Sunuş...

Neden mi "Çarıklılar"...

Aşağıdaki dizeleri büyük usta Ruhi Su, Adana cezaevinde 1950'lerde derledi. Şöyle:

Nasıl geçtin de boz bulanık sellerden?/Haberin mi aldın esen yellerden?/Yadigâr mı geldin bizim ellerden?/Gül-ü reyhan misali koktun birader./Gül-ü reyhan misali koktun birader.

Ruhi Su, Almanyalara gittikten sonra, Haşan Hüseyin'in (Korkmazgil) "El Kapılarını plakta söyledi. Bunun müziğini Tahsin İncirli yapmıştı. El Kapılan, Ruhi Su ile ölümsüzleşti:

Ay doğar bedir bedir/Yel eser ılgıt ılgıt/Sıntır sıram sıram el kapıları/El kapılan da kölelik kapıları. /Kul olur yiğit!/ Kul olur yiğit ¡/Ay doğar hilal hilal/Gün doğar devrim devrim/Yıkılır sıram sıram el kapıları/El kapıları da kölelik kapıları/Kurtulur yiğit! /Kurtulur yiğit!

Fazıl Hüsnü Dağlamanın "Almanya'da Çöpçülerimiz" şiiri de, Ruhi Sunun dilinde, sazında ölümsüzleşecektir. Bunun ezgisi de, söyleyeni de Ruhi ustadır.

Gün ışır ışımaz alın yazımız parlar/Ne alın yazısı, el ya­zısı be!/Sökemeyiz ki biz ilkokul aydınlığı bile göremeyenler/Biz pis yöneticilerin mutsuz kişileri,/Süpürürüz yaban ellerinin so­kaklarını/Pis el, pis yürek./Sığmazken atalarım güne, yarına, / Düşmüşüm vay, düşmüşüm ben el kapılarına.

Sığmazken atalarım güne, yarına,/Düşmüşüm vay, düş­müşüm ben el kapılarına.

Daha üç yüzyıl önce, omuzlarımızda gök yarısı bayraklar/Eğilirdi bu ülkelerin burçları bayraklarımıza?/ Şimdi, ta Bünyan'daki üç çocuk,/Ağızları açlıkla büyümüş, /Şimdi ta Ereğli'deki dört çocuk/ Gözleri açlıkla iri iri/Alır karanlıklar ar­dından gönderdiğin kara lokmasını,/Sığmazken atalarım güne, yarına,/Düşmüşüm vay, düşmüşüm ben el kapılarına./Ne duru­yoruz be kardaş, aylık bin yeşil mark/Varalım, dağılalım kartal Anadoludan yeryüzüne/Beyler altın uykularından uyanmak üzere,/Haydi yollarını temizleyelim/Al güneşten bile utanma- dan/Pis el pis yürek.

Sığmazken atalarım güne, yarına,/Düşmüşüm vay, düş­müşüm ben el kapılarına...

"Çarıklılar" için, bir sunuş yazısı, ancak Ruhi Sunun dizele­riyle, güzelliği kazanabilir. Görünen" adlı şiiri Ruhi Su, 1977'de Almanya'ya gittiğinde yazdı;

Almanya'da topraklar / Aynı bizimki gibi/Ağaçlan gör­güsüz cahil/ Ne Beethoven'i bilen var ne Spartakistler'i/Nerde dünya durdukça duran/Çınarlar bizimki gibi

Bir adam gördüm Frankfurt'ta/Noel ağacının dibinde/ Kasketini açmıştı gözleri yerde/Yoksulluğun utancı aynı bizimki gibi

Memleketim diye kucakladı işçilerimiz bizi/Biri ağladı usul usul boynumda durdu/Uykuda kalmış da sanki yüzleri/ Bıyıklan aynı bizimki gibi

Ellerim ayaklarım gibi buldum/Hiçbir şeye şaşmadım da/ Neden takılıp kaldı aklım/Bizim bebelere Almanya'da/Adlan kalmış ancak/Söylenen bizimki gibi

(Cumhuriyet gazetesi, 7 Aralık 1977, "Ezgili Yürek", Adam Yayınları)

1964'ün yaz aylarıydı. Yıllık iznimi daha kullanmamıştım. Üç yıldır Milliyet'te çalışıyordum. Eski öğrencilerimden Haşan Hüseyin Özkan’ı gördüm. Belki de o sıra Milliyete, bana uğramıştı. Haşan, Konya'nın Hadim ilçesinin -benim ilçem- Kongul köyündendi. Aramızda, öğretmenliğim sırasında, öğretmen - öğrenci ilişkisinden çok, bir ağabey, kardeş ilişkisi doğmuş, sevmişiz birbirimizi. Bu köylü çocuklan, temiz, dürüst, yetenekliydiler. Yoksullukları onların suçu değildi. Söz arasında Haşan,

"Ağabey, bizim iznimiz bitti, Almanya'ya dönüyoruz. Araba­mızda yer var, haydi seni de götürelim Almanya'ya!," dedi.

"Neden olmasın?" dedim, o yıllar bekârım da. İzin alacak bir kimsem yok. Ancak, döviz almam gerekiyor, param yok. Gazete­den isterim!

Muhasebeye gittim,

"Böyle böyle, ben Almanya'ya gidiyorum. Bana üç bin lira borç verin, maaşımdan kesersiniz!" dedim.

Muhasebeye Nurettin Güllapoğlu bakıyor, gazeteci Gülla- poğlu'ların babası. Nurettin Bey,

"Para yok!" diye kestirip attı.

" O zaman istifa ediyorum! Bana, üç yıllık tazminatımı verin!" "istifa ediyorum" deyince akan sular durur gibi oldu. Gazetenin Ankara Temsilcisi İzzet Sedes'ti. Nurettin Bey ona, o da gazetenin sahibi Ercüment Karacan'a duyururlar:

" Mustafa Ekmekçi istifa ediyor!"

" Neden?"

" Üç bin lira avans istedi, 'yok' dedik, o da 'tazminatımı verin! İstifa ediyorum’ dedi, ne yapalım?"

Ercüment Karacan, çok tatlı adamdı:

"İstediği avansı verin!" demiş, "ama beni arasın, ben de onunla bir konuşmak istiyorum!" diye eklemiş.

Ercüment Beyi aradım. Şöyle dedi:

"Mustafa, bak, istediğin avansı verdiriyorum. Geçen yıl Amerika'yı gördün. Amerika'yı görenin Avrupa'yı da görmesi lazım. Tamam, git gör. Fakat böyle ikide bir istifa etme, bir gün istifan kabul ediliverir!"

Ercüment Beye teşekkür ettim. Şimdi sıra, döviz almaya gelmişti. Üç bin lira Almanya'da yeter miydi? Maliye Bakanı Ferit Melen'e telefon ettim, dövize gereksinimim olduğunu, Almanya'ya gideceğimi söyledim.

