Demokrasi Umudu

Fıkrayı Dr. Mana Georgescu anlattı, Pera Palas’ta. Yanımızda, Güneş'te zaman zaman yazılan çıkan Bayan Beki Bardavid’le, TV programcısı Özhan Yeğen de var. Dr. Mana Georgescu, Rumen Prof. Anna Aslan'ın yardımcısı, asistanı. Bayan Maria Georgescu anlatıyor:
Aslan, ormandaki tüm hayvanları yemiş. Kurt, kuş, börtü böcek, çakal, sırtlan, kaplan maplan ne varsa yemiş. Karnını doyurduktan sonra, ağacın dibine uzanmış, bacak bacak üzerine atmış, göğsünü kaşıyarak kestirmeye çalışıyormuş. Bir ara yukarıda dalların arasında, minik bir kuş yavrusu cik cik ötüyor, daldan dala sekiyormuş. Aslan homurdanmış:
Sen nasıl kurtuldun öyle? diye sormuş.
Sen ormandaki hayvanları yerken beni görmedin, fırlayıp çıktım buraya! demiş. Kuş yavrusu neşeyle ötüyor, aslan buna sinirleniyormuş.
Senin ananı yedim, babanı yedim, kardeşlerini yedim! dediğinde de kuş aldırmayıp sekmeyi, cik cik ötmeyi sürdürmüş...
Aslan bir ara:
Seni de yiyeceğim! deyince, kuş yavrusu titremeye başlamış. Bu kez aslan sormuş:
Ananı yedim, babanı yedim, kardeşini yedim hiç tınmadın da “Seni de yiyeceğimi” deyince titremeye başladın, neden?
Umut! demiş yavru kuş, yaşama umudumu yitirmek istemiyorum!
İstanbul’dayken havalar ne güzeldi. Oradan ayrıldım bozuldu; kar kış, kıyamet. Ankara da İstanbul gibi. Tüm Anadolu kar altında işte...
Ancak, kimse karamsar değil. “Çok sürmez, nasıl olsa kalkar bu karlar” diyorlar. Yaşama umudunu yitirmesinler de…
Ülkede, yazık ki yönetimler insanları yaşatmayı değil, öldürmeyi yeğliyorlar. Sağlıklı değil sağlıksız, mutlu değil mutsuz insanlar ülkesi yapmak istiyorlar ülkeyi. Yaşatma amaçları olsa yöneticilerin, ölüm cezalarından yana olurlar mı? Açlık grevlerinde gençlerin ölmesine göz yumarlar mı? Ruhi Su, Orhan Apaydın, bu yaşlarında ölürler miydi? Orhan Apaydın’ın gömütünün başında baktım, Cavit Orhan Tütengil’in gömütü de orada. Öldürülen yazarları, sanatçıları, demokratları, tüm ilericileri düşündüm, içim cız etti, yüreğim yandı. Abdi İpekçi'nin gömütü, sanıyorum epeyi uzaktaydı. Bir ara Emil Galip Sandalcı:
Ben şuradan, babamın gömütüne dek gideyim! dedi.
Benim de selamlarımı söyle! dedim.
Emil Galip, ne iyi insandır; “Demokrasi” adında bir dergi çıkaracaklardı, anlaşamamışlar mı, paraları mı yetmemiş ne, kaldı. “Demokrasi” çıksa, yaşasa ne iyi olacaktı. Emil Galip'le onu konuştuk Apaydın’ın gömütü başında…
Demokrasi deyince, Cumhuriyet okuru, dostum Turan Örs’ün anlattığı İsmet Paşa'yla ilgili bir anıyı aktarmak istedim. Turan Örs, anıyı şöyle anlattı:
“1968 yılı ağustos ayı içindeydi. Bir gün yakın akrabam, CHP İstanbul II Başkanı Tacettin Özgüder bana:
Akşam saat 17.00 sularında İsmet Paşa bize gelecek, sen de gel! dedi.
Saat tam 17.00 de Paşa geldi. Salona alındı. Paşa, ortada bir 'Larousse' gördü. Bu, ‘bende yok’ dedi, not etti. O sıra öğrenci olayları vardı. Demokrasi bunalımlı günler geçiriyordu. Konu, demokrasiden açılmıştı, İsmet Paşa:
Size bir anım anlatayım, dedi. Can kulağıyla dinlemeye başladık. 1943 yılı aralık ayı, İsmet Paşa Kahire’ye çağrılıdır. Orada beylik görüşmeler biter. Bir gün Başkan Franklin Roosevelt, Paşa’yı çağırır, özel olarak görüşmeye başlarlar. Roosevelt sorar:
Paşa, ne gibi tasavvurlarınız, düşünceleriniz var?
İsmet Paşa da savaşın müttefiklerce kazanılacağını söyler. ‘Savaştan sonra Batı demokrasisini ülkemizde uygulayacağız’ der. Roosevelt, bunu duyunca şöyle der:
Paşa, sakın bu işe girişme, bu iş Doğuda olmaz, ancak Batıda olur?
İsmet Paşa, anlatırken, anısının burasında CHP'nin o zamanki il başkanı Tacettin Özgüder:
Paşam, sen mi haklı çıktın, yoksa Roosevelt mi? diye sordu.
Paşa bu soruya çok içerledi...”
