Veysel Usta Öğretici Olarak Köy Enstitülerinde Çalışmış...

Veysel, "78 yıllık bir hayat bu" diyor, "bir günde bir ayda anlatmakla bitmez" ve ekliyor:
Acı hayatım var, fakat ben şikâyetçi değilim. Gözlerim kapanmış, dünya bana zindan olmuş, beni de dünyaya tanıtmış. Şikâyetçi değilim, müsterihim. Babam, Birinci Dünya Savaşında bir kızla everdi beni. Sonra sekiz yıl beraber kaldık. Annem, babam öldü. Ağabeyim yalnız iş çeviremiyor. Komşunun birini hizmetçi olarak aldık. O da sütünün iktizası, o cahil kadını kandırıyor, ondan önce bir oğlan çocuğumuz oldu. Memesi çocuğun ağzında kalmış, çocuk öldü, ikinci bir kız oldu, altı aylık iken onu da bıraktı kaçıp gitti. Sonra tekrar evlendim. İki evliliğim ondan ibaret.
Veysel'in altı çocuğu, on altı torunu var. Oğullarından biri öğretmen. Oğlu Ahmet, Veysel ile birlikte dolaşıyor. Babasının gezilerinde yardımcı oluyor.
Bir ara sordum:
" Rakı içmek ister misin Veysel Amca, yemek altına?"
" Adamın güleceğini getirme Allahaşkına..." 
" Son şiirini söyler misin Veysel Amca?"
"Söyleyeyim:
Beni hor görme kardeşim.
Sen altınsın ben tunç muyum?
Aynı vardan var olmuşuz.
Sen gümüşsün ben saç mıyım?
 
Ne varise sende bende,
Aynı varlık her bedende
Yarın mezara girende
Sen toksun da ben aç mıyım?
 
Kimi molla kimi derviş.
Allah bize neler vermiş.
Kimi arı çiçek dermiş
Sen balsın da ben çeç miyim?
 
Topraktandır cümle beden,
Nefsini öldür ölmeden
Böyle emretmiş yaradan
Sen kalemsin ben uç muyum?
 
Tabiata Veysel âşık,
Topraktan olduk kardaşık 
Aynı yolcuyuz, yoldaşık 
Sen yolcusun ben bac mıyım?
" Rakıya su ister misin Veysel Amca?"
" Yoo, harama hile katmam ben."
Veysel, 1940’tan 1946'ya kadar köy enstitüsünde saz öğretmeni olarak çalıştı. Tonguç Baba getirip öğretmen yapmıştı onu. Köy çocuğu öğrencilere onun sazını dinletti, şiirlerini ezberletti. "Enstitüler olmasaydı daha yüzyıl köylere okul gitmezdi" diyor Veysel... İlk Arifiye Köy Enstitüsünde işe başladı. Sonra Çifteler Köy Enstitüsüne, Hasanoğlan Köy Enstitüsüne gitti. Dersler verdi, çocuklan yetiştirdi. Fakat ders dışında Veysel dehşetli sıkılırdı. Onu bir odaya koyuyorlar, ders saatlerine kadar orada bekliyordu. Veysel, köy enstitüleri günlerinden bir anısını şöyle anlattı:
"Çifteler Köy Enstitüsündeyken, Raşit Toygan isminde genç, neşeli, şakacı bir öğretmen var: Zenaat öğretmeni. Elektrik çalıştırıyor, sanat dersine giriyor, şoförlük yapıyor... Öğretmen odasında otururken gelir: Sandalyesini böylesine tutar geriye devirecek gibi:
'Bana bir şiir yazmazsan, sazının san telleri kırılsın' der.
'Ne yazayım Raşit Bey, ben sana ne yazayım' diyorum. Bir yırtık, pırtık tulum giyer, elini cebine sokar, parmaklan aşağıdan çıkar, elimi tutar gösterir:
'işte vaziyeti görüyorsun ya, buna göre bir şeyler düşün...'
Adamı sevdim, fakat elde bir konu yok. Günün birinde Eskişehir'e geliyor, gelirken yolda taksi bozuluyor. Harmandalı diye bir köy var, ordan bir çift at almış. Taksiyi atlarla çeke çeke getirdi okula. Motorlu araca da hayvan koşmak tuhaf oluyor malûm. Şimdi yakaladık dedim konuyu, başladım...
Sabah sabah bana çatma,
Ne istersin Bay Raşit?
Uzun, kısa söz uzatma
Sözlerimi duy Raşit.
 
Akıl, fikir yok mu başta?
Ayna yok mu bak yamaçta?
Eller cepte parmak boşta
Giyme bunu soy Raşit.
 
Ceplerinin dibi delik.
Nedir şendeki bebelik?
Ne sarhoşluk ne semelik?
Sanki içmiş mey Raşit.
 
Raşit çok adın gibi,
Hiçbir tat yok tadın gibi
Yontulmadık odun gibi
Uzatmışsın boy Raşit.
 