"Ancak, dövizi alacak yeterli Türk param da yok!" dedim.

"Ben sana kefil olurum!" dedi. Bir bankaya bir kart yazdı; o parayla dövizi de aldım. Artık param vardı. 1 Mark, 3 liraydı o sı­ralar.

Bir yaz sıcağında, Hasan'ın arabasıyla yola çıktık. Hasan’ın (Özkan) nişanlısı Rosemary, Rosemary'nin kardeşi Wolfgang, dör­dümüz Almanya'nın yolunu tuttuk. Arabayı, kimileyin Hasan, kimileyin de Wolfgang kullanıyordu. Bulgaristan'ı geçtik, Yugoslav­ya'da Jlubliana'da konaklayacağız. Turistlerin kalması için okullardan yararlanıyorlardı. Yol boyu, köylü kadınların kavunlarını satmak için yol kıyısına biriktiklerini görmüştüm. Sora sora yolu­muzu buluyorduk: Gelip geçenlere,

"Belgrad?" diye soruyorduk.

"Belgrad bravo!" (doğru) diyorlar, elleriyle de "devam edin" diye gösteriyorlardı.

Avrupa'yı yara yara gidiyoruz. Münih'te, Münih yakınlarında bir köye gidip orada yattık. Almanya'da küçücük kasabalarda pansiyonların, evlerin temizliği beni büyülemişti.

Anadolu'da bir köy evinde bu temizliği bulabilir miydim?

Konaklama dışında, yollarda eğleşmeden, Hasan'ın oturdu- gu Saarbrucken'e geldik. Rosemary'ler de orada oturuyorlardı. Bir hafta boyu Haşanın evinde kaldım. Arkadaşlarını yakından tanı­dım. Orada bol domuz sosisleri yiyip rakı içtik. Bir hafta sonra, yola çıkmam, öbür Alman kentlerini, oralarda yaşayan Türk işçilerini de görmem gerekiyordu. Kafamdaki plan buydu. Haşan beni, trene bindirdi uğurladı. Frankfurt'ta kalmadım. Doğru Bonn'a vardım. Bonn'da, basın ataşe yardımcısı Altan Öymen idi, onu gördüm. Türk işçileriyle ilgili röportaj yapmaya geldiğimi söyledim. O bana geceliği 30 marka bir otel buldu. Altan bir şey daha yaptı:

"Yahu," dedi, "senin gibi gazetecileri Almanlar masraf edip Almanya'ya, çağırıyorlar. Sana da kolaylık göstersinler! Buraya her zaman bir Ekmekçi gelmez!"

Basın-Yayın'dan binleriyle konuştu. "Buraya tanınmış bir gazeteci. Milliyet’ten Mustafa Ekmekçi geldi, kendisine, bir izlen­ceniz varsa, bildirin!" dedi. Benden, Almanya'da trenle nerelere gideceğimi sordular. Bir de Almanya'yı hangi sınırdan terk edece­ğimi öğrenmek istiyorlardı. Bir liste verdim, İsviçre sınırından Al­manya'yı terk edecektim. Buna karşılık Alman hükümeti, gidece­ğim yerlerin tren biletlerinin yan ücretini bana mark olarak ödemişti. Cebim marklarla doldu! Bonn'da, sınıf arkadaşım Mu­ammer Yüzbaşıoğlu'nu da gördüm mü, dünyalar benim oldu. Mu­ammerin evinde Türk yemeği yedim.

Bonn yakınındaki Ead Godesberg'e ben, Bonn'un Kavaklı- deresi diyordum. Yeşilliği, güzelliği beni büyülemişti. Orada, elçili­ğimizi, bayrağımızı gördüm.

Altan'dan kardeşi Örsan'ın adresini telefonunu alarak ayrıl­dım. Ancak önce Köln'e gidecektim, işçilerin kaynaştığı yer, Köln'dü. Köln'de başka yapacak işlerim de vardı...

Köln'de istasyonda inince, hemen ayrılmadım istasyondan. Türk işçilerin istasyonlarda eğleştiklerini biliyordum. Onlar, trenleri kollar, gelip, inenlere,

"Sen nerelisin hemşerim?" diye sorarlardı.

Bana pek soran olmadı. Elinde radyosuyla dolaşan birine sordum:

"Kardeşim, ben gazeteciyim, burada Türk işçileriyle konuş­ma yapmaya geldim. Bana yardımcı olur musunuz?"

" Hangi gazetedensin?"

" Milliyet!"

"Bakayım, kartını göreyim!"

İşte, bak!" Çıkarıp basın kartını gösterdim. İnceledikten sonra,
"Kusura bakma arkadaş," dedi, "buraya gazeteci diye bir dolu adam geliyor, bakıyoruz sonra, gazeteci mazeteci olmadığı anlaşı­lıyor. Ben sana yardım edeceğim, biz bu akşam 'haym'da toplanı­yoruz, seni de oraya götüreyim!"

" Sağ ol!"

Akşam oraya gittik. Türk işçilerin nasıl yaşadıklarını yakın­dan gördüm.

" Mustafa Ekmekçiyi bir akşam da, bizim kahvelerden birine götürelim," dedi, biri "orada biraz eğlenelim!"

Gidip eğleniyorduk. Bira içip sosisler yiyorduk. Hiç hesap ödetmiyorlardı.

Ankara'dan ayrılırken, o zamanki Sanayi Bakanı Muammer Erten, şöyle demişti:

"Köln'e gidersen, Köln yakınındaki bir kasabada kale içinde Karagöz - Hacivat figürü var, onu kesinlikle gör, sana bir konu çıkar, çok ilginç!"

Atlayıp trene kasabaya gittim. Kasabanın belediye başkanını aradım. Böyleyken böyle, "ben bir Türk gazetecisiyim; kasabanızı gezip görmek istiyorum" dedim. Çok sevindi. Bana bir yardımcı, bir de araba verdi. Kasabanın her yanını gezip dolaştık. Her yere girip çıktık. Ben, gezip dolaşıyor, ancak Karagöz'le Hacivat’tan söz et­miyordum. Beni gezdiren yorulmuştu. Sarkıt-Dikit mağaralarını dolaşıyor, adamın sorularına,

"Bizim Alanya'da daha güzelleri var!" diyordum. Haçlı sefer­lerine katılanların giysilerini, silahlarını gösteriyor, "Bakın, herhalde bunlar sizde yoktur" diyordu. Akşam oluyordu. Karagöz-Hacivat figürlerinin izine rastlayamamıştık daha. Tam kaleden çıkıp gider­ken, geri dönünce ne göreyim? Kalenin burcunda Karagöz'le Ha­civat! Bir rüzgâr gülü biçiminde:

"Buldum!" diye bağırdım," işte Karagözle Hacivat!"

