Mustafa Kemal Veysel'i İstiyor...

Âşık Veysel, elinde sazı, yanında gözleri gören yoldaşı İbrahim'le, durmadan gezer dolaşır. Çalar söyler. En ünlü şiirlerinden biri şudur:
Güzelliğin on par'etmez
Bu, bendeki aşk olmasa...
Konuşmamız sırasında bu dizeleri yorumladı:
"Seni güzelleştiren benim aşkım" dedi. 
Veysel serüvenini ve radyoya ilk çıkışını anlattı.
"Ankara'dan sonra, köye dönüp geldik. İstanbul’a gidek dedik... İstanbul'a gitmezden önce iki kere İzmir'e gitmiştik.
Eskişehir, Eskişehir'in köylerinden falan gezerekten vardık İstanbul'a. İstanbul'a vardık ki, otele motele gitmeye gücümüz yok. Orda bizim Sivas’ın Akpınarlılar var. Terkos sularında çalışıyorlar. Kasımpaşa'da Kireç Han vardı, ordalarmış. Oraya gittik, onlar bize yatak verdi. Kaldık bir süre. Radyo daha kurulmamıştı. Tokatlıyan Otelinin orda bir yerde yayın yapıyordu. Rahmetli Mesut Cemil Bey müdürüydü. O bakıyordu. Mesut Cemil Beye İzmir'den bir mektup götürmüştük. Açtı, okudu mektubu. Rahmetli Mesut Cemil, sonra bize şöyle anlattı karşılaşmamızı:
Okudum mektubu, diyor, adamlara bakıyorum, bunlar ne bilecek, ne söyleyecek, diyorum kendi kendime! Sonradan söylüyor, bunu. Çalın bir dinleyeyim bakayım dedi. Çaldık, dinledi. Akşam saat 8'de gelin dedi. Sonradan anlatıyor: Öyle dedim ama, çalmaya başlayınca gözlerimden yaş dökülmeye başladı diyor Mesut Cemil Bey.
Akşam geldik, dedi ki: iyi söyleyin, bütün dünya dinleyecek. Ben de zannettim ki, bütün dünyaya duyurmak için fazla bağırmak lazım. Ben türküyü bitirince Mesut Cemil Bey, hiç, dedi kendini sıkma, yalnız benim demem şu, öksürüp pıksırma, kelimeler açık olsun, en hafif de söylesen duyulur! böyle dedi.
Çaldık. Radyoda da saz daha çalınmamış. Biz çalıp bitirdikten sonra, çiçekler geldi masanın üzerine, herkes birer kart yazmış, doldu masanın üzeri. İstanbul halkı sizi çok sevdi' dedi Mesut Cemil Bey, bak çiçeklere!
Eeee, tabii biz çiçeği ne yapacağız, evimiz yok barkımız yok... Bu, buraya layık. Biz çıktık. Arapkirli Mehmet Efendi diye bir adam, duymuş gelmiş, kapıda beklermiş... Aldı bizi götürdü.
Kuledibi'nde bir apartmanda kapıcıymış adam, zemin katta masayı kurdu, biz yiyip içiyoruz, çalıp çığırıyoruz...
Biz çıktıktan sonra radyodan, rahmetli Atatürk telefon edi¬yor: Onlar kim ise bana gönderin diyor, Mesut Cemil Bey, çıktılar, adreslerini bilmiyorum, diyor. Polis müdüriyetine telefon ediyor, gece yansına kadar arıyorlar İstanbul'u yok yok.
Sabahleyin geldik radyoya. Mesut Cemil Bey, yahu nerdeydiniz? dedi. Bir fırsat kaçırdık ki...
Hayrola neymiş?
Mesele, böyle böyle... dedi.
E, ne yapalım?
Ben bir mektup yazayım Yaver Şükrü Beye, mektubu alın, sazı da alın doğrudan doğru, Dolmabahçe Sarayına gidin. Ne çıkar ikbale bakalım? Yazdı mektubu... Gittik oraya. Polisler tanımıyor tabii... Ne o? dediler, anlattık. Akşam Atatürk aratmış, şimdi duyduk geldik. Evet evet... bırakın dediler, geçtik içeriye. Alt kata vardık, tabii oradada oturanlar, paşalar şunlar bunlar... Sazla varınca onlar da 'Ne istiyorsunuz?' diye sordular. Yaver Şükrü Beyi göreceğiz.
Haber verdiler, geldi. Mektubu verdik, açtı, okudu:
O bir zevk zamanı idi malum ya, şimdi çalışma zamanı. Haber vermeme imkân yok, veremem dedi, adresimizi aldı... Nerde olsanız buldururum eğer hatırlayacak olursa dedi. Öylelikle kaldı, görüşemedik."
" Veysel, Amca, şimdiye kadar dolaştığın yerleri bir hesabetsek ne kadar tutar?"
" Vallahi bilmem ki... Türkiye'yi hep dolaşırım."
"Kaç kilometre tutar?"
"Ne bileyim yahu..."
"Bir gittiğin yere birkaç sefer gidiyorsun tabii."
" Evet. Öyle olmasaydı, Türkiye de az gelirdi ya. Kurt doyduğu yere dokuz kere varır derler, fazla rağbet gördümüğüz yere, oraya gidek diyoruz, oraya gidiyoruz. İzmir'e var belki yedi - sekiz seferim. İstanbul-Ankara malum."
" Köyden şehre taşınmak istedin mi?"
"istesem taşınırdım, ama oradan ayrılmak istemedim. Çünkü beni kasabalar sıkıyor. Sebebine gelince, zaten insanlarda dört kapı var. Göz, kulak... Göz zaten kapanmış. Her duygum kulaktan olduğu için, böyle gürültülü yerlerde kulağı da o kapatıyor, onun için... Sonra bir hal daha vardır ki, mesela burda geldim, oturdum kapandım, kendi kendime çıkıp dışarıya gezemem. Ama köyde olursam istediğim eve gidebiliyorum. Çıkıp kendi kendime geziyorum. Burda elinden tutunca nereyi gezsen kendine hâkim değilsin. Onun reyinde geziyorsun."
"Köyde Ahmet’in (oğlu) yardımı olmadan gezebiliyor musun?"
" Gezerim."
" Her işi köyde kendin yapıyorsun öyleyse, kimsenin yardımına ihtiyaç kalmıyor?"
" Üç kilometre bahçe var, oraya gider gelirim yalnız."
" Ne yapıyorsun bahçede?"
" Giderim, ağaçların içinde eğlenirim. Vakit geçiririm. Elma bahçesi var."
" Kaç tane var?"
"200 tane çıkar. Ben 1949'da diktirdim. Ben dikerken, herkes bana güldü. He, dediler, burada elma yetişecek? Şimdiye kadar adamların aklı yokmuş da? Bu elma yetiştirecek burada? Dinlemedim diktim, rahmetli ağabeyim vardı, onu da bahçenin başına koydum, baktı. Elma yetişince köylüler, ulaaan, Veysel kör değilmiş, biz körmüşüz dediler. Şimdi, bizim bahçe ile köyün arası elmalarla dolu. Herkes dikiyor. Civar köyler de başladılar. Artık Şarkışla'da namlanmış Âşık Veysel'in elması diye satıyor satıcılar... Niğde'den getiriyorlar, yine öyle... Vallahi öyle."
" Sizin için iki evli diyorlar, doğru mu?"
" Ne diyorsun yahu, birini bile bulamıyoruz!"
Yeni Ortam
3 Ocak 1973