Veysel dolarsa taşıyor,
Gören bu işe şaşıyor
Tenezzühe at koşuyor
Çekmez bunu tay Raşit"
Şimdi okulda ad taktılar: Tay Raşit aşağı, tay Raşit yukarı!" Adam gücenmiyor. Diyor ki, "Tuluma filan baktıydın biliyordum, boyumun uzunluğunu nereden bildin?"
Yanıt verdim: 'Konuşurken sesin yukarıdan geliyordu!'
Raşit yine takılıyordu: 'Eğer radyoda söylemezsen, sazının san telleri kinisin...'
Geçen yıl, Anafartalarda rastladık, aman boynuma bir sarıldı, kahveye götürdü. Oturduk ayağının altında bir yara varmış, yara boşa gelsin diye, ayakkabısının altına demir koydurmuş...
Veysel Amca, evvelce tay idim, şimdi at oldum, nallandım, buna da bir şiir düşün Allahaşkına..."
Doğumum da herkes gibi değil diye konuştu Veysel. "Anam rahmetlik koyun sağmadan gelirken, yol üzerinde dünyaya getirmiş. Göbeğimi taşla kesip köye gelmiş...
Yedi yaşıma kadar, ben de herkes gibi koştum, oynadım, yedi yaşımda gözlerimi kaybettim. Babam koştu, uğraştı, kocakarı ilaçlan ile tedaviye çalışıldı. Olmadı. Fakirlik de var."
" Veysel Amca, Nurullah Ataç, kulağı gözden daha önemli bulur. Sevdiğimi görmesem de olur, sesini duymazsam yapamam, şeklinde anlatır bunu. Ne dersin?"
"Doğru söylemiş. Deminden anlattım ya, insanlarda göz, kulak alıcı, dil sarf edici. Gözünle görür, dilinle sarf edersin. Kulağınla duyarsın dilinle sarf edersin, konuşursun. Fakat en mühimi kulak bence. Göz de unutmayabilir, bunların ikisi de mühim, fakat kulak daha mühim."
" Şiirlerini nasıl yaratıyorsun?"
"Bunu anlatmaya imkân yok. Şu kadar söyleyebilirim. Zaman geliyor, dur desen duramıyorsun. Bir başlangıç oldu mu, temel taşı atmış gibi örülüp geliyor."
" Şimdiye kadar kaç şiir söyledin?"
" Saymadım. Yalnız kâğıda geçtikten sonra onun peşini bırakırım."
" Peki kâğıda nasıl geçiriliyor?"
" Bak şimdi! Benim kalemim var mı yahu? Senin gibi biri yazar, oğlum Ahmet kaleme alır şiirlerimi çıkar ortaya..."
" İlk plağını nasıl doldurdun?"
" İlk vardık Colombia’ya. Plak dolduracağız dedik, çalın bir dinleyeyim dediler. Çaldık, ne istiyorsunuz, diye sordular. 500 lira ver, üç plağa dedim. Aaaa, dedi yetkili, 500 lira. Bu, sokakta mı toplanıyor, neredeymiş, dedi. Sen ne vereceksin, diye sorduk. 15 lira veririm üç plağa dedi. Okumadık, gittik. Radyoda ilk söylediği¬mizde Colombia, Sahibinin Sesi bunlar düştüler peşimize. Sonra Colombia'ya üç plağa 270 lira alıp okudum, ilk, bizim plaklardı. Sonra Refik Başaran çıktı, şimdi öldü Refik Başaran."
" Sevdiğin şairler hangisi, halk şairleri arasında?"
" Karacaoğlan'ı da Yunus Emre'yi de severim, Emrah'ı da severim. Dadaloğlu... Pirsultan... Bunlar daha açık, öz Türkçe yazmışlar, sözlerini anlayabiliyoruz. Onun için bunlar daha çok hoşuma gider, ama daha pek çok şairler gelip geçmiş... Ben çoklarını okuyup, dinleyemedim ki..."
Veysel, "şimdi istek saati..." dedi ve dinleyen dostlarının hangi türküleri istediklerini sordu. Bir yandan da sesinin iyi olmadığını söylüyordu. Şu fıkrayı anlattı:
"Hoca, namazda, esselâmüaleyküm ve rahmetullah, deyince, bektaşi, aleykümselam' demiş, imam tabii kızmış. Vayy demiş, namazı bozdun nerden geldin defol git şuradan. Bektaşi cevap vermiş: 'Hoca ben ne yaptım, sen selam verdin, ben de aldım.'
Hoca 'ben sana mı selam verdim, meleklere selam verdim' deyince, bektaşi dayanamamış: 'E, hocam 'senin gibi imamın da benim gibi meleği olur!' karşılığını vermiş." Veysel ekledi:
"78 yaşındaki adamın da sesi, sazı bu kadar olur kusura bakmayın."
Veysel'in sayısı yüzleri aşan şiirleri yayımlanmıştır. Veysel 1953’ten 1969 yılına kadar şiirlerinden on bin lira kadar para kazanmış.
Orhan Peker, Veysel’in bir tablosunu yaptı.
Ressam Balaban, Veysel'i "göz" olarak resimlemeyi düşünüyor. Göz içinde Veysel ve sazı. Balaban, "Veysel gözdür" dedi. "O, şiirlerini gören gözler için yazdı, söyledi."
Veysel, Balaban'a sordu.
"Sen resmimi çizeceksin ama, kendinde mi kalacak, bize de yollayacak mısın?"
" Herkese dağılacak."
" Peki!"
" Benim çizdiğim bir tek olmuyor, çoğalıyor hemen."
" Çocuklar iyi mi?"
" iyiler."
" Onlar da ressam mı?"
"Birisi iyi, iyi yapıyor, birisi de çok güzel lafları iyi biliyor ha. Seni hiç unutmadılar amca. Hiç. Hemen sesini duyunca radyonun başına geliyorlar. Dünya güzel biliyor musun? Çok güzel bir şey."
" Leblebi vardı burada bir yerde, nerde?"
"Burda amca, bizim ektiğimiz nohut bu. Leblebi olmuş amca. Pek güzel ha. Şehre gelmiş leblebi olmuş bu."
"Ali sen neler biliyorsun" dedi gülerek Veysel.
Yeni Ortam
4 Ocak 1973