Adama döndüm: "işte bu bizim Karagöz'le Hacivat'ımız!" Adam, şaşkın bakıyordu. O sırada tepemizde jetler uçuyorlardı. Gazeteler de, Türk jetlerinin Kıbrıs’ı bombardıman ettiklerini yazı­yordu. Adam, bana döndü,

"Bu uçan jetler bizim amma!" dedi.

Karagöz’le Hacivat figürünün fotoğrafını çekip ayrıldım ka­sabadan!..

Köln'de kalmayıp Berlin'e geçecektim. Orada arkadaşım Orsan Öymen, bekliyordu beni. Bonn'dayken, Berlin'e duvarı gör­meye gideceksem, uçakla gidebileceğimi, uçak bileti vereceklerini söylemişlerdi:

"Hayır." demiştim, "trenle gideceğim!"

Gece trenleriyle gidersem, otel parasından kurtulmuş olu­yordum. Köylülük işte. Örtülü kuşetli biletimi aldım, trene bindim. Kompartımanda yalnızdım. Üçer kuşetten altı sıralıydı. Ben, sağ en üst köşede yatıyordum. Biraz sonra, bir görevli geldi, kapıyı açtı. Yanında tombalak bir bayan vardı. Memur, bayana yerini gösterdi. Bana da herhalde,

"Bir dakika bakar mısınız?" diye sordu. Almanca konuşu­yordu, ama anlamayacak ne vardı?

Ben, yatağımda doğrulup onlara baktım. Kadın, beni şöyle bir süzdükten sonra, başıyla "olur" işareti yaptı. Onun yeri, benim karşımda alt sıraydı. Aramızda konuşmaya çalıştık. I-ıh anlaşmak olanaksızdı.

" Fransızca biliyor musunuz?"

"Nein!" (hayır)

" İngilizce?"

" Nein!" Ben dalga geçiyordum artık..

" Çince?"

" Nein!" Gülüşüyorduk...

Bir ara, Alman bayan, eliyle işaret etti,

"Bari aşağıya in de, öyle konuşalım!" gibisine.

Ben de iki kat indim. Aynı sıradaydık. Işıklan kapadık. Sabah, Berlin'e geldiğimizde uyandım. Alman kadının eli elimdeydi. Öylece uyumuşuz! Gülüştük. İnip birlikte kahvaltı yaptık, ayrıldık. Bir yandan Örsan'a telefon ederken, 'bir yandan da Emil Galip Sandalcının yıllardır Berlin'de yaşayan fabrikatör amcasına telefon edecektim. Dünya tatlısı Emil, Türkiye'den ayrılırken,

"Bizim, Berlin'de bir amca var, onu yıllardır görmüyoruz. Arada bir haberi, mektubu gelir o kadar. Çok zenginmiş. Fabrika­tör. Onu görüp bir selam sarkıt!"

Hemen istasyondan telefon ettim. Hemen karşıma çıktı:

" Ben Emil'in yanından geliyorum,’ Milliyet gazetesindeyim. Buraya Türk işçileriyle röportaja geldim. Size Emil'in selamını ge­tirdim..."

" Nerdesiniz? Ben sizi gelip alayım, konuğum olun!"

"Ben şimdi istasyonda saatin altındayım. Buraya gelirseniz görüşürüz, ben burada bir yer bilmiyorum! Size de gelemem, işle­rim çok."

" Siz olduğunuz yerde bekleyin, ben hemen geliyorum!"

On, on beş dakika geçti geçmedi, yıldırım hızıyla geldi. Elinde iki paket vardı:

" Madem konuğum olmuyorsunuz," dedi, "şu iki kravatı alın, biri sizin, biri yeğenim Emil'in."

Kucaklaştık, ayrıldık. (Onunla da bir röportaj yapsaydım ne güzel olurdu, kafa işte!)

O gün Örsan'la buluştuk. Gezip tozuyoruz. Örsan (Öymen), uluslararası bir gazeteciler toplantısında kurs gibi bir şey görüyordu. Beni arkadaşlarına tanıştırdı. Örsan, bana,

"Manşet Mustafa!" derdi. Yazdığım her haber, manşet olur­du, ondan...

Örsan'la "duvar"ı gördük. Amerikalılar ona "Utanç Duvarı" adını takmışlardı. Biz de öyle diyorduk. Resimler çektik. Doğu Berlin'e geçtik, bir gazeteye uğrayalım, dedik. Gazeteci bize,

" Geçen yıl neredeydiniz?" dedi. " Nâzım Hikmet, buraya geldi, karşıya haber gönderdi: 'Bir Türk gazetecisi gelsin de görü­şelim!' dedi, kimsecikler gelmedi!" Nâzım, 1963'te ölmüştü...

Berlin'de o sıra bir "İstanbul Lokantası vardı, Örsan'la o lokan­taya gittik. Bir Türk lokantası. Bitişik masada, bir Türk film sanatçısıyla birlikte arkadaştan vardı. Masaları birleştirdik. Örsan'ı da tanıyorlar, beni de. Film sanatçısı Almanya'dan sonraki izlencemi sordu:

" Almanya'dan İsviçre'ye, oradan Venedik Film Şenliğine gi­deceğim," dedim.

" Aaa, ben de o sırada Venedik'te olacağım. Beni bulun, otelimde birlikte kalırız! Sen de para harcamamış olursun?"

" Hangi otelde kalacaksınız? Ben sizi nasıl bulacağım?"

"Venedik'in en lüks oteli canım, kime sorsanız gösterirler. Haydi şerefe!"

Yemekleri yedik, içkileri içtik, bize hesap ödetmediler. Ve­nedik'te yaşayacağım günleri düşünerek, o gece rahat uyudum!

Berlin'de çok kalmayıp yine bir gece treniyle Münih'e geç­meyi düşünüyordum. Münih'te Milliyet muhabiri Mustafa Ekrem Aydın vardı. Gittiğim yerlerde arkadaşlarımı bularak, sokaklarda yitmekten kurtuluyordum!

Mustafa Ekrem Aydının evinin Münih'in hayli dışında, uza­ğında olduğunu, kocaman bavulumu beş on kilometre taşıyınca anlayacaktım. Kendi kendime şarkılar, marşlar söylüyor, yolun yü­künü hafifletmeye çalışıyordum. Bir akşamüstü arkadaşımın evine vardım. Hemen planımı söyledim, çalışmaya başlayabilirdik. Kız işçilerin kaldığı yurtlan burada görebilecektim. Türk işçiler, İranlı işçilerle birlikte kalıyorlardı...

Almanyalarda daha çok kalamazdım. Ver elini İsviçre'nin Cenevresi, gelsin gece trenleri!

Cenevre'ye iner inmez, bavulumu emanete bırakıp Türk Konsolosluğunun yolunu tuttum. Oralara hep taksiyle gidiyordum. Paralar suyunu çekmek üzere miydi ne?

