu geçmişteki yayınların söz konusu dergilerde yayımlanacak nitelikte olmadığı anlamına elbette gelmez. Ayrıca bu dergilerden bir kısmının, sözgelimi, TÜBİTAK tarafından yayımlanan DOĞA dergisinin gösterdiği özeni göstermediğini de biliyoruz. Ne var ki bizim bilmemiz yeterli olmamaktadır.

Bilim adamı yetiştirilmek üzere, yurtdışına daha çok sayıda eleman gönderildiğinden söz edilmektedir. Ancak bu elemanların nasıl göreve alındığı, yurtdışına gönderilmek için nasıl bir süzgeçten geçirildiğinden hiç bahsedilmemektedir. Bilimsel jürilerin oluşturulması yetkisi tek bir kişiye, dekan veya rektöre verildikten sonra, bu jürilerin objektif davrandığını, hele o zamana kadar olan uygulamaları göz önünde tuttuğunuzda, gönül rahatlığı ile kabul etmek olanaklı mıdır? Odun teknolojisi dalında yapılan çalışmalara bir kimyacı bilimsel rapor hazırlayabiliyorsa o kurumda profesör sayısı artsa ne olur, artmasa ne olur?

Bir kurumun başarısı bakımından, kurumda çalışan elemanların kurum amaçlan ile özdeşleşmesinin önemi artık herkesçe bilinmektedir. Ancak YÖK ve onların atadığı bazı rektörlerin ayrımcı tutumu karşısında 'Benim üniversitem', 'Benim fakültem' diyebilen hemen kimse kalmamıştır. Bu son derece önemli ve üniversitelerimizin, dolayısıyla ülkemizin geleceğini ilgilendiren tutum, ne yazık ki, olaya sadece sayısal açıdan bakmakla yetinenler tarafından fark edilememekte, yükseköğretim kurumlarında hışlayan içten çürüme sorunu anlaşılamamaktadır.

Zaman zaman ülkemizi tehdit eden dış tehlikelerden söz edilmektedir. Kanımca, bu tehditler Türklük var oldukça eksilmemiş, çeşitli boyut ve kılıfta karşımıza dikilmiştir. Bu tehditler, ancak vatandaş ile devlet arasındaki ilişkilerin bozulduğu, vatandaşın devletine olan güvenini yitirdiği durumlarda etkili olmuş ve Türkün bağımsızlığını ve varlığını tehlikeye sokmuştur. Vatandaşın devletine olan güvenini yitirmesinin baş nedenlerinden birisi ise, yetkililerin umursamaz ve ayrımcı tutumunun yaygın hale gelmesidir. Buna göre, yetki sahiplerinin, hukuk devleti olmanın temel kurallarını unutarak yetkilerini istedikleri gibi kullanabileceği anlayışına kapılmaları, gerçekte sözü edilen dış tehlikelere ortam hazırlamaktan başka bir sonuç doğurmamaktadır. 12 Eylül öncesinin nedenleri pek araştırılıp ortaya konmuş değildir. Kanımızca en büyük nedenlerden biri, vatandaşın devlete olan güvenini yitirmesi, kendisine yeni bir koruyucu arama endişesine düşmesidir. Bu yasada bazı eksiklikler bulunabilir; bu eksiklikler elbette sızlanmalara yol açacaktır. Ancak bu sızlanmalar, çok iyi düşünülmüş bir yasanın keyfi uygulanışı karşısında yükseltilen şikâyetlerin yanında sözü bile edilmeleyecek düzeyde kalmaktadır.

Sayın Doğramacı kendisinin kamuoyunca yeterince tanınmadığını ifade etmektedir. Kamuoyunun Sayın Doğramacı'yı yeterince tanımadığı doğrudur. Ümit ederim, yayımlayacağını söylediği kitapta, YÖK ve diğer yükseköğretim kurumlan aleyhine idari mahkemelerde açılan davalardan, bu davalar nedeniyle devlet mâliyesinin ödemek zorunda bırakıldığı tazminatlardan da söz eder. Böylece kamuoyu Sayın Doğramacı'nın ve bir kısım rektörlerin ne kadar hukuk devleti anlayışına sadık, Türk ulusunun birlik ve beraberliğini bozacak tutumlardan kaçınma hususunda ne kadar titiz davrandıklarını daha İyi anlayacaktır. Bu konuda kamuoyu, kendi kararını kendi vermelidir.

Makine bölümünün başına bir inşaatçı, İktisadi idari bilimler fakültesinin başına bir mimar, orman fakültesi başına bir kimyacı, eğitim fakültesinin başına bir ormancı getiren anlayış ne kadar bilimsel ve objektif davranmıştır? Sayın Doğramacı bunu da tartışmalıdır.

Kanımca Sayın Doğramacı, bugünün geçici beğenisini geleceğin kalıcı ve gerçek af erinine tercih etmiştir. Ancak bunun bedelini Türk ulusu ödemektedir, ilerde de ödeyecektir.

İçten saygılarımla.

31 Mayıs 1988