Ekmekçi'den Dersler

Ekmekçi, insan hakları, basın ve gazetecilerin öneminin 12 Eylül'ün baskıcı yönetimi altında da 12 Mart'ta da ayırdındadır. Mesleğinin, kaleminin onurunu hep korumuş gerektiğinde de basını acımasızca eleştirmiştir: Konya Öğüt gazetesinde Kemalist ideolojinin et­kisindeki 25 yaşında genç bir köşe yazarıyken de; 1980'lerin zor günlerinde insan hakları, demokrasi ve öz­gürlükleri savunan Türkiye'nin tanınmış bir gazetecisiyken de...

Gazetelerde okumuşsunuzdur. Hadim'de kendinden geçen Maarif memuru gazetecilere küfür etmiş. Hadise basit bir zabıta vak'ası olmaktan uzak görünüyor. Bu satırları kaleme alırken, mihnetli ve cefakeş mesleğin henüz yalçın, sarp yamacını tırmanmıya çalışan bir ferdi olduğumu düşünerek elem duydum. Hiç şüphe yok ki, gazete halkın düşüncelerinin aynası, gazeteci de ileri düşüncenin ve inkılâpların mübeşşiridir (müjdecisidir- M.A.).

"Hür ve demokrat Türkiye'de, tarih boyunca, gazeteci kadar sıkıntı çekmiş, her türlü felâkete, baskıya göğüs germiş ikinci bir meslek gösteremezsiniz. Gazeteci, her devirde Ahmet Mithat'ların, Namık Kemal'lerin, Ali Süavi'lerin şerefli meslektaşı olduğunu isbat etmiştir. Kırılmış fakat eğilmemiş, ezilmiş lâkin inlememiştir. O, her zaman mağrur, kibirli değil, fakat onurlu, başardığı işin büyüklüğü çapında mütevazi olmasını bilen, haksı­zın amansız münekkidi, hattâ düşmanı, gönlünde yalnız ve yalnız temiz Türk köylüsünün refah temennisi olan aydın insandır. 'Yeni Konya' gazetesinin yazdığı gibi aydın insanın öğretmenidir.

"GAZETECİLİKTE DİĞERKAMLIK ESASTIR"

"Ne gariptir ki, elinde kanun gibi kesin ve müeyyideli silâhı olmadığı için büyük Türkçü Ahmet Hikmet'in tari­fiyle: 'Türk köylüsünün ahlarından, damarlarından kopardığı tellerini' sazına takmış(tır)mış. Mızrabın her vu­ruşu, ilerlemek istiyen, inkılâplara koşan Kemalist Türk münevverinin ve Türk köylüsünün inlenimlerini haykırır.

"Gazeteci olmak kolay değil, evvelâ hürriyet gömleğini giyecek, dürüstlük şarabiyle mestolacaksın. Egoizm denilen ihtiraslardan âzâde, tam manasiyle diğerkâm (kişisel yarar gözetmeksizin başkasına yararlı olmaya çalışan, özgeci- M.A.) olmak esastır. Onun mensupları nerede ve hangi halde olursa olsun, hürmet görmeğe hak kazanmışlardır. Onlara küfür etmek zemzem kuyusunu kirletmekten fark­sızdır. Gazetecilere... diyen mü­tecaviz milli eğitim memuruna hitap ediyorum: Bir meslekten çok mezhep olan gazetecilik ve onların mensup­ları şu anda sizleri ve uğradığınız haksızlıkları düşünmekte ve haykırmaktadırlar. Evet O, her şeye rağmen içinde maalesef sizin de yer aldığınız maarif ordusunun müdâfii ve koruyucusu ol­makla bahtiyardır.1

PARAGÖZ GAZETECİLER

... Gazeteci tıkandığı, kendini yenileyemediğini anladığı yerde, işyerini kesinlikle değiştirmelidir. Bunu düşünü­rüm. Yıllar insanı daha sıradan yapıyor, yaratıcı yanını öldürüyor. Değişiklik, ken­dini yenileme amacını taşı­yorsa, bu kesin gerçekleştirilmelidir. Para için oradan oraya göçenleri hiç anlama­dım. Bana, öyle öneri de hiç gelmedi. Biliyorlar onlar da bilmezler mi?

