"Atatürk" Der Demez Kapı Açılıverdi

"Ahmet" dedi Haşan, "rakı var mı, bak Türkiye'den konu­ğumuz geldi..."

Ahmet’in şakacılığını ilk görüşte anlamıştım. Hemen cevabı yapıştırdı:

"Ne rakısı be... İt yatağında ekmek ufağı mı bulunur?"

Bende vardı rakı... Haşanın evine gidip açtık şişeyi, içtik...

Almanya'da Saarbrucken’de Türk işçilerin arasındaydım. Haşanla Ahmet yıllar olmuştu geleli buraya.

"Otur hele" dediler. "Biz sana bütün işçileri gösteririz, onlarla konuştururuz. Hele bir iki gün konuğumuz ol, buraya bir alış..."

Haşan, ta eskilerden, Demokrat Parti zamanlarından bir ba­şına Almanya'ya gelenlerdenmiş. İlk gelişini anlattı Almanya’ya...

 Ankara'dan bir adres alıp gelmiştim Münih'e... Gece kala­cak yerim yoktu. Elimdeki zarfı göstere göstere adresi buldum. Kapının ziline bastım. Almanca bir ses duydum. Kapı açılmamıştı. Tekrar zili çaldım. Yine mikrofondan gelir gibi bir ses. Ne olabilir? Olsa olsa 'kimsiniz?' diyebilir. Bir baktım, bir delik var. Mikrofon gibi yine... Eğildim, dudaklarımı yaklaştırdım mikrofona. 'Atatürk" çıktı ağzımdan. Kapı hemen açıldı... Hasan'ı kim bilir koca Al­manya'da? Atatürk'ü duyunca nasıl da açtılar kapıyı. .. O gece orada yattım, sonra başladım iş aramaya...

Hasan’ın öyküsü daha bitmiş değil... Yıllarca hamallık etmiş... istasyonlarda yatmış. Yine bir gün, mektup getirdiği karısı Alman, kocası Türk bir aileye gidecekmiş. Gitmiş, yemeğe alıkoy­muşlar. Kan koca, Hasan'ın karşısında sofraya oturmuşlar. Haşanın yanma da evin köpeği oturtulmuş, ilk çorba gelmiş. Kö­peğin de, yiyecekleri önüne konmuş... Gelgelelim, köpek önündekileri yemiyor, habire Hasan'a bakıyormuş. Haşan, çorbayı yarıda bırakmış. Bir başka yemek gelmiş. Ona başlamış. Fakat köpek Hasan'a bakmaya devam ediyormuş. Hasan,

"Acaba çatalı mı yanlış tutuyorum?" diye geçirmiş aklından. Yooo, onlar gibi tutuyormuş... Köpek Hasan'a bakıyormuş. Haşan, kan ter içinde yemeğin bitmesini, sofradan kalkılmasını bekliyormuş. Ve köpek, yemeğin sonuna kadar Hasan'a bakmış durmuş...

Yıllar geçmiş... Haşan, Almancayı, Alman âdetlerini öğren­miş. Ailelerin arasına girmiş. Bir Alman kızı ile nişanlanmış. Ana­sına, ağasına mektuplar yazmış, iyi bir iş bulmuş, Almanya'da öğ­renim yapmış. Sormuş anasına:

"Arasıra domuz eti de yiyorum anacığım..."

" Oralarda aç kalma da ne yaparsan yap..." diye yanıt gelmiş anasından.

Ahmet, bir başka âlem... Benim onlara ilk sorum şu oluyor­du:

"Domuz eti yiyor musunuz.?.."

"Ahmet, yerken besmele bile çekiyor. Burada nimet bu diyor..."

Ama hepsi Ahmet gibi değil. Yemeyenler çok. Onlar, çarşı­dan bulgur bulamaç bir şeyler alıyorlar. Evde pişirip yiyorlar. Bir lokantaya gidildi mi, listedeki yemek soruluyor ilkin:

"Domuz mu?.."

"Domuz..."

"Domuz kalsın, şundan ver...”

Almanlar çok yiyorlar, mutfakları o kadar iyi değil. Patates, ha patates. Haşan,

" Onlar çok yerler abi" diyor.

" Onlar oba görmüş abdal gibi yerler."

Haşan, nişanlısını Türkiye’ye götürüp getirmiş. Alman kızı, Türkiye'yi çok beğenmiş, fakat:

" iyi güzel ama, ben buralarda yaşayamam" diyormuş... Ve ekliyormuş:

" Sizin kadınlarınız ne kadar çok çalışıyorlar öyle?... Erkek­leriniz neden bu kadar kahvelerde oturuyor. Kadınlarınız âdeta in­sanlıktan çıkmış..."

, Hasan'ın nişanlısı Rosemary, anne babasına Türkiye'yi an­latıyordu:

'Türkiye'de çok eşek var, öyle sevimli eşekler ki..."

"!!!!!!!!!.............. "

" Anne, sokaklarda hiç trafik işareti yok.. Arabalar, rastgele ışıksız caddelerden geçip gidiyorlar..."

"!!!!!!!!!.............. "

Bir Alman kızının Türkiye hakkında izlenimlerini dinliyor, notlar alıyordum. Rosemary’lerde bize çay ikram ettiler. Alafranga dediğimiz usulde. Çayı bardağa sarkıtmayı sevmiyordu Haşan... Bir ara,

" Şu çaya bak" dedi. "Çorap eskisi sarkıtır gibi..."

Milliyet
2.11.1964