Amerika hep öyle olmuştur, Amerikan yöneticileri demokrasinin Doğu ülkelerinde olamayacağına inanmışlar, demokrasileri değil, cuntaları desteklemeyi yeğlemişlerdir…
Orhan Apaydın için düzenlenen açıkoturum Basın Sarayı'ndaydı. Oktay Kurtböke yönetmiş, İlhan Selçuk açış konuşmasını yapmış, Uğur Mumcu, Halit Çelenk, Aydın Aybay da “hukukun üstünlüğü” konusunu incelemişlerdi. Konuşmalar tümüyle güzeldi. Salonu dolduran kalabalık, çoğu gençler, soluk almadan dinlediler konuşmacıları. Çılgınca alkışladılar. Oraya Gülçin Çaylıgil’le birlikte gitmiştik, “Çatı”dan. Daha toplantının başlamasına on beş dakika vardı, her yer doluydu. Mehmet Başaran’la orada bulaşacaktık, buluştuk. Üçümüz biraraya, “protokola ayrılan” ikinci sıraya oturduk. Az ilerimizde Ahmet Yıldız oturuyordu. Gürsel Apaydın, Burhan Apaydın, Hüseyin (Orhan Apaydın'ın oğlu) o sıradaydılar. Mahmut Dikerdem, Sami Karaören solumuzda sandalyede oturmaktaydılar. Burada, Halit Çelenk'in konuşmasının bir iki noktasına değinmek istiyorum. Halit Çelenk, hukukun üstünlüğü ile Orhan Apaydın'ın yaptıklarını anlatırken, özetle şöyle dedi:
“Orhan Apaydın’ın kişiliği ve savaşımı konusunda, sayısız yazı, konuşma ve savunmalar yanında, ayrıca birkaç örnek vermek istiyorum: Orhan Apaydın. Avrupa İnsan Hakları Komisyonu Başkanı ile birlikte İstanbul Barosu’nda “Avrupa Konseyi İnsan Hakları Araştırma Merkezi”ni kurmuştur. Avrupa Konseyi tarafından bu konuda verilen kararda Orhan Apaydın'ın kişiliği ve büyük çabaları rol oynamıştır.
Uluslararası Hukukçular Birliği'nce Nazi yönetimine karşı savaşım veren Pierre Cot adına düzenlenen ödül 1982 yılında Orhan Apaydın’a verilmiştir.
Paris 8. Üniversitesi aynı yılda fahri hukuk doktorluğu (Honoris Causa) unvanını Orhan Apaydın’a vermiştir. O tarihte Orhan Apaydın tutuklu olduğu için yapılan törene katılamamış, salıverildikten sonra da yurtdışına çıkmasına izin verilmemişti.
Şu anda Kartal Askeri Cezaevi'nı anımsıyorum. Savunman olarak Barış Derneği tutuklusu arkadaşları görmeye gitmiştim. Mahmut Dikerdem, Orhan Apaydın, Ali Sirmen, Dr. Erdal Atabek ve öbür arkadaşlar, etrafı tel örgülerle çevrili küçük bir bahçede volta atıyorlardı. Soğuk bir kış günüydü. Hepsi kalın giysiler içindeydiler. Kaldıkları bina, cephanelikten bozma, sağlık koşullarına elverişsiz bir bina idi. Orhan Apaydınla davanın hukuksal yönlerini konuştuk. Daha sonra Sağmalcılar Cezaevi, revirler, hastaneler. Orhan Apaydın, ilk salıverilmesinden sonra bana:
Halit, yeniden cezaevine girmek durumunda kalırsam fizik durumum, vücudum dayanamaz, sağ çıkamam! demişti.
Öyle de oldu. Erken ölümünde, cezaevinin, o koşulların rolü olduğu inancındayım.”
Halit Bey'in konuşması, öbürleri gibi, dinleyicileri çok etkiledi. Sözlerinin sonunda söylediklerini kesinlikle okurlara aktarmalıyım diye düşündüm. Şöyle dedi Halit Çelenk:
“Eğer ülkemizde, anayasada da yer verilen ‘hukukun üstünlüğü' ve ‘hukuk devleti’ ilkeleri geçerli olsaydı. DİSK, TÖBDER, TİP, BARIŞ DERNEĞİ, TSİP, HALKEVLERİ, TEP, KÖYKOOP, TÜRKİYE YAZARLAR SENDİKASI ve benzeri davalar açılmazdı. Çünkü bu davalar 141. maddeye dayanılarak açılmıştır.
1982 Anayasası yanında yukarıda sözü edilen yasalarla düşünce özgürlüğüne, basın özgürlüğüne, işçi haklarına, sendika kurma ve grev haklarına, örgütlenme hak ve özgürlüklerine ağır kısıtlamalar getirilmiş ve bu haklar kullanılamaz bir duruma düşmüştür. Hukuk alanında yapılan bütün bu operasyonlar niçin yapıldı?
Azgelişmiş, çarpık kapitalist bir ekonomi sisteminin, yani sömürü sisteminin egemenliğini kurmak, korumak ve sürdürmek için, hukuk bir araç olarak kullanılıyor. Sayın Apaydın bugün aramızda olsaydı savaşımını sürdürecekti.
Ülkemizde demokrasinin, barışın, adaletin, 'hukukun üstünlüğü' ilkesinin yaşama geçebilmesi için başta anayasa olmak üzere yukarıda anılan tüm yasaların değiştirilmesi, insan hakları ölçeklerine uygun bir niteliğe kavuşturulmaları zorunludur.”

8 Mart 1987