Yakup Kadri Karaosmanoğlu,

-Gazetecinin parası pulu, malı mülkü olmamalıdır!  dermiş.

Yakup Kadri, buna dikkat ederek yaşamış. 90'lık eşi Leman Hanım hâlâ evinde oturur. Yakup Kadri Bey'in, öyle 'kıyak emekliliği' de yok. Oysa yıllarca milletvekilliği yaptı. İstememiş...

Gazeteciler, günümüzde 'paragöz' oldular. Para, köşk isteyen -sözde- gazeteciler olduğunu duyarım.

Televizyonun gelişi hem iyi, hem kötü oldu. Sözlü basın, yazılı basının eski ahlak kurallarını bozdu. Çekiciliği, sessizliği sevenleri çileden çıkardı. Televizyonlara gidenler, gazetelere dönemez oldular. Ya da bir koltuğa iki karpuz örneği, gidiyorlar işte böyle. Özel televizyonların -uzgöreçler demeliydim, yazılarımda bu sözcüğü kul­landım ben- eleştirilere karşın, yararlı olduklarını hep düşündüm. Toplumdaki bir gerçek olayı birinin yansıtmış olması, toplumu uyandırması az şey mi? Yanlışları, zararları varmış, olacak o denlisi! Özgürlüklerin de bir be­deli vardır.

Günümüz gazetecilerine bir öğüt: Bıraksınlar, lider konuşmalarından yazı yapmayı. Dedikodu yazarlığını bırak­sınlar, yeni konular yaratsınlar. Örneğin, dursunlar Köy Enstitüleri gerçeği üzerinde, dilin özleşmesi üstünde. Domuz eti üstüne yazsınlar. Ne olur, biri yazsın da dişimi kırsın! 2

"HABERLER EL YAKAR"

Cemalettin Ünlü,

-Büyük gazeteci yok, büyük gazete vardır  der, sorardı: Senin kartvizitin var mı?

-Var!

-Benim yok. Bak, biz kartvizit bastıramıyoruz, elin oğlu her gün 20-30 sayfalık gazete çıkarıyor!

-Hayır!  derdim, büyük gazete değil, büyük gazeteci vardır!

Gözlerimin içine bakar,

-Evet  derdi, sen ayrıldın Yeni Ortam battı lan!

Gazeteleri büyük yapan, onların sayfaları, okurlara dağıttığı armağanları değildir!

Alp Dağları'nın tepesine çıkarsa insan, büyük mü görünür? Gobi Çölü'ne indiğinde küçülür mü? Her ne yolla olursa olsun, çok satan gazetelerde çalışanlar, bir büyüklük sayrılığına da ister istemez düşerler. Kısaca söylemem gerekirse, tembelleşirler. Tembeller kıskanç da olur. Çalışmadan, uğraşmadan bir yerlere varmak is­terler. Basında, çalıştığım yerlerde ben bunu gördüm. Korkunç derecede tembeldi çoğu. Alışılmış deyimiyle, 'idare etmeye' bakardı. Tembellik yaşamı da kısaltıyor muydu?

Gazete bürolarında işbölümü yapılır, kim nereye, hangi işe bakacak belirlenir. Bu, kim hangi lidere, hangi adama bakacak demektir. Gazeteler, lider demeçleri, konuşmaları ile doludur. Sokaktaki yurttaş, gecekon­duda yaşayan kişi, o işbölümüne girmez. Girse bile, işbölümü sonucu, kişiler arkasında koşanın buna vakti de olmaz. Çarkın içindedir artık o da. Adama yazdırmazlar da sonra. Hani simitçiler bağırırlar ya,

'El yakıyor simitler!' diye, 'Haberler de el yakar...'3

BASIN GERÇEĞİ SÖYLEMELİ

Ekmekçi, 1973'lü yıllarda yazdığı bir Ankara Notları' nda hem sıkıyönetim uygulamalarını hem de gazetecileri eleştirmektedir.

