İşçiler İçin Çevirmen Gerek

Münih'te konsoloslukta oturuyorduk. İçeri, Ankara'dan gel¬miş milletvekillerinden biri girdi. Oradakiler tanımıyorlardı. Tanış¬tırdım: " Aman bir bardak su..." dedi milletvekili.
"İşte bir çarıklı daha" diye geçti içimden. Sudan başka bir şey içmeye alışmamıştık.
Viyana havaalanında, otomatik su musluğu bulan Türk işçilerden biri, arkadaşlarına seslenmişti:
"Gelin ulan, burada su var..."
Birden yüzlerce işçi su musluğunun başına birikivermişti. Kana kana içtiler. Oradan geçenler, bu yanmışlara bakıp güldüler. Münih'te konsoloslukta, söz dönüp dolaşıp buradaki kadın işçilerin durumlarına geldi. Milletvekili dönüp şöyle dedi bana:
"Evvelce, anneleri Alman çocuklarımız vardı. Galiba ba¬balan Alman olan çocuklarımız da olacak.."
"Sen sabır ver Yarabbi..." gibilerden başını salladı. Tartış¬mayı çabuk kestik.
Almanya'da Türk işçiler ilk, "Buralar ne kadar da orman¬lık?" demişler. Münih'te bir pazar günü dolaşırken kulağıma Türkçe sesler geldi:
"Bu pazarlan hep böyle. Herkes çoluğunu, çocuğunu alır gezmeye çıkar yeşilliklere." Baktım, Türk de çoluğunu çocuğunu almış, gezmeye çıkmış...
Gelgelelim, Almanlar da ormansızlıktan yakınıyorlardı. Münih'te verilen bir konferansta ormanların yok edildiğinden söz ediliyordu. Bir Alman, bir ara şöyle dedi:
"Böyle giderse, ormansız kalacağız. Yakında Türkiye'ye döneceğiz."
Münih, baştan başa ormanlıktı. Yollar ormanlardan geçiyor¬du. Yollarda "Dikkat geyikler var" işaretine sık sık rastlıyordunuz.
Geyikleri ancak sahipleri avlayabilir. Ve geyiklerin gelirleri de tarla sahiplerine ödenir. Zira geyikler, tarlalarda biten otlarla beslenmektedirler. Tarlalardan toplanan otlar, bazen helikopterlerle ormana -geyiklere- bırakılmaktadır. Tuz da öyle.
Salzburg'da Truppe adında bir profesör de bizim Türklerden birine:
'Yeşilden bıkıyorum bazen. Bunun için çorak toprak gör¬meye Türkiye'ye gidiyorum" demiş.
Bir Almanya mı? Yugoslavya, Avusturya, baştan başa orman, yeşillik.
1949'da Berlin'de kömür sıkıntısı varmış. Belediye Grunewald koruluklarının yakılması zorunluluğunu duyuyor, işgal altındaki bütün Berlinliler,
" Biz donarız da, Grunewald'ı gene yakmayız" demişler. Berlin'e uçaklarla kömür gelmeye devam etmiş. Kışı böyle geçirmişler.
Bir çam dalı koparın da görün Almanya'da.
t
"Katil.." diye başınıza birikeceklerinden hiç kuşkunuz olmasın.
Türk işçiler, bunu görmüş, benimsemişlerdir.
Bir işçiyle konuşuyordum. Bana gördüğü bir düşü anlattı:
"Abi, rüyamda bir Alman kızı ile evlenecekmişim. Ben¬den çeyiz olarak bir orman istediler. Bizde orman yoktur dedim, kızı vermediler."
Türkiye'de evlenecek her kız, nişanlısından bir ağaç istese, Türkiye ormanlarına kavuşurdu diye düşündüm.
Münih'teki işçi ataşeliğinin masasında bir yazı makinesi • yoktu. Bir sigara tablası da yoktu. Sigaralarımızın külünü de, izma¬riti de yere attık. İşçi ataşesi bizden önce, kendisine dert yanmaya gelen bir işçiyi âdeta kovuyordu: "Git başını nereye çalarsan çal" diyordu.
Gazeteci olduğumuzu söyleyince hafif kızardı. Sonra, işçilerden dert yandı. Ataşemiz haksızdı, işçilere yardım etmekle, devletin, hükümetin saygınlığı kırılmazdı ki. İşçiler oralarda yalnız bırakıldıkları zaman, devlet, hükümet itibarı diye bir şey kalmaz. Oralarda çalışan, hükümet işi görenler bunu unutmamalıdırlar.
Türk işçileri bir suç işlediği zaman, konsolosluklar ilgilenmi¬yor bunlarla. 'Yapmasaydı kerata" deyip çıkıyorlar işin içinden, suçlar kovalıyor birbirini.
Türk memurlarla da konuşunca, bin bir dertleri olduğunu dinliyorsunuz: "Eve şu kadar veriyorum, şu kadar uzakta oturu¬yorum, devlet bizimle ilgilenmiyor" ve daha neler neler...
Adını açıklamayacağım. Bir memurumuz da şöyle dedi:
"Ben burada faydalı olamıyorum. Tabii yazma bunu, söz aramızda..."
Dil bilmiyordu. Yol bilmiyordu. Faydalı olamıyordu. Ekledi:
"Hiç yoktan iyi. Ne de olsa dışarıdayım."
Türkiye'deki İşçi Bulma Kurumundan şikâyetler de pek çok. Bu kadar işçi gönderiliyor, "Bu işçilere bir de çevirmen yollayalım" diyen yok. Alman - Fransız sınırında dinlediğim, madenci Türk iş¬çileri derde gömülmüşlerdi. Hayrettin Tüfekçi adında bir işçi "Tür¬kiye'de diktatör yok diyorlar... Ya Tophanedeki diktatörlüğe ne buyurulur?" diyor ve çektiği güçlükleri anlatıyordu.
Güçlükler bitmiş değil ki. Dil bilmiyor. Ne Fransızca, ne Almanca. Fransa'da bir gün bakkala yoğurt almaya gitmiş. Mevsim kış. Yerden kar almış "Şuna benzer bir şey verin" diye göstermiş. Birkaç kişi, dil bilmediklerinden yıkılan, çöken kömür ocakları al¬tında kalmış. Hayrettin,
"Abi, bir gün ben de toprak altında kaldım. Memleketimi düşündüm, ağladım ağladım, ferahladım" diyor.
Fransa'daki işçiler, fırsat bulur bulmaz, Almanya'ya kaçıyor¬lar. Almanya'da işler biraz daha rahat gibi. Belçika'dakiler de Hol¬landa'ya. Oralarda kısa zamanda iş bulup öğrenip çalışıyorlar. 
Hayrettin, domuz eti yemekten çekinmiyor birçokları gibi. Ama bir gün yoğurt yerken, yoğurdun içinde siyah bir şey görmüş, midesi bulanmış. "Domuz yiyorsak, bu kadarı da fazla" demiş, çağırmış garsonu.
Yoğurdun içindeki nesneyi çıkarmışlar, bakmışlar. Hayrettin anlatırken herkes kırılıp, yerlere yatıyor gülmekten.
"Ben domuz kılı zannettim abi. Meğer balık kılçığı imiş!"
Milliyet
8 Kasım 1964