Kitap Okuyana Kelepçe...

TBMM, 19 Temmuz 1990' da "hac faciası"nı görüşmek için toplandı. Bu görüşmelerden bir şey çıkar mı, diye bekledik. Milletvekilleri, konuşmalarını yapmadan önce, hazırlıklarını yapmalıydılar. Örneğin, uzun yıllar Suudi Arabistan'da çalışmış, olayları yansız bir gözle gözlemiş kişilerle, örneğin, "Ankara Notları'nda serüveni anlatılan Gazi Eğitim Enstitüsü eski yöneticilerinden, Öğretmen Aydın İpek’le, daha başkalarıyla konuşmalıydılar. "Tempo' dergisinin 1988’de yayımlanan 6. sayısında çıkan "Arap Haremlerinde Türk Kadınları" yazısını okumalıydılar. Hac dönemlerinde, kaçırılan hacı adayı kadınların durumlarıyla, milletvekili olarak, partiler olarak yakından ilgilenmeydiler. Bunlar yapılmadan "kutsal topraklar" edebiyatıyla, din sömürüsü yapıp, dağılacaklarsa, hiç toplanma malan daha yerinde olmaz mı?

Aydın ipek, Suudi Arabistan'da geçen gözaltı günlerini anlatıyor:

"Biz gözaltındayken, bizimle birlikte, Suudlu bir profesör de yatıyordu, adı Salman. Salman, ilginç bir adam; yemek getiren polis, Prof. Salmana birtakım kâğıtlar veriyor, adam okuyordu. Salmanın kültürlü bir adam olduğu belliydi. Ancak, Salmanla konuşmalarımızda, Salman'a, Atatürk'ten söz ettiğim zaman, aynı biçimde bir tepki gösterdi; 'Zındık!' dedi. Bir on gün içeride kaldıktan sonra, bizi ziyaret etti, içeriye atan polis Adnan; daha doğrusu Komiser Adnan. O Suudlu biliyorsunuz; sakalım filan uzamıştı, on günlük sakalım vardı.Dediki:

-Bir gereksiniminiz var mı? Sizi burada tutmaktan eza duyuyorum.

Bir ara, bizi Atilla ile birlikte bir araya koydular. Adnan’a dedim ki: 'Bir tıraş fırçası, diş macunu, iki; yemek yiyemiyoruz, yemekler çok pis. Gazete, kitap okuyamıyorum. Suudi gazetesi de olabilir, gazete istiyorum. Güldü, 'Okumayı seviyorsunuz!' dedi. Polisi çağırdı, söyledi: 'Bu adamlara diş fırçası, diş macunu, bu adamlara temiz havlu, gazete, varsa dergi alıp gelin, parasını da biz vereceğiz!' Böyle dedi. Gazeteler geldi, 'Cumhuriyet' gazetesi de gelmişti. Prof. Salman da Cumhuriyet i görünce şaşırmıştı! 'Bu gazete, krallıkla yönetilen bu ülkeye nasıl girer?' diyordu.

'Normal yollardan giriyor 'yanıtını verdim. Gazetenin manşetinde o gün '20 bin ölü' diye yazıyordu. Sordu, anlattım; 'böyle böyle, Meksika'da bir deprem olmuş, 20 bin kişi ölmüş, onun haberi...' dedim. Sordu:

 -Müslüman mı bu ölenler?

-Yoo, diye karşılık verdim, 'insan!'

-Yani Müslüman değil mi bunlar? O zaman boş ver!... Anlıyor musunuz, deprem olmuş, 20 bin kişi ölmüş. Profesör diyor ki, 'Boş ver...' Güya, ölenler Müslüman olsaydı, ilgi gösterecekti. Gazetede, 'Elli yıl önce Cumhuriyet' köşesinde, Atatürk'ün resmi vardı:

-Kim bu, diye sordu.

-Atatürk.

-Zındık dedi. (Zındık, Tanrıya', ahirete inanmayan, demek.)

-Yahu, sen bir profesör olarak nasıl bunu söylersin? Tanıman gerekir en azından Atatürk'ü. Atatürk olmasaydı, İslam gitmişti Türkiye'de.