Cenevre Konsolosluğundan, Birleşmiş Milletlerde Kıbrıs görüşmelerini yürüten Prof. Nihat Erimle görüşecek, işlerin nasıl gittiğini soracaktım. Ancak önce Başkonsolostan bir miktar borç istesem nasıl olurdu acaba? Ankara'ya dönünce, borcumu öderdim, yollardım parasını. Haber salındı, Başkonsolos beni bekliyordu. Üstümdeki giysileri gören, benim gazeteci değil, bir "hipi" olduğu­mu sanabilirdi. Ayağımda sandaletler, kısa bir pantolon, kolsuz bir gömlek, başımda da hasır bir şapka... Boynumda da bir fotoğraf makinesi. Ben aralık kapıdan girerken, konsolos kendi kendine söyleniyordu:

"Ulan biz burda para mı kesiyoruz? İpini koparan geliyor. Yok işçiymiş, yok gazeteciymiş. Paran yoksa çıkma kardeşim dışarıya!" Bu sırada beni gördü konsolos:

" Buyurun!"

" Efendim, ben Mustafa Ekmekçi, Cenevre'ye gelmişken si­zinle tanışmak istedim."

 " Buyurun Mustafa Bey, nasılsınız iyi misiniz?"

" Teşekkür ederim, ben Nihat Erim'le bir görüşmek istiyor­dum mümkünse.."

Hay hay!" dedi, telefon numarasını çevirdi, Nihat Erim karşıdaydı, bana verdi. Nihat Erim,

" Ooo," dedi "hoş geldin, hemen atla buraya gel, konuşalım. Öğle yemeğini birlikte yiyelim!" Başkonsolos, ayrılırken,

"Mustafa Bey, bir isteğiniz olursa, lütfen çekinmeyin söyleyin. İnsanın bin bir türlü derdi olur, allahaşkına çekinmeyin!" diyordu.

" Teşekkür ederim, bir ihtiyacım yok!"

Birleşmiş Milletler binasında Nihat Erim'in yanma vardığım­da, yanında bir de tuğgeneral vardı. Nihat Bey, ona "Turgut Paşa" diyordu. Turgut Sunalp'tı. Oturdum, görüşmelerin nasıl gittiğini sordum. Nihat Erim, Turgut Sunalp'a bakarak,

"Anlatalım mı?" diye sordu. Turgut Sunalp,

"Siz bilirsiniz efendim, anlatın!" deyince Nihat Erim anlat­maya başladı:

" Bak Ekmekçi, biz Kıbrıs görüşmelerinden çekiliyoruz. Acheson'un Kıbrıs'la ilgili planını reddediyoruz!"

Haber önemliydi, o anlatıyor ben de notlar alıyordum. ABD eski dışişleri bakanlarından Dean Acheson'un Kıbrıs planı, Kıbrıslı Türklere Karpaz Burnunda bir yer bırakıyor, Kıbrıs'ın kalan top­raklan Rumlara kalıyordu. Nihat Erim, şöyle dedi:

" Bunların tümünü haber olarak yazma, yorum olarak ya­zabilirsin. Ben sana, birkaç satırlık bir demeç de veririm."

Bu sırada telefon çaldı. Nihat Erim konuştu:

" 0, Doğan Bey hoş geldiniz buyurun, nasılsınız?" (Arayanın Doğan Nadi olduğunu anlamıştım. Nihat Erime göz kaş işaretiyle, "yarına bırakın" demek istedim.) "Doğan Bey, sizinle yarın görüşe­lim olur mu?" (Telefon kapandı! Doğan Nadi'yi atlattığıma üzgün­düm, ama ne yaparsın?) Nihat Erim konuşmasını bitirince,

" Efendim, şimdi ben bunu Birleşmiş Milletler postanesinden teleksle İstanbul'a geçeceğim, izninizle!" dedim.

" Peki," karşılığını verdi Erim, "seni öğle yemeğine bekliyo­rum, yemekte de konuşuruz." Nihat Erim, bir ara,

" Senin planın ne?" diye sordu.

" Efendim, ben buradan Venedik'e geçip, oradaki film şenli­ğini izleyeceğim. Oradan da Türkiye'ye döneceğim."

Bak, bende fazla bilet var, istersen ikimiz de Ankara'ya döneriz. Sana burada Leman Gölünü de gezdiririm!"

" Teşekkür ederim!" deyip fırtına gibi fırladım dışarı. Önce konsolosluğa gidip, bir daktilo istedim. Aldığım haberle, notları yazmaya başladım. Önce, Abdi İpekçiye "Durum" için "not"u yaz­dım. Haberi çok kısa tuttum. Dört beş sayfalık bir yazı oldu. Bir­leşmiş Milletler postanesine geldim. Görevliler,

"Biz bunu çekemeyiz!" dediler. "Çünkü siz Birleşmiş Millet­lerde çalışan bir gazeteci değilsiniz. Buradan ancak, onlar telgraf çekebilir, teleks yazdırabilir..."

" Olur mu yav?" diyordum, " işte basın kartım, ben Milliyet gazetesinde çalışıyorum. Bu kimliği nasıl tanımazsınız?"

Gürültüler üzerine içeriden biri çıktı,

" Ne oluyor?" gibisinden sordu. Ona da heyecanla, İngilizce olarak, dilim döndürünce anlattım.

" Kartınızı göreyim!" dedi.

" Buyurun!"

" Peki," dedi, kendi kartına bir şeyler yazdı. "Bunu" dedi, "radyoevinde Mösyö Zenon'a verin, o size yardımcı olacak!" Zenon bir Rum olmalıydı. Haberim radyodan mı okunacaktı ne?

" Ben, haberimi radyoya veremem!" dedim. Güldü,

" Öyle değil," dedi, "haberiniz radyonun teleksinden geçile­cek."

Hemen bir taksiye atlayıp, radyoevine gittim. Bay Zenon'a Birleşmiş Milletlerden aldığım kartı verdim. Basın kartıma baktı, elimdeki yazıyı aldı:

" Tamam, biz bunu gazetenize geçeceğiz. Daha vereceğiniz yazı varsa getirin!" dedi. Teşekkür ettim, doğru istasyona. Akşam trenine yetişip Venedik'e doğru yola çıkacağım!

Nihat Erime "Ben şimdi gidiyorum, istasyondan arıyorum!" deyince söyleyecek söz bulamadı, "iyi yolculuklar" dedi.

İsviçre'den İtalyan topraklarına geçtiğimizde, yorgunluktan trende derin bir uyku çekiyordum.

