Alman Profesörün, Doğramacı'ya İkinci Mektubu...

Batı Berlin Özgür Üniversitesi Profesörlerinden Gerhard Bauer, YÖK Başkanı Prof. İhsan Doğramacının mektubuna yanıt olarak ikinci bir mektup gönderdi. Doğramacının mektubu 15 Mart 1988 günlü "Ankara Notları”nda çıkmıştı. Gerhard Bauer in, Doğramacı’ya yolladığı 21 Nisan 1988 günlü mektubunu, belge niteliği taşıdığından olduğu gibi yayımlayacağım. Şöyle diyor Dr. Gerhard Bauer:

Kaygılarımı dile getirip size yaptığım başvuruya verdiğiniz ayrıntılı ve özenli cevabınız için çok müteşekkirim. Türk üniversitelerinin saygınlığının sizin için çok büyük önem taşıdığı ve bunun için var gücünüzle çalıştığınız konusunda beni ikna ettiniz Bu durum, deyim yerindeyse, size cevap vermem için bir çağrı oluyor aynı zamanda. Ayrıca konular arasında bağlantı kurmamı ve gerekçeler göstermemi kolaylaştırıyor. Öte yandan bu kolaylık görüş alışverişini her iki taraf için de biraz içi boş hâle getirebiliyor. Ancak yazışmanın bu dezavantajını, yazışarak gidermek hayli zor.

Elimdeki enformasyonlardan hiçbirine, kendim yaşayarak sahip olmuş değilim. Onları burada yaşayan Türkiye'den gelme öğrencilerden, meslektaşlardan, gazetecilerden ve Türkiye ile olan mektuplaşmalarımdan edindim. Yurttaşlarınız olan bu kimseler hakkında son derece olumsuz düşünmenize ve onları tanımadan (ya da belki de polisteki dosyaları nedeniyle) kendilerinin kötü niyetli ve 'yalana dayalı' bir hayat sürmekle suçlamanıza rağmen, şunu saptamak zorundayım: Bu insanlar bana, sizin gözünüzden kaçmış ya da bana söylemek istemediğiniz bazı şeyleri söylüyorlar. Önüme belgeler koydukları sürece, sizin genel tekziplerinizden çok, onlara inanıyorum. Ne var ki benim bizzat görüp değerlendirmemin daha iyi olacağı konusunda, size de tamamen hak veriyorum. Ayrıca Türkiye'yi ziyaret etmeyi çok istediğim halde, şimdiye kadar buna fırsat bulamadım.

Buradan size yazdığım zaman, elimde olmadan ortaya çıkan daha ağır bir haksızlık için de baştan özür diliyorum, iyi kötü işleyen bir demokrasiye ve eleştirici bir kamuoyuna sahip, zengin bir ülkenin insanları için, daha fakir ve gerilimler açısından daha zengin ülkelerden aynı demokrasiyi talep etmek kolay bir iş. Bunu düşünmeden ve kendi ayrıcalıklı durumumuzu hesaba katmadan böyle bir şeye kalkıştığımızda, ikiyüzlülük yapmış oluruz. Avrupa modelimizi, sanki her yer için geçerliymiş gibi, yabancı şartlara uygulamaya hakkımız yok. Buna rağmen, insan haklarıyla ijgili bir alan vardır; ortaklaşa yaşamaya dayalı toplumsal süreçten ya da araştırma ve öğretim faaliyetinden doğan bazı kurallara ilgili bir alan vardır ki, bunların hem sizde, hem de bizde belli bir geçerliliğe sahip olması gerekir. Düşüncelerimi, sadece bu alanlardan yola çıkarak gerekçelendirmeye çalışıyorum. Öte yaydan, bunları, tanıdığım uygulamalarla hemen özdeşleştirdiğimin de farkındayım şüphesiz.

Bana daha iyi bir tablo göstermek için yüklendiğiniz çeşitli angajman çerçevesinde, dışardan bilgisiz eleştiriciye karşı savunmacı rolünü ne derece üstlendiğinizi anlayacak durumda değilim. Muhakkak ki söz konusu şartların içinde olan sizsiniz ve bu yüzden sizin bilgileriniz çok daha fazladır. Ancak mektubunuzu alıntılayan bir Türk gazetesinin (Cumhuriyet, "Ankara Notları" M.E.) dile getirdiği şu noktayı doğru buluyorum: Konuyla ilgili insanlar, kendi deneyimlerinden yola çıkıp mektubunuzu tartışacak ve bunların hangisinin gerçekliğe uyduğunu saptayacaklardır.