Adam, tahrik edici birtakım şeyler soruyor. Ben de konuşacağım, o da içeriye raporunu verecek. Profesörden başka biz, o odada 3334 kişi vardık. Yalnız Suudlu bir o vardı; onun dışında öbürleri, ya Hintli, Bangladeşli, ya Srilankalı, filan. Suudlu bir grup getirdiler, bir olaydan, hemen o gece salıverdiler. (Belki de, Suudlular, yabancıların arasında kalıp bilinçlenmesin diyedir, ne bileyim? öğrendiğime göre, Suud yönetimi her yıl gidilen 'hac' olayından da rahatsızmış. Gidenler, ne de olsa, ufaktan ufaktan halkı bilinçlendiriyor olmalı...) Mr. Salman, Arap dili ve Arap yazısı profesörü, niye tutuklayıp oraya getirdiler, onu bilmiyorum. Beni ilk götürdüklerinde kaldığım bir hücre vardı; o hücre, Kâbe baskını' sırasında kullanılmıştı. 1987 yılında, Kâbe'yi işgal ettiler biliyorsunuz.  Silahlı bir grup yapmıştı. Günlerce işgal altında kaldı Kâbe. İki tane Türk işçisi, yaralanma pahasına 'Kâbe'yi işgalden kurtardılar. İşgalcileri de yakaladılar. Bizimle tutuklu olarak, bu Kâbe işgaline karışmış işgalcilere yardım etmiş Suud ailesinden biri de vardı. Suud ailesinden biri, hapiste ama,’ şöyle ayda bir, ya da haftada bir belki, eşiyle görüşebiliyorlardı. Onu, benim kaldığım hücrede görüştürmüşlerdi. Tutukevi şefi geldi, bana Haydi çık, sen başka yere gideceksin' dedi; beni koğuşa, Atilla’ların bulunduğu koğuşa verdiler. Ben hücreden ayrıldıktan sonra, o hücrede Suudluyu eşiyle görüştürdüler."

* Atilla'nın soyadı ne?

" Şifa, Atilla Şifa. Antalyalı Şifalardan... "Bir gün Atilla ile beni çağırdılar. Atilla'ya, 'seni suçsuz bulduk', dediler, 'işinize gidebilirsiniz!'

Bu kez ben sordum:

Beni suçlu mu buldunuz?

Hayır, dedi, Mr. Aydın 'seni de suçlu bulmadık. Ancak sen kitap okuyorsun. Çok kitabın var, evinde gördük. Kitap okuyan kişi, bizim için makbul kişi değildir. O nedenle, seni sınırdışı etmek zorundayız. Atilla'yı şirketine geri göndereceğiz. Seni de 'Cevazat’a göndereceğiz...' (Cevazat, sınırdışı etme yeri.)

Ne zaman göndereceksiniz beni?

En kısa zamanda göndereceğiz. Cevazat'a bugün göndereceğiz. En kısa zamanda da sınırdışı edeceğiz..."

Üç dört görevli Aydın İpek’i bir cipe bindirirler, ellerine kelepçe vururlar. O sırada iki polis tartışmaktadırlar. Biri, öbürüne,

" Kelepçe vurmayalım. Haline baksana, mazlum adam, kaçacak değil, kaçsa nereye kaçacak? Biz yanındayız zaten" der.

" Hayır arkadaş, Adnan Kelepçe vuracaksınız!’ dedi."

Cevazat'ta, müdürün karşısına çıkarırlar. Müdür, polislere,

" Atın," der, "dört numaralı koğuşa." 4 numaralı koğuşta, sınırdışı edilmek üzere bekleyen 500 kişi vardır. Odalar vardır her odada 2030 kişi kalmaktadır. Bir Türke rastlamak için boydan boya yürür Aydın ipek. Bulur da. Sonra, şirketinden yöneticiler gelir, onu uğurlamaya gelmişlerdir. Bileti, her şeyi hazırlanmıştır. Arkadaşları üzgündür. Türkiye'ye döner....

Cumhuriyet, 19 Temmuz 1990