Sıkıyönetimin ilânından beri, basını ilgilendiren pek çok bildiri ve açıklama yayınlandı. Bildiri ve açıklamaların çoğu, kamuoyuna bilgi verme yanında, basına bazı kayıtlamalar, sınırlamalar da getirdi. Ayrıca telefonla yapı­lan tebliğler, 'filân haberin şu biçimden geniş kullanılmaması' istenmesi gibi ricalar, Sıkıyönetim Komutanlığı yetkilileriyle, basın sorumluları arasında kaldı. Bir banka soygunu olayının, kimlerin yaptığı daha belli değilken basında geniş geniş yayınlanmasının soruşturmayı etkileyebilecek yanları olduğunu düşünen gazeteciler, bu açıklamalar ve ricalar üzerine -ricaları dinleyerek- çok kez olayların üstüne gitmemeyi tercih ettiler.

Çok gazeteci, kendi kendine 'Nasıl olsa bu dönem geçer. O zaman istediğim gibi yazar çizerim. Şimdi başımı derde sokmayayım' diye düşünmüş de olabilirdi. Bunlar, sanırım ileride bu dönemi yazmak ve eleştirisini yap­mak üzere bol bol doküman toplamakta, elde ettiklerini saklamaktaydı.

Yeni Ortam değişik yolu tuttu. Bu dönemde de gazetecilik yapılabileceğinin örneğini vermeye çalıştı. Bunun ne kadar yapılabildiğini elbette okurlar değerlendirecektir. 'Satırların arası' deyimi, bu dönem gazeteciliğinin bir buluşu mudur bilmem?

Gazete, 'Üç öğretmen gözaltına alındı' haberi yüzünden bir ay süreyle Ankara'ya sokulmamıştı. Parlamentoda -CHP'liler dahil- bu olayı, Meclis kürsüsüne getirmeye kimse yanaşamadı. 'Gazetecilik yapılacak mı, yapılma­yacak mı?' diyemedi. Suspustu herkes...

Bu olayla ilgili olarak, Ankara Sıkıyönetim Komutanı Orgeneral Namık Kemal Ersun'la ilginç bir konuşmamız oldu. Ben bir aylık sürenin fazla ve haksız olacağını, bunun yöneticileri yaralayacağını söylüyordum. Orgeneral Ersun, dinledikten sonra şöyle dedi:

-Evet doğru, fazla oldu. Fakat bir kere süre koyduk. Sen söyle, süreden önce açarsam, bunun sakıncaları olmaz mı?

Komutan, 'Tükürdüğümü yalıyayım mı yani!? Bu olmaz!' demek istiyordu. Üzgün ayrıldım yanından.

Sonra Adana bölgesinde, süreli cezaya çarptırılan yüksek tirajlı bir gazete, sürenin bitiminden önce bağış­landı. Gazete kapamalar, bölgeye sokmamalar yavaş yavaş tavsadı. Bunların Türkiye ve dünya kamuoyunda ters tepkileri de olduğu mu anlaşılmıştı?

Basın ve basın kuruluşları -gerçeği söylemeli- bu dönemde görevlerini yapmamayı, yasaklara uyuyor şeklinde gözükmeyi yeğ tuttular. Çok kötü sınav verdiler. Sıkıyönetimi de uyarabilirlerdi. Aksaklıkları -varsa- zamanında giderebilirlerdi. Yapmadılar gereği gibi bunu. Asıl bu, ileride Türk basınını inceleyeceklerce değerlendirmeye tu­tulacaktır.4

BASININ İÇYÜZÜ

Kıbrıs Barış Harekatı'nda yaşamını yitiren gazeteci Adem Yavuz'u tanıttığı yazısında da yine askeri yönetimi ve basını eleştirirken sanki bugünleri anlatmaktadır:

... 1967'de sınav kazanıp TRT programcısı olarak çalışmaya başlamış. Güzel programlar yapmış televizyona. 1971'de askere gitmiş. Bursa Personel Okulu'nda yedeksubayın okul dönemini bitirdikten sonra Kadirli Askerlik Şubesi'nden terhis olmuş. Yıl, 1973. Ankara'ya gelip eski görevine dönmek istemiş. TRT'nin başında Musa Öğün Paşa var. MİT raporları geçerli. Almamışlar Adem Yavuz'u.