Cenevre'den çektiğim telgrafın ne olduğunu, sonra Türki­ye'ye gelince öğrendim. Milliyet'te o gece yazı işleri yönetmenle­rinden Haşan Yılmaer nöbetçiymiş. Gece, telgraf tomarı gelince, Florya'da kalmakta olan Genel Yayın Yönetmeni Abdi ipekçiyi aramış:

"Ekmekçiden uzun bir haber geldi, sana da not var," demiş, olayı anlatmış. Abdi ipekçi,

" Gazeteyi boşaltın, benim 'Durum' yazısını da kaldırın, Ek­mekçinin haberini kullanın. Başlığına 'Özel Olarak Gönderdiğimiz Mustafa Ekmekçi bildiriyor’ deyin. Ha, sonra Cenevre'den Ekmek­çiyi arayın, çocuk parasız kalmıştır, ona 200 dolar çıkarın. Ek­mekçiyi bulamazsanız, Nihat Erimden sorun!"

Onlar ararlarken, kim bilir kaçıncı uykudaydım! Nihat Erim, Haşan Yılmaer'e,

"Ekmekçi, Venedik film şenliğine gitti, yemeğe bile alıkoya­madım!" demiştir herhalde, ne bileyim...

Venedik'te hemen bir pansiyona yerleştim. Film şenliği bir iki günden başlayacak. Acaba, bizim film yıldızı arkadaş nerelerde­dir? Venedik'in en lüks otelinde bulursun beni dememiş miydi? Sora sora gidiyorum:

" Venedik'in en lüks oteli hangisi acaba, nerededir?"

Sorduklarım, giysilerime bakıp, bir karar veremiyorlar, in­celiklerinden olsa gerek, "Siz mi kalacaksınız?" diye de sormuyor­lar. Makama İtalya'da çorba gibi ucuz. Lokantaya girip bir spagetti söylüyorum, adam "herhalde arkadan bir et yemeği ister" diye umutlanıyor. Oysa ben,

" Bir makama daha rica ediyorum!" diyorum.

Film şenliğinin bürosuna gittim.

" Ben, Türk gazetecisiyim, Milliyet'tenim. Filmleri izlemek istiyorum!" dedim, incelik gösterdiler. Gösterilecek tüm filmlerin biletlerini verdiler. Ancak kokteyllere katılamayacağımı, çünkü özel çağrılı olmadığımı bildirdiler. Kokteyle gidecek giysim de yoktu zaten!

Ancak parasızlıktan filmlere de gidemedim. Gondol param yoktu. Bereket, biletimi önceden almış, pansiyon parasını da vapur gününe dek ödemiştim. Vapur geldiği gün, cebimde 2.5 (iki buçuk) Türk lirası vardı!

Limanda Türk vapurunu bekliyorum. Vapur yanaştı, daha halatların atılmasıyla, vapura atladım, merdivenlerini çıkmaya baş­ladım.

" Bir dakika, daha gümrükten geçmedi, nereye gidiyorsu­nuz? Durdurun onu..." sesleri arasında, merdivenin sonuna var­dım:

" Ben," dedim, 'Milliyet'tenim. Kaptanı görmek istiyorum!"

Az sonra, kaptan gözüktü. Kendisine anlattım, paramın kalmadığını, hemen vapura binmek istediğimi bildirdim. Kaptan,

" Vapura bugün alamayız!" dedi. "Biraz sonra Trieste'ye gidip yarın döneceğiz."

" Ama benim yarına değin yiyecek param bile yok!"

" Siz," dedi kaptan, "bana kaldığınız pansiyonun adresini verin, ben bir şeyler gönderirim!"

Adresi verdim, teşekkür edip aşağı indim. Pansiyona vardım. Bir Rus ressamla birlikte kalıyordum pansiyonda. O dünya turuna çıkmıştı, benim gibi parasızdı. Çok geçmedi, kaptanın gönderdiği yiyecekler geldi. Peynirler, pastırmalar, ekmekler, helvalar gani! Rusla birlikte yumulduk. Ne zamandır açtık. Oh be, dünya varmış! Ertesi günü, Rusa "Allahaısmarladık" dedim, yiyecekleri ona bırak­tım. Kaç gündür sigara içemiyordum...

Vapurda sanki kaptanın konuğu gibiydim. "Akdeniz" vapu­ruydu. Akşama kaptanın konuğu oldum. Kaptan, bir karton da si­gara yollamıştı. Türk yolcular da ne denli kalabalıktı? Bunca insan Venedik'teydi de, ben parasız dolaşırken neredeydiler?

Vapurda Almanya’dan yurda dönüş yapan işçiler de vardı. Biri, araba da getirmişti. Güvertede arabasını gösterdi. Arabayı nasıl aldığını sordum.

" Hemen hemen hiç yiyip içmedim denebilir. Böyle aldım arabayı! Çoğu arkadaş, her gün tavuk yiyor. Her gün tavuk yersen araba mı alınır hiç?"

Ankara'ya döner dönmez oturup "Çarıklılar'ı yazdım. Çok yankı yaptı. Almanyalardan sert eleştiriler aldım, yazı dizisinin adına takılıyorlar,

" Şensin çarıklı!" diyorlardı. Bu dizi, Ankara Gazeteciler Ce­miyeti Ödülü ile Türk Dil Kurumu Ödülü aldı...

 

Bir Başkanlık Seçimi ile Sonrası...

 

1980 Martında "Bir Başkanlık Seçimi" yazı dizisi Cumhuri­yetle yayımlanmaya başladığında, Nadir Nadi,

" Bunlar çok ilginç, bu kitap olsun!" demiş.

Arkadaşlar,

" Efendim, ne kadar süreceğini bilmiyoruz, Mustafa Ekmekçi bitirsin de kolay!" demişler. Bunu çok sonradan öğrendim. Daha önceden bilgim olsaydı, Nadir Beyin bu isteğini gerçekleştirmek için, çalışmaları genişletebilirdim, neden olmasın?

Böyle bir araştırma çalışması, Cumhuriyetle ilk kez bir görev olarak verilmekteydi. Hiçbir çalışmaya bu denli zevkle girdiğimi anımsamam, desem yeri. 1980'lere doğru da, siyasal olaylar öyle apaçık herkesin gözü önünde olmuyordu. Açıklanmayan pek çok konu, kapalı kapılar ardındaydı. Ancak aradan kısa bir süre geçin­ce, çekinceler ortadan kalkar gibi oluyor, olaylar çorap söküğü gibi, araştırıcının eline geliyordu.

Çalışmamda, elbette önce küçük gazete haberlerinden ya­rarlanıyordum. Örneğin, gazetenin bir köşesine iliştirilmiş birkaç satırlık bir haber: "Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Fuat Bayramoğlu, dün AP Genel Başkanı Süleyman Demirel'i evinde ziyaret ederek, bir saat görüştü..." gibi. Başka ayrıntı, açıklama ı-ıh yok. Ancak aradan sekiz on yıl geçince, bu birkaç satırlık haberin altın­da, çok önemli bir görüşmenin yattığını çözebilirdiniz. Bunun için, gazetecilik niteliklerini kullanmak gerekiyordu. Örneğin, kimseyle dargın, küs olmamak gibi... Süleyman Bey, ya da Bayramoğlu size dargınsa, ağzınızla kuş tutsanız, bu birkaç satırlık haberin içeriğini öğrenemezdiniz. Bayramoğlu, örneğin "Bak, anlatayım çok ente­resandır" demişse, işiniz kolaylaşmış demektir. Bir tarihçi olsam, böyle çalışırdım gibime geliyor. Tarihçinin ömrü bu açıdan, gaze­teciden daha uzun oluyor.

