13. Tuhaf Bir İşkence

Fransızların 14 Temmuz bayramında, Fransız Büyükelçiliği'nin bahçesinde verilen kokteylde, Bulgaristan Büyükelçisi Argir Konstantin'le konuşuyordum. Argir;

-Yazma şu domuz konusunu! dedi...

-Siz domuz yiyor musunuz? diye sordum. Güldü.

-Ben domuz yemem kardeşim, dedi, ben mutaassıbım!

Argir Konstantin, ufaktan ufaktan dalgasını geçiyordu.

Bulgaristan'da yaşayan Türklerin adlarının, soyadlarının değiş­tirilmesi olayı, neresinden bakılsa tutarsız bir şey. Bunda Büyü­kelçinin ne suçu var? O bir elçi; kanımca iki ülke arasındaki soğuk­luk, Fransızlarda olduğu gibi giderilebilir, tatlıya bağlanabilir.

Bir "Ankara Notları"nda değinmiştim, Ömer Seyfettin'in, (1884- 1920) Bulgaristan'da geçen domuzla ilgili bir öyküsüne, değinip geçmiştim. Cumhuriyet okurlarından S. Sönmezler üşenmemiş, Ömer Seyfettin’in "Tuhaf Bir Zulüm" adlı öyküsünü kesip fotokopi çektirip yollamış. Okurun isteğine uygun olarak, öyküyü özetle­mek gerektiğini anladım.             .

Ömer Seyfettin'in birçok yıllan, Bulgaristan da geçmiş. Bil­mem eski bir derebeyinin torunu olduğum için mi? Bulgaristan'da gezerken hep kendimi öz babamın çiftliğinde sanırım" diye başlar öyküsü. .

Bir yıl banyo bahanesiyle Bulgaristan'a gider. Orada bir arka­daşıyla karşılaşır. Arkadaşı Koştanof adında ünlü bir sosyalisttir. Kostanof onu, eski bir Bulgar diplomatıyla tanıştırmak ister. Bul­gar diplomatı iyi Türkçe bilmektedir. İstanbul'da okumuştur. O da o kentte konuk olarak bulunmaktadır.

Gidip konuşurlar. Diplomat, sorar Koştanof a:

-     Bu da kim? dedi, yeni yamaklarından mı?

-     Hayır Gospodin. Bulgar değil.

-     Ya ne?

-     Türk.

-     Türk mü?

-     Evet..

-     Yoksa sen de mi sosyalistsin?

-     Hayır...

Koştanof atılır:

-     O nasyonalist Gospodin!

-    Haydi bire oğlan! Eğleniyor musun? Türkten ne sosyalist olur, ne nasyonalist!..

-     Fakat Gospodin, niçin olmasın, işte ben bir nasyonalistim.

-     Türk değil misin?

-     Evet.

-     Öyleyse bir şey olamazsın be oğlum.

-     Niçin olmayayım?

-     Çünkü Türksün be oğlum.

-     Acayip.

-   Türklerde hiçbir şey, hiçbir fikir, hiçbir ideal yoktur. Yalnız bir şey vardır...

-Ne?

-     Taassup!

-   Evet taassup! Ben Türklerin bu taassuplarından Bulgaristan'­da çok istifade ettim. Eğer bugün hükümette olsam yine istifade ederdim. Devletimiz yeni yeni teşekkül ettiği zaman ben olmayaydım bugünkü Bulgaristan olmazdı. Çünkü Türk o kadar çoktu ki... Mutlaka Sobranyada müsavi gelecektik. Kabinenin yansı da bir gün onlardan olabilirdi. Fakat ben!