'TRT'de çalışması güvenlik açısından sakıncalıdır' diye. Neden sakıncalı anlatmamışlar. İşte bugünlerden sonra çok çok iyi tanıyorum Adem Yavuz'u. TRT'nin verdiği karşılığı getirmişti bir gün:

-Sana bir belge getireceğim bak. Adamlar hâlâ ne kafada anla...

... TRT iş vermeyince, 'ANKA' Ajansı'nda bir iş buldu. ANKA Ajansı daha küçük, eti ne budu ne? Fakat Adem'i koruyup iş vermesi bile az şey değildi. Adem'e iş vermeyen TRT, onun vaktiyle yaptığı programlarını yayınlı­yordu. Özellikle Aşık Veysel'le olan programlarını. Aşık Veysel'le hemşeriydiler, baba-oğul gibiydiler. TRT'de Musa Öğün'den sonra gelen İsmail Cem ekibi de almadı işe Adem Yavuz'u. Şimdi ölümünü nasıl geniş veriyor­lar? 'Biz bu arkadaşı, solcudur diye işe almadık' deseler ya, demezler.

... Basın kartını geçen yıl almış daha. Altı buçuk yıllık gazeteci TRT'ci, basın kartını yani kimlik kartını bile alalı bir yıl olmamış. Bu kadarı bile basınımızın içyüzünü ne güzel gösterir..... Gazetecilik uğraşının bir tuhaf yanını gördüm. Kan tükürsen 'kızılcık şerbeti içtim' diyeceksin. Kimse çakmıyacak anlayacağın durumunu, içyü­zünü.5

GAZETECİNİN SORUMLULUĞU

Ekmekçi, 12 Eylül darbesinden sonra da, yazdığı yazılarda basın özgürlüğü ve gazetecilik ilkelerini her fır­satta kamuoyunun gündeminde tutmaya özen göstermiş, meslektaşlarını uyarmıştır; bu uyarılarını 90'lı yıllarda da aramızdan ayrılıncaya dek sürekli yapmıştır.

... 12 Eylül döneminde DİSK yöneticileri içeri alındı. Bir gün adli müşavir bana telefon etti: 'Sayın Ekmekçi, siz­den bir ricamız var. DİSK'in Ören'deki tatil yerleriyle ilgili elimizde çok güzel resimler var. Adamlar gelin ya­ta­ğında yatıyorlarmış. Sizin üslubunuz da çok güzel. Bunu değerlendirirseniz, biz ayrıca turizm bakımından da orayı geliştirmeyi düşünüyoruz; yazar mısınız?' Ben dedim, yazmam. Niçin? Ben eli bağlı adam hakkında yazı yazmam, çünkü savunması yok. 'Ama siz beni yanlış anladınız?' Hayır, dedim, lütfen yakamızı bırakın, nereye yazdırırsanız yazdırın, bizi alet etmeyin... En sonunda bu haberi Tercüman' a yaptırdılar.12 Eylül'de böyle bir baskı ve sansür karşısındaydık.12 Mart'ta da öyle.6

Gazetecinin, yazarın öncelikle çıkarlarını bir yana bırakması gerekir. Çoluğunun çocuğunun, ya da kendisinin çıkarları için bakanlık kapıları aşındıran yazarın, gazetecinin yazdıklarına yöneticiler de inanmaz, kimse inan­maz. Etkili olmaz böylesi. Kimseyi kullanmamalı, kullanmak istememeli gazeteci. Basın dördüncü güçtür top­lumda da, kısa sürede etkisiz duruma geliverdiğini de görürsünüz.