Hep yazıp çizeriz, 12 Mart, 12 Eylülün *provasıydı diye. Bunu da, bu başkanlık seçim’ çalışmaları sırasında anladım.

Herkesin bildiği, bir 9 Mart, bir 10 Mart, bir de 12 Mart olayı var. 10 Mart toplantısına, o yıllar bir Tümgeneral olan Kenan Bey -Kenan Evren- de, Karadeniz dolaylarındaki birliğinden gelip katı­lır. Kenan Bey, toplantıya katılanların belki de, en alt rütbelilerindendir. Önerisi şöyledir: 1) Parlamento kapatılmalıdır 2) Siyasal partiler kapatılmalıdır.

12 Martçılar, bu görüşlere iltifat etmezler, siyasal partiler kapatılmadığı gibi, parlamento da kapatılmaz. Ancak, Evren'in başı çektiği 12 Eylülde hepsi kapatılacaktır. Kenan Bey, anılarında bu konulara hiç değinmez. Olayı, yakından bilen Muhsin Batur da... Burada, Kenan Beyin demokrasi anlayışı, demokrat olup olmadığı çıkıyor ortaya. 12 Eylülcüler, 12 Eylül öncesi politikacıları, "Bir cumhurbaşkanını seçemediler" diye eleştirirler, darbenin birinci koşulu, gerekçesi olarak bunu gösterirler.

Prof. Turan Güneş, 12 Eylülden sonra da, üye olduğu Avrupa Konseyine ne yapar eder, gitmeye çalışırdı. Onu havaalanında uçağa bindirmek istemezler, o alınmaz, çabalarını sürdürürdü. Bir gün şöyle demişti:

" Ekmekçi, bu demokrasi için sızan bir ışıktır. Oraya partiler adına katılmamız, demokrasi açısından önemlidir. Yoksa ben git­sem ne olacak, gitmesem ne olacak?"

12 Eylül demokrasiye çullanmaya gelmişti başta.

12 Eylül öncesinin siyasal yanlışları saymakla bitmez.. Ama ülkede bir tek ölen olsa, cenaze kesinlikle CHP'den çıkardı. 1973 cumhurbaşkanı seçiminde de, cenaze CHP'den çıktı. Kâmil Kırıkoğlu gibi dürst bir politikacı, partisinden dışarı itildi.

Kâmil Kırıkoğlu, Gürler oylaması günü, genel sekreterlikten istifa edip evine gelmişti. Kâmil Kırıkoğlu'nun grup kararına karşın bazı arkadaşları ile birlikte cumhurbaşkanı seçiminde oy kullanması, Ecevit'in başkan olduğu CHP'de eleştirilmiş, "Gürlere oy verdiler" söylentilerinin yayılmasına yol açmıştı. Kırıkoglu, eşi Belkıs Kırıkoglu'na,

" Onlar, bir kez grup karan almışlar. Cumhurbaşkanı seçi­minde grup karan alınamaz, bu anayasaya aykırıdır. Oylama 'gizli'dir. Oy açıklanamaz. Onun için söylemedim kime oy attığımı. 'Gürlere oy verdi' diye iftira ettiler."

Bülent Ecevit, Kâmil Kırıkoğlu, Genel Sekreter Yardımcısı Mustafa Üstündağ ile, Hıfzı Oğuz Bekata, komutanların topluca bulundukları Muhsin Batur'un evindeki toplantıya gitmişlerdi. Ko­mutanlar seçilecek cumhurbaşkanı adayında iki nitelik aradıklarını bildirmişlerdi:

1) Fizik yönden güçlü olacak, 2) Dürüst olacak, sabıkası ol­mayacak.

Toplantıdan çıktıktan sonra, Gürler'in seçiminden yana ol­mayan Ecevit, genel sekreteri Kâmil Kırıkoğlu'na,

" Çok memnun oldum, çok memnun oldum!" der.

" Beyefendi, niye memnun oldunuz?"

" Bize bir isim empoze etmedi komutanlar!"

" Neyi empoze etmediler beyefendi, fizik gücü olacak dedi­ler, ismet Paşayı istemediklerini belli ettiler. Dürüst olacak, sabıkası olmayacak dediler, Tekin Anburun'u istemediklerini söylemek iste­diler. Bir tek, şişman, göbekli olacak!' demediler. (Gürler, azıcık göbekli miydi?) Bir tek Gürler kalmıştı, onun da adını söylemedi­ler!"

Kâmil, Bülent Ecevit'in CHP'nin başına geçmesi için, çaba harcayanlardandı. Kurultayın toplanması için, CHP Genel Başkanı İsmet İnönü'ye gittiğinde, Paşa ona,

" Beni devirecek misiniz?" diye sormuştu.

" Devirecekler Paşam!" yanıtını vermişti.

" Peki, sen mi geleceksin yerime, öldükten sonra, keşke sen gelsen!" deyince, Kırıkoğlu,

" Aman Paşam, ben nasıl gelirim, yerinize getirilecek bellidir! Bülent Bey!" karşılığını verir. Paşa,

" Kâmil, dizinizi döveceksiniz, dizinizi. Nasıl güveniyorsun bu adama? Bu adam iki kazı güdemez!"

" Vallahi Paşam, ben yapmadım onu, siz Alaattin'in lamba­sından çıkardınız, şimdi bana 'lambaya sok' diyorsunuz. Benim gücüm artık yetmez, dağa taşa yazıldı. Sizin gücünüz yetiyorsa siz indirin..."

İsmet Paşa, Kâmil Kırıkoğlu'na bir ara, "Ben öldükten sonra, partiyi sana bırakacağım Kâmil" gibi bir söz de söylemiştir. Eşi Belkıs Hanım,

" Kâmil, Paşa bunda samimi miydi?" diye sorar. Kırıkoğlu karşılık verir eşine:

" Böyle dedi ama, o anda bir şey yapmak için söyledi gibi geldi bana." Paşa "lambaya siz sokun" deyince,

"Paşam, ben sizin tarafınızı tutamam, sağcılarla birlikte ola­mam, zorunlu olarak tutacağım bu adamı!" demişti, (ismet Paşayı o sırada, Kemal Satırlar destekliyorlardı, onlara da "ortanın göbekçisi" diyorlardı.)

Bülent Ecevit'in genel sekreterliği zamanında şoförlüğünü yapan biri vardı, onun adı da Kâmil'di. Kâmil Lafçı. Ecevit'ten sonra, Kırıkoğlu'nun arabasının sürücüsü oldu. Kâmil Lafçı, Kırıkoğlu, Ecevit için çalışırken onu uyarır şöyle derdi:

" Kâmil Bey, bu adam için uğraşma sen, bu adamın anasına, babasına faydası yoktur. Uğraşmayın beyefendi, bunu başa getire­ceğim diye uğraşmayın!"