Türklerin bağnazlığından nasıl yararlandığım şöyle anlatır Bul­gar diplomatı:

...İstanbulof’ un çocukluk arkadaşıydım. İstanbul'da da beraber okuduk. Hükümet teşekkül edince komitalarla bir kongre yaptık. O vakit Bulgaristan'ın yalnız ismi vardı. Ahali yarı yarıya, belki de yandan fazlası Türktü. Bu bir meseleydi. Beyinsizler hep bir '- katliam' düşünüyorlardı.. Bir gün İstanbulof bana;

-     Bu Türkleri ne yapacağız ? diye sordu. Ben;

-     Kolay! dedim. Hepsini Türkiye'ye göndeririz.

-   Nasıl gönderebiliriz Hiç yerlerini, yurtlarını terk ederler mi? dedi.

-    Ederler, dedim. İnanmadı. O da bir katliam fikrindeydi. Halbuki, bu katliama layık olan Rumlardı. Çünkü başka türlü Bulgaristan’dan çıkarılamazlardı. Nitekim sonra yapıldı. Türklere böy­le kanlı muameleye hacet yoktu. Ben biliyordum ki onların en aziz hassasiyetleri taassuplarıdır. Küçükken aralarında büyüdüm. Komşularımız hep Türktü. Bunların kimseye garazları yoktu. Hatta kendilerine o kadar kötülük yapan Ruslara bile fenalık et­mezler, yaralılarına su, ekmek, ilaç verirlerdi. Bütün hayatları ka­ranlık bir taassuptan ibaretti. Mesela domuza fena halde garezdi­ler! Domuz. Bu ne? Allahın zavallı bir hayvanı be! İnsana hiçbir za­rarı dokunmaz, kendi halinde bir mahlukcağız... Fakat Türk bu zavallı hayvana öyle garezdir ki... Görünce tüyleri ürperir, şeytanı görmüş gibi kızar...

Bulgar diplomatı, öyküde Türkleri Bulgaristan'dan nasıl çıkardığım, kaçmaya zorladığım anlatır. Türklerin yoğun olduğu ilçeye bir aile Makedonya göçmeni getirtir. Gizli ödenekten onlara para vererek on, onbeş domuz edinmelerini sağlar. Makedonyalı’ ya şöy­le der:

- Domuzlarım aç tut. Hiç bir şey verme. Sokaklarda, bahçeler­de, tarlalarda kendilerine yiyecek bulsunlar!

Domuzlar kasabaya yayılır. Türklerin hali görülecek şeydir. Hepsi fena kızarlar. Artık domuzların içtiği çeşmeden su alama­makta, domuzların gezindiği çayırlıklarda soyunup yağlanıp güreşememektedirler. Altı yedi ay içinde küçük sürü ürer, tüm kasaba­yı kaplar. Türkler bakarlar ki, bu yaratıklardan kurtuluş yok, bi­rer birer göçe başlarlar, önce en zenginler tası tarağı toplar, mal­larım tarlalarım yok pahasına satarlar. İstanbul'a kapağı atan, bir iki hafta sonra hemen akrabalarım gelip alır. Köylüler de kasaba­lıların arkasından ayrılmazlar. Orada iki yılda tek Türk kalmaz...

Ömer Seyfettin'in öyküsü özetle şöyle biter:

 Odama çekildim. Soyundum, yatağa uzandım. Fakat gözüme uyku girmedi. Ateşsiz bir humma her tarafımı yakıyor, soğuk so­ğuk terliyordum. Yavaş yavaş aşağıdaki hora gürültüleri, gayda sesleri kesildi. Etraftaki horozlar ötüyor, sabah oluyordu. Uyumak azmiyle gözlerimi sıkı sıkıya kapadım. Yüzükoyun döndüm. Pis, cı­lız bir domuz sürüsü önünden ecdadınım, yiğit kankardeşlerimin, saf milletimin kavukları düşerek, atlan arabaları bataklıklara saplanarak toplan tüfekleri, kadınları kızları, çolukları çocukları yollara dökülerek bir çılgın ordusu halinde kaçıştıklarını görüyor gibi oluyordum...

10 Ağustos 1985