Yöneticiler, zaman zaman demeçler verirler, genelgeler yayımlarlar: İlgililere, 'Yerel basında çıkan yakınmalara önem vereceksiniz' diye buyururlar. Bu, güzel bir şeydir. Gel gelelim, bununla çelişen kararlar da alınır. Örneğin, yetkili bakanın bilgisi olmadan basınla kimsenin ilişki kurmaması, haber vermemesi istenir. Çıkan bir haberin nereden, nasıl sızdığı araştırma konusu yapılır, içten içe. Bu, güzel bir şey değildir.

Yıllar yılı durdum üzerinde, yine durmak isterim: Türkiye'de Bakanlıklarda bakanlık sözcüleri yok. Bir Dışişleri Bakanlığı'nda var. Kalanında ise, basın danışmanlıkları yani 'Müşavirlikleri' var. Eleştirmiştim bir zamanlar: 'Basın müşavirlikleri bir çeşit (arpalık) gibi kullanılıyor' diye. Çoğunda emekli olmuş gazeteciler ya da, basında dikiş tutturamamış kişiler çalışıyor, diye. Kimi gazeteci küstü, 'bizden ne istiyor?' diye. Hiçbir şey istemiyor­dum oysa, kamu görevi yapanların çalıştıkları yerleri 'Arpalık' olarak görmemelerini istiyordum. 27 Mayıs'tan bu yana, bu konudaki çabalarım boşa gitti diyebilirim.

Basın görevini yapmazsa, sorunlar da ortaya atılamaz. Sorun atılamayınca çözümü de bulunamaz.

"...'Arayış' dergisi başyazarı Bülent Ecevit, Tercüman gazetesinin tek yanlı yayını üzerine, Güneri Cıvaoğlu'na bir açıklama göndermiş, Cıvaoğlu da bu açıklamayı yayınlamamış, savsaklamış...

Açıklama hakkı, basın özgürlüğünün bir parçasıdır. Tek yanlı yazıp, karşısındakine açıklama, düzeltme hakkı tanımayan kişi, gazeteci sayılmaz. 'Naylon gazeteci' deyimi bu yüzden çıktı, yayıldı basınımızda.

Kendi kendimizi denetleyeceksek, bunları uyarmalıyız basın dernekleri olarak...7

'Tercüman' kapatıldığı zaman, Nazlı Hanım'ı aradım, 'geçmiş olsun' dedim. Dokuz ay hapis cezasına çarptırıl­dığı zaman da öyle. Yayın organlarının kapanmasını, yazarların mahpus damlarına düşmelerini istemem de on­dan...

Ama basını düzeltmek, basın özgürlüğünün kötüye kullanılmasını önlemeye çalışmak da bizim görevimiz. Kendi yanlışlarımızı, haksızlıklarımızı görmezden gelirsek çok özlediğimiz demokrasiye kavuşamayız.

Mehmed Kemal'in 1950'lerde yazdığı iki dizelik şiiri belleğimden çıkmamış. Şiir Ümit Yaşar'ın 'Garip Şiirler Antolojisi'nde de var: 'Salına salına nere gidersiz/ Demokrasi değil maksadız/ Alay edersiz. (Gidişat şiiri- M.A.)'8

"OKUMAYI SEVMEYEN GAZETECİ OLAMAZ"

Mustafa Ekmekçi, geleceğin gazetecileri Basın Yayın Yüksekokulu öğrencilerine onların yayın organı Görünüm'deki bir söyleşide seslenirken kulağa küpe olacak meslek ilkelerinin de altını çizmektedir:

... Gazetecilik mesleğini uzun zaman basamak olarak kullanmış olanlar var. Bunlar bakan oluyor, başbakan oluyor, ondan sonra da dönüyorlar ve ben de gazeteciydim diyorlar. Bakıyorsunuz ki, bir bakan bir zamanlar ben de gazetecilik yaptım diyor. Fakat bizim de canımıza okuyor. Bence gazetecilik hiçbir zaman basamak olarak kullanılmamalıdır.