Kâmil Kırıkoğlu'nun eşi Belkıs Kırıkoğlu da dertliydi, o bir çeşit insan sarrafı gibiydi. O çalışmalar sırasında:

" Kâmil bak, sen bu adam için uğraşıyorsun ama, ilk kazığı sana bu adam atacak!"

Eski milletvekili Murat Öner de olayı yakından bilenlerdendi.

CHP eski Ordu Milletvekili, eski ulaştırma bakanlarından Ferda Güley, "Kendini Yaşamak" adlı anılarında, Kırıkoğlu'nu şöyle anlatır özetle:

İstanbul'da Gümüşsuyu Askeri Hastanesinde tabip yarbay rütbesiyle ve çok başarılı bir operatör olarak hekimlik yapmakta iken benim yaptığım gibi ordudan istifa edip CHP’ye giren ve yine benim yaptığım gibi 1954 seçimlerinde Malatya'dan aday olarak katılan ve milletvekili seçilen Dr. Kâmil Kırıkoğlu 1957 seçimlerin­de Sivas milletvekili oldu ve genel sekreterlikten düşürülünceye değin Kasım Gülek'in genel sekreter yardımcılığını yaptı. 1961 se­çimlerinde Meclis dışında kaldığı halde, Kasım Gülek'e bağlılığını ve genel sekreter yardımcılığını sürdürdü. Genel sekreterin kurultay yerine parti meclisinden seçilmesi kararını veren XVI. Kurultaydan hemen sonra 19.12.1962 tarihinde CHP'den istifa etti. 1965 genel seçimlerinde, Osman Bölükbaşı'nın başında bulunduğu Millet Partisi Denizli listesinde seçime katılıp ulusal artık yoluyla Zongul­dak milletvekili olarak Meclise giren Kırıkoğlu, asker urbalarımızı soyunup birlikte partiye girdiğimiz 1954 yılından beri -parti içi gruplaşmalarda ayrı olduğumuz halde- sevdiğim bir dostumdu.

Onun seçilip benim seçilemediğim 1954 genel seçimlerinden son­raki aylarda ve yıllarda Malatya milletvekili ve genel sekreter yar­dımcısı olarak İstanbul'a geldikçe buluşurduk. Arasıra Taksim'deki evimizde, annemin hazırladığı sofrada konuğumuz olurdu... (Ken­dini Yaşamak, Sayfa 409)

Ferda Güley, Millet Partisinden sonra, Kırıkoğlu'nun CHP'ye yeniden dönüşüne aracılık etmişti.

Ferda Güley de, o yıllarda Bülent Ecevit'i destekleyenler­dendi.

Şevket Süreyya Köylü müydü?

Şevket Süreyya Aydemir, "Suyu Arayan Adam" yapıtında, Nazım Hikmet'in öfkesini de anlatır. Şöyle der:

 Nâzım Hikmet kızdığı, hiddetlendiği zaman, hemen bana saldırırdı. Orman onun azgın sesinden inim inim inlerdi:

'Sen bir köylüsün,' derdi. 'Evet, bir köylü... Yani toplu­mun tortusu bir mülkiyet budalası. Köylü sınıfı zaten nedir ki? Bir ortaçağ artığı. Toprağa yapışmış, donmuş, statik bir varlık. Bütün inkılaplarda fren, bir ayakbağı.’

Siz köylülerin görüş ufkunuz, yalnız kendi tarlanızın sı­nırlan ile çevrilmiştir. Kafanız batıl inanışlara bağlıdır. Hayatı­nız ağanın, derebeyinin, yahut muhtekirin elindedir.

Köylü sınıfı inkılabın, sadece kuyruğudur. Evet kesilecek ve atılacak kuyruğu... Sizin sınıfınız artık temizlenmeye mahkûmdur yoldaş, evet, temizlenmeye ve süpürülmeye!

Sonra en büyük kozunu, en susturucu belgesini ortaya atardı. Bu o gün yazdığı yeni bir şiir olurdu. Ve arkasından daha neler bulup söylerdi.

Ben, rahat rahat gülerdim. Bu şiirler o zaman, edebiyat ve fikir kıymeti bakımından belki sadece bir arayıştı. Belki o kadarda değildi. Fakat, muhakkak ki bu azılı insanın derisinde, içindeki kanı zaptedemeyen asi damarlar atıyordu. Ve bu da­marlar kim bilir hangi yarışta çatlayacaktı.

Yazdığı şiirlere kendisi daimi komünist şiirleri derdi. Benim bildiğim devrede, yani Türkiye sınırlarından son uzak­laştığı ana kadar bence, hiçbir zaman komünist olmadı. Hatta o zaman Komünist Partisi de onun adını, azalan arasına kay­detmedi.

Ömrünün on yedi senesini, vatan toprağındaki cezaevle­rinde bıraktıktan sonra, kendi seçtiği yerlerde, kendi kaderini yaşamak için, fakat istemeyerek, mecbur olarak gitti.

Bugün artık o, bu gökkubbe altında değildir ve ölüm çok şeyleri halleder. Bizden uzak bir toprakta, bağlandığı toplumun ve sanat dünyasının olağanüstü ilgileri arasında, fakat derin bir nostalji, bir vatan hasreti içinde gözlerini hayata yumdu. Son vasiyeti, ücra bir Türk köyünün mezarlığında toprağa veril­mekti. Olmadı!...

Ölmeden önceki devrede ve son şiirlerinden birinde, bu hasret bakın nasıl dile gelir.

Sen benim,

Esaretim ve hürriyetimsin,

Çıplak bir yaz güneşi altında yanan etimsin,

Sen memleketimsin..

Elâ gözlerinde yeşil hareler,

Büyük. Mağrur ve Muzaffer,

Ulaşılmadıkça ulaşılamaz olan

Hasretimsin..

Bir gün bir ziyaretimde, bu mısralarını, onun mezarı ba­şında ve ona mezar taşı olan büyük bir siyah mermer üzerine oyulmuş hareketli siluetine karşı okurken, istedim ki ruhu beni duysun. Çünkü ben onun bu vasiyetinde dile gelen hasretini anlıyor ve hak veriyorum. Evet hem Büyük Şairdi, hem Büyük İnsan.. Ve bu Büyük İnsana yakıştırılmak istenen suçlar, iftira­lar ise, ne kadar küçük hırslardır.