Değerli Başkan, şimdi size bu cevabı yazarken, her şeyi kötülemek tek tek olaylara dayanıp karanlık bir Türkiye manzarası çizmek ve niyetinde değilim. Olayları iyimser bir gözle değerlendirmeniz beni sevindiriyor. Türk üniversitelerinin büyük ve hızlı gelişme içinde olduğunu duymak beni memnun etti. Yüksekokulların yeniden özerk olacağı, burada çalışanların askeri hükümet döneminde kısıtlanmış ve ortadan kaldırılmış haklarının yeniden sağlanacağı umudunu paylaşırım. Ne var ki şu anda var olan kısıtlamaları ciddi bir sorun olarak hesaba katsanız ve bunları yok saymak yerine, kaldırılması için çalışsanız daha rahat olacağım. Mizah yanınız varsa (Türk halkının son derece mizah yanlısı bir halk olduğunu çeşitli yerlerden duydum), kendi faaliyetiniz ve YÖK'ün varlığı çerçevesinde sorun yaratan ve olağanüstü nitelikteki noktaları, üniversitelerin özerkliğinin zorunlu olarak yeniden sağlanması hakkındaki düşüncelerinize katabilirsiniz belki de. Çünkü çelişkiler, tekziplerle ortadan kaldırılamaz. Bunlar, yalnızca üzerinde samimiyetle, zahmetle, açık olarak çalışmakla bir çözüme yaklaştırılabilir.

YÖK bugüne kadar hiç kimseye, görüşlerinden dolayı işten el çektirmemiştir, diye yazıyorsunuz. Peki ama işe alınacak herkesin ya da çalışmakta olanların mesleki kariyerlerinin her aşamasında tabi tutuldukları 'güvenlik soruşturmaları"nda ne araştırılmaktadır? Başbakanınızın 4.2.1983 tarihli gizli emrine göre, (Bülend Ulusu'nun YÖK'e yazılı buyruğu... M.E.) her öğretim üyesinin, üniversitede çalışan herkesin geçmişi soruşturmadan geçirilmelidir. Askeri olan her şeyin geri plana çekilmesi çerçevesine, bu 'emir' de 4.3.1986 tarihinde (yine aynı biçimde gizli) bir 'kararname' haline gelmiştir. (Özal hükümetinin güvenlik soruşturması yönetmeliği… M.E.) Bütün öğretim üyelerinin ve yurtdışına gitmek isteyen öğrencilerin her 7 yılda bir güvenlik soruşturmasından ve her 4 yılda bir de arşiv araştırmasından geçirilmesi böylece sağlama alınmıştır. Esasen orduyla paslaşmak, yalnız militarizmden yanıp tutuşmuş bir halk olan Alman lan yadırgatmakla kalmamakta, Türk üniversitelerinin saygınlığına da dünya çapında zarar vermektedir. Siz ve yükseköğretim kuruluşunuz, hem askeri makamların emir ve enformasyonlarını üniversite mensuplarının aleyhine uygulamış, hem de askeri makamların tek tek kişilere karşı harekete geçmesini teşvik etmiş durumdasınız. Sizin imzanızla 26.2.1983 tarihinde Ankara'daki bir teknik üniversiteye (ODTÜ.. M E) hitaben yazılmış, kişiye özel ve çok gizli bir yazının kopyası bende bulunmaktadır. Bu yazıda, bir gün önce bir askeri makamdan aldığınız gizli bir yazıya dayanarak bir matematik profesörüyle (Doç. Dr. Cemal Koç.. M E) doktoralı bir ekonomi bilimcisinin (Prof. Dr. Yakup Kepenek.. M.E.) işten çıkarılmaları için direktif veriyorsunuz. Bu iki bilimci, 28 Şubat günü işten çıkarılmışlardır. Tabii, şimdi eğer mizah yanınız yoksa (bizim buradaki resmi makamların mizah yanı neredeyse sıfırdır) gizli yazıların hangi yollarla kamuoyuna ulaştığına kızabilirsiniz. Ama hangi tür ihlal daha kötüdür, resmi hizmetle ilgili gizliliğin ihlali mi, yoksa engelsiz, politik sansürden uzak meslek ifa etme hakkının ihlali mi? Açık bir diyalog anlamında, altında gizlilik alanının yattığı göstermelik taraftan yola çıkmaktansa, bilinen olgulardan hareket etmeyi daha doğru buluyorum...

21 Mayıs 1988