Bugün 6 Eylül Pazar. Halkoylaması var. Yüzyılı aşkın süredir, oy verme deneyimimiz var. Oy verme günlerinde, oy verme süresince, seçmenleri etkileyici konuşmalar, propagandalar yapılamayacağı gibi, yazı da yazılamaz. Ben de, "önce bir iki fıkra anta- yım da, kendime geleyim" diye düşündüm. Birinci anlatacağım fıkra değil, olay. Şöyle:
Karadeniz Teknik Üniversitesine, sınavla bahçıvan alınacaktı. Sınavda sorulan, profesörler, doçentler soracaktı. Sorular hazırlandı. Sınav kurulu yöneticileri, "sınava gireceklere 12 Eylülle ilgili de bir şeyler soralım diye düşündüler. "Evrenin konuşmaları" ya da "12 Eylül ne getirdi?" filan gibi sorular olabilirdi.
Bahçıvan adayları sınava girdiler. 12 Eylülle ilgili soru da soruldu. "12 Eylül ülkemize ne getirdi?" diye. Sınav bitti, kâğıtlar toplandı. İncelenmeye başlandı. Bahçıvan adaylarından birinin kâğıdındaki yazı dört sözcüktü:
"İlkbahar, yaz, sonbahar, kış...."
Profesörler bu yanıta şaşırdılar. Acaba, bahçıvan adayı satır arasında bir şey mi söylemek istemişti bu yanıtla? 12 Eylülün getirdikleriyle "ilkbahar, yaz, sonbahar, kış" yanıtının ne ilgisi olabilirdi? Adamı çağırıp sormak istediler:
"Bak," dediler, "biz seni bahçıvanlığa alacağız. Ancak, neden böyle yanıt verdin? Soru, ’12 Eylülün getirdikleriydi. Sen ‘İlkbahar, yaz sonbahar, kış..' demişsin!"
Bahçıvan adayı karşılık verdi:
"Efendim," dedi, "ben sınava gireceğim zaman, bir tanıdığımıza sordum, 'Ne yapayım?' diye. O da bana 'Mevsimlere çalış, gerisini boş ver!' dedi. Ben de mevsimleri ezberledim. Ne sorsanız aynı yanıtı verecektim!"
23 Ağustos 1987 günlü "Ankara Notları'nda, Nâzım'ın nasıl kaçtığını anlatmıştım: Nâzım'ı kaçıran Refik Erduran'ın "Gülerek" adlı yapıtını da anmıştım. İstanbul'dan Cumhuriyet okuru Necla Coşkun, 26.8.1987 günlü mektubunda, Nâzım'ın kaçışında kimlerin yardımcı olduklarını anlatıyor. Özetle şöyle diyor:
Sayın Mustafa Ekmekçi,
Kendimi bildim bileli bizim aile Cumhuriyet okur. Sizin yazılarınızın hayranlarındanım. Hele o domuz konuları... Geçen gün Nâzım Hikmet hakkındaki yazınız bu mektubu yazmama vesile oldu.
Yıl 1950, ben yirmilerde kolej mezunu, Ingiliz filolojisi öğrencisi kuş beyinli bir tazeyim. Babam Şehir Tiyatrosu Müdürü Zeki Coşkun, amcam devrin meşhur bir gazetecisi Nusret Sefa Coşkun, ben onların nazarında ailenin zeki, akıllı, aydın kızı. Film sansüründe ve ipekçilerin FİTAŞ firmasında tercüman olarak çalışıyorum. Nâzım Hikmet'in 'Vatan' gazetesinde tahliye kampanyasıyla, Nâzım hapisten çıkmış. Babam, Nâzım Hikmet'in gençlik arkadaşı, bizim evde Nâzım’ın eski Türkçe baskılı babama ithaf ettiği şiir kitapları, Maarif Vekâleti tercümeleri kitap dolu, kitaplar yakılmıyor, kitaba saygı var, hiç değilse bizim evde. Babam, Atatürkçü bürokrat, komünist kelimesinden bile ürkmekte...
Bir gün FİTAŞ firmasında çalışırken iri kıyım, sarı kıvırcık saçlı, mavi gözlü -bu gözler hep gülerdi,- çok sevimli, biraz mahcup, ama kendinden emin bir bey geldi. İsmail Cem İpekçi’nin merhum babası (patronlarımızdan biri) İhsan ipekçi ile öpüştüler ve bir odaya çekildiler. Nâzım Hikmet'ti bu. O günden sonra çok sık büromuza uğradı, bu sevimli, hoş sohbet ve şakacı adama hepimiz hayranız. Senelerce hapiste yatmasına üzülüyoruz ama kendi dünyamızda pek de bir şeylere aldırmıyoruz. Ama nedense büro dışında onun gelişinden hiç söz etmiyoruz. Ihsan Bey, edebiyata meraklı, romantik bir kişi, ama Nâzım hakkında bir tek kelime konuşmuyor bizimle. Nâzım'a o ara kimse iş vermiyor, ama İpek Film hesabına senaryolar yazmakta başka ad altında geçimini temin etmekte, belki de tam hakkını alamamakta. Ama ne de olsa para kazanabiliyor.
Bir gün Nâzım Bey çok heyecanlı geldi, İhsan Bey de heyecanlı arka odaya geçtiler. Ben o odanın yanında bir iş yapmaktayım. Benim farkıma varmadan konuştular. Kapı aralık, ben konuşulanları duyuyorum. Nâzım Hikmet para alarak ayrıldı.
İhsan Bey, bana, konuşlaman duyup duymadığımı sordu.
İhsan Beye,
'Ona yardım ediyorsunuz!' dedim. Bana şu karşılığı verdi:
'Ona ne yapsam azdır. Daha gençsin, onun değerini bilecek kapasitede değilsin, benim yaşıma gel, o zaman belki anlarsın, bütün dünya zaten kısa zamanda anlayacak. Sen yan odada bir şey duymadın! Bunu unutma. Bana söz ver, hiçbir şey duymadın, oldu mu? Bir daha da bu konuyu ne benle, ne de başkasıyla konuş olur mu?’
İki gün sonra 'Nâzım kaçtı' dendi. Ben ona söz verdim ve kızlarım Nâzım Hikmet'e hayran oluncaya kadar da kimseye anlatmadım; ama bu güzel bir anıydı ve onlara, gençlere anlatmamazlık edemedim. Beni, Nâzım'ı tanıdığım için şanslı sayıyor gençlik.
Abdi İpekçi Bey, ailesinden bir kişinin Nâzım'ın kaçışma yardım ettiğini ve bu kaçışta katkıda bulunduğunu biliyor muydu acaba? Ona bu mektubu yazmak, isterdim, ne yazık değil mi Mustafa Bey, biz susan bireyler ve ulusuz. Hep susturulduk. Ne zaman daha çok konuşabileceğiz, ne zaman kitaplar yakılmayacak, ne zaman domuz etini rahatlıkla yiyeceğiz? Ama ben gençlerden umutluyum çünkü onları anlıyorum onlarla beraberim. Kendimi hâlâ genç sayıyor daha az kuş beyinli olmaya gayret ediyorum. Zamanınızı aldım, özür dilerim. Saygılarımla.
Necla Coşkun.
Necla Hanımın mektubuna ekleyecek hiçbir şey yok. Kendisine tarihe aktardığı bu belge anı için teşekkür ediyorum.
6 Eylül 1987