Vaktiyle ve ormandaki ateşin başında köylü sınıfı için söylediği sözlere gelince? Köylü sınıfını bilmiyorum ama, benim için söylediği sözler, galiba doğruydu... (s.258)

Şevket Süreyya Aydemir, çok sık görüşmediğimiz, ancak çok sıcak dostluk, yakınlık kurabildiğim bir dosttu. 0, yazamadığı birkaç tümceyi, yazmam için bana vasiyet etmiş kişiydi. "Bu Dün­yadan Nazım Geçti'yi, Vâ-Nû ile birlikte hazırlamışlar. Vâ-Nû, daha önce ölünce, yapıtı Şevket Süreyya Aydemir bitirmiş. Müzehher Vâ-Nû’larda yatıp kalkmış.

Aysel Bayramoğlu anlatmıştı. Nâzım'ın ilk eşi Nüzhet Hanımı da sık sık ziyarete gider, saygılarını sunarmış Şevket Süreyya. Nüzhet Hanımı tanıma mutluluğuna ben de ermiştim.

Şevket Süreyya'nın Aysel Bayramoğlu'na mektupları ilginçti. Bayramoğlu'nun anıları da.

Prof. Yücel Kanpolat Kimdir?

Prof. Yücel Kanpolat, Ankara'da İbni Sina Sayrıevinin beyin cerrahlarından. Kendisiyle yaptığımız konuşmadan sonra, okurlann yoğun başvurulan, beni mutlu etti. Sayrısı olanlar anyor, Yücel Kanpolat'la nasıl görüşebileceklerini soruyorlardı. Telefonunu, ad­resini istiyorlardı. Bu denli yararlı gazetecilik olayı az yaşadım di­yebilirim. Seve seve telefonunu veriyordum. Yücel Kanpolat ger­çekte, basına pek yaklaşmayan bir kişiydi. Onu ısındırmam için, dikkatli davranmalıydım. Ozan Haşan Hüseyin'in arkadaşı olmam, belki sıcaklığı sağladı bilemiyorum.

Prof. Yücel Kanpolatla konuşalı, bir buçuk yıla yaklaşıyordu. Konuşmamızdan sonra neler olmuştu? Kanpolat, bunu şöyle anlattı:

O zamandan sonra konuyla ilgili üç önemli makalemin ikisi Amerika'da, biri Avrupa'da yayımlandı. Dünya Beyin Cer­rahisi Federasyonunun eğitici kadrosunda görevlendirildim. 1996 Mart ayı sonunda Brezilya'da ağrı cerrahisiyle ilgili eğitici dersi Brezilyalı beyin ve sinir cerrahlarına Sao Paulo'da anlat­tım. Nisan ayı sonunda, Amerika'da Minneapolis'te, 'Ağrı Cer­rahisi' ile ilgili bir özgün çalışmamızı Amerikan Beyin Cerrah­ları Birliği toplantısında sunduk. Haziran ayında, Fransa'da, Haziran ortasında Milano'da, Ekimde Montreal'de ağrı cerrahisi ile ilgili pratik kurslar düzenleyip yöneteceğim. 1997'de katıla­cağım iki önemli kongrede bir konferans, birde kurs vereceğim. Ayrıca yurtdışından ABD, Kanada, Endonezya gibi ülkelerden belli bir programla Ankara Üniversitesi'ndeki çalışmalarımızı izlemek üzere bizimle yazışan meslektaşlarımız var. Bu arada Türk Bilim Akademisine asosiye (ortak) üye seçildim. Bu bilgi­lerle, sanıyorum yöntemlerimizin bilim dünyasında kabul edil­diği söylenebilir.

Prof. Yücel Kanpolat, 1941'de Erzincan depremi sonrası yıkılmış olan Sivas'ın Koyulhisar kasabasında doğdu. Babasının ve annesinin babalan Kafkasya'dan gelmişler. Anne tarafı Çeçen, baba tarafı Kuşha. Babası Koyulhisar'dan sonra Zara'ya gelmiş. Babası o vakit dava takip memuru. Baba, önceleri tecimermiş (tüccar), sonra iflas etmiş. Daha sonra, borçlarını ödemek için memur olmuş. Babasının, Kurtuluş Savaşında 6.5 yıl askerlik yap­tığını açıklıyor Yücel Kanpolat.

Yücel, ilkokula Zara'da başlayıp, Sivas'ta bitirmiş. Ortaoku­lu, liseyi Sivas'ta, lise son sınıfı ise Ankara'da Gazi Lisesinde oku­muş. Sonraki eğitiminin bütün evreleri Ankara'da geçmiş. Yücel Kanpolat, burada sözü alıp şöyle diyor:

Ayrıca, meslek kariyerimin tümünü ülkemde tamamla­dığımla övünürüm. Yabancı ülkelerde bilgimi geliştirici kısa kalışlarıma karşın, araştırmalarımı ve çalışmalarımı Türkiye'de yapıp tamamladım. Sonuçta, bunca gelişme eğer bir değer ifade ediyorsa bu cumhuriyetin ilk üniversitesi olan Ankara Üniver­sitesinin ve cumhuriyet döneminin ilk tıp fakültesi olan Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesinin bana sağladığı eğitim ve olanak­larla gerçekleşmiştir.

Biz bir anlamda alaylı sayılabilecek bilim adamlarıyız. Bazılarına göre ütopya sayılsa da ben, Türkiye'de bugünkü mektepli genç kuşak bilim adamlarının Nobel ödülü alabilecek çalışmalar yapabileceğini umuyor ve bekliyorum.

Çalışmalarımı ve elde ettiğim aşamaları izleyen bazı dostlarım benim ülke ve devlet tarafından yeterince desteklen­mediğim savını öne sürerler ki, ben bu kanıda değilim. Bu dev­let bizleri kıt olanaklarıyla köylerden kasabalardan buraya değin beslemiştir, okutmuştur, olanak vermiştir. Ben artık devletten yeni olanaklar, hatta avantalar beklemek yerine dev­lete, ülkeye ve insanlığa karşı görevlerimiz ve sorumlulukları­mız olduğu inancını taşıyorum, insanlığın ve ülkelerin kirlenen değerler arasında güveneceği kişiler ve kurumlar olmalıdır.

Bu kitabımdaki "dizi" yazılarımla ilgili bu açıklamaların önemli olduğuna inanıyorum. Ben bu kitapta, gerçekte değişik ke­simlerden kimi "ÇARIKLILAR"ı buluşturduğumu düşünüyorum. Aralarında ünlü deyimimiz "çarıklı erkânıharp'ı anımsatanlar da var. "ÇARIKLILAR" dünyasında yetişip de kurnazlığıyla değil "bilgi'siyle, bilgisi becerisiyle yükselenler de var. 1964'te, "ÇARIK­LILAR" dizisi yayımlandığında, "Şensin çarıklı" tepkisini gösteren­lere, o zaman da kızmadım, şimdi de kızmıyorum. Evet, ben de "ÇARIKLILAR"dan biriyim, bu nedenle "ÇARIKLILAR" gazete sayfalarında kalmasın diye düşündüm.

Mustafa Ekmekçi
1 Mayıs 1996