İkinci Mektup

Aysel kız,

Mektubumu yalnız sana yazdığım için, bu defa arkadaşlarına selam yazmıyorum. Umarım ki bunu yadırgamazsın. O halde şimdi konuşalım. Ankara'dan ayın beşinde ayrılmıştım. O gece köyde kala­rak ertesi gün İstanbul'a hareket ettim. Yollarda ve bizim bölgede hava güneşliydi. Ankara - Eskişehir bozkırı yeşil bir örtü altındaydı. Tar­lalarda ekinler, çocukluk çağlarını yaşıyorlardı. Bozhöyük’ten sonra, bildiğimiz yeşil tepeler başladı. İnegöl ve Bursa çevresinin tabiatı ise bahar çılgınlığını yaşıyordu. Ama asıl bahar sarhoşluğu bizim top­raklarımızda coşmuştu. Papatyalarla gelincikler, peygamber otları, sarı çiçek dalgaları sırtlarda, yamaçlarda, zeytinlik kuytuluklarında kucak kucağa idiler. Meyveli ağaçlar, yer yer meyveye yatmışlardı. Ama aralarında gene de, beyaz yahut pembe keysisini atmamışlar vardı. Dağlar, tepeler mavi tüllere bürünmüş gibiydi. Her yerde haya­tın çatlayışı ve kendini verişi vardı. Hulasa her yer güllük gülistan­lıktı. Ben bizim köye bu şehrayin içinde girdim. Bizim küçük bahçe de beni iyi karşıladı. Güller açmıştı. Zakkumlar tomurcuktaydı. Morsalkım ilk defa çiçek veriyordu. Asmalarda çılgın bir uyanış vardı. Koyu yeşilin en canlısından yapraklar arasında, müstakbel üzüm salkımlarının ilk fışkırışı vardı. Eve girip balkona çıktığım zaman güneş ufka iniyordu. Mavi bulutlar yer yer kızıla dönüşmüştü. Dağlar mordu. Ve denizde yer yer gümüş havuzlar ışıldıyordu. Güneşin denize inişini bir ibadet vecd'i içinde izledim. Sonra karanlık bastı. Gece, eteklerini üstümüze serdi. Onun bu örtüsü altında gözlerimizi kapayacaktık. Öyle de oldu. Ama uykuya değil, uykusuzluğa sarıldım. Buna muhtaçtım. İstedim ki hem günün şevkini, hem içimizin coşkunluğunu yaşaya­yım...

İyi kızım,

işte sana bir lise öğrencisi mektubu. Galiba o yaşta bunları yazmaya vakit kalmadığı için, şimdi kendimi bir özlemin havasına kaptırıyorum. Ama nihayet, aldanışların da bir teselli edici tarafı var. Şimdi de biraz dünya işlerinden bahsedeyim. İstanbul'a her gidişin, beni günler öncesinden tedirgin eden bir isteksizliği olduğunu bilirsin. Bu sefer de öyle oldu. Evet, belki de hiç gitmeyebilirdim. Ama yola çı­kınca artık irade senin değil. Bir el sanki arkamızdan itiyor. Dünyanın en güzel yerinde yarattığımız, dünyanın bu en çirkin şehrinde mümkün olduğu kadar etrafa bakmadan Taksim'de Gezi Oteline vardım. Arkada bir oda istedim. Verdiler. O gün Büyük Tarabya Otelinde, bütün kok­teyllerde olduğu gibi kim bilir hangi partilerden artakalmış nesneler­den bir şeyler ikram ettiler. Ben midemi korudum. Ama tanıdığımız veya yeni tanıştığımız insanlarla kucaklaşır veya el sıkışırken bu bu­luşmadan ne kadar mest olduğumuzu gösteren bütün marifetlerimiz tamamdı. Arada bazı ziyaretlerim oldu. Nihayet 10 Mayıstaki toplantı günü geldi. Bu kadar kalabalıkla karşılaşacağımızı bilmiyordum. Çoğunluk gençlerdeydi. Yani bizim, şu artık koptuğumuz gençlerde. Konuşmalar geç vakte kadar sürdü. Bunu, dinleyiciler, oya koydurarak istediler. Ben de bir şeyler konuştum. Ama nesiller arasında bağıntı, ne kadar kurulmuş gibi olsa da, insan hissediyor ki, aradaki bu kopuntu ve değer ölçülerindeki olgunluk farkı gözden kaçmıyor. Ama çocuklar nazik. Bizleri bol bol alkışladılar. Eğer bu alkış alışkanlığı olmasa, sanıyorum İd bu karşılaşmalar daha samimi olacak.. Ne ise, o da bitti.

Ertesi gün köye döndüm. Ama havalar son günlerde hiç de güllük gü­listanlık değildi. Bugün biraz açar gibi oldu. Dönmeden önce, bana bırakılmış bir not aldım. Anladım ki İstanbul'a geliyorsun. Ben de o gün bu tarafa hareket ettim. Umarım ki şimdi Ankara'ya dönmüşsünüzdür. Bu durumu, hareketten önce, Kızıltoprak'a telefon edince öğ­rendim. Şimdi de sen bana bir mektup yazacaksın. Haydi benim mek­tubumun iki misli demeyeyim, ama hiç olmazsa benim mektubum kadar. Hatta yazı makinesi ile de yazabilirsin. Yahut da yazıların açık ve okunaklı olsun. Her kelimeye manasını verebileyim...

Şimdilik bu kadar. Seni, en iyi dileklerimle öperim.

13.IV.1974