"... [O]kumayı sevmeyen gazeteci olamaz. Okumaz ise dünyası olmayan gazetecidir. Bulanık suda balık avla­masını bilmeyen de iyi gazeteci olamaz. Gazeteci, mesleğini severek yapmalıdır, mektup yazmasanı bilmeyen de iyi bir gazeteci olamaz. Ayrıca kurcalamayı ve araştırmayı sevmeyen iyi gazeteci olamaz.

"... Şunu da belirteyim ki, köşe yazarlığından önce muhabirlik yapmak gerekir..... Kişinin damarlarında gazete­cilik varsa bu mesleği yapar, yoksa gazeteciliği basamak olarak kullanarak bakan olur, başbakan olur.

"Ben aslında çok zor yazarım. Yazmadan önce kafamda pişmemiş birçok konu vardır. Şuna da önem veririm: Konularım özyaşamsal, öyküsel, sorunsal olacak. Günde iki-üç kaset harcarım. Şunu da unutmadan söyle­yeyim ki, yazıyı düşünmek kadar kağıda dökecek biçim de önemlidir. Diyelim ki, bir kitap yazdınız, satmıyor. Kimseye kabahat bulmayın, suç sizindir. Okutma amacı da görevlerimiz arasındadır.

"... Yaşlı bir gazeteciye sormuşlar: 'İyi bir gazete nasıl olmalı' diye. Bir kağıt almış, bir çarpı işareti koymuş: İşte böyle her milimetresine insan eli değmiş olması gerek' demiş.

"... [T]oplumu yönlendirmede en büyük güçtür gazete..... Ülkemizde gazetecilerin güvencesi yoktur. Bunun se­bebi basın yasasının ağırlığındadır. Ülkemizin AT'a girmek istediği bu yıllarda gazeteciliği ceza olarak ağır­laştı­rıcı hükümler taşımamalı. Basın havada kalmış kurallarla çözülemez. Basının dışarıdan değil de, kendi içinden birbirini denetlemesi gerekir.

"Gazetecilik eğitim olayı gibidir. Parayla ölçülemez.

"Okurlarla birlikte olmak da var, çelişkide olmak da var. Gelecek tepkileri göğüslemek gerekir. Onların yanlış kanılarını yok etmek güzeldir.

"Köşeler,  köşe  yazarlarının  kendi  malı  değildir.  Babalarından  da  kalmamıştır. Çocuklarına da kalmayacaktır. Orası, sorunları olan kimselerindir. Onların sorunları orada anlatılacaktır. Sorunları bittiğinde mutlulukları yazı­lacaktır.9

BİR USTALIK DERSİ

Ekmekçi, Milliyet' te Abdi İpekçi'yle yaşadığı bir olayı, bugün de bu mesleği yapanlara gazetecilik dersi  olarak yıllar sonra Ankara Notları' nda yazmıştır.

Yirmi bir yıl geçti, anlatacağım olayın üzerinden. Günlerden cumartesi. Öğle sonu. O sıra Milliyet' teyim. Büromuzun şefi İlhami Soysal'la oturmuş haber kovalıyoruz. Bir ara Cumhuriyet' ten Sait Arif Terzioğlu aradı telefonla:

-Yahu Ekmekçi, Orhan Erkanlı görevinden istifa etmiş; istifa mektubunu da postayla Dışişleri Bakanlığı'na göndermiş!

-Eeee...

-Eee'si bu, ben haberi sağlam yerden aldım. Yazıyorum...

İlhami Soysal'a söyledim...

-Araştır bakalım! dedi. Araştırıyorum. Dışişlerinden kimseyi bulamıyorum. Herkes gitmiş. Orhan Erkanlı '14'ler' dendi. 14'ler müşavir olarak çeşitli ülkelere gönderilmişlerdi. Erkanlı da Ottawa'da. Az sonra, Hürriyet' ten Cüneyt Arcayürek aradı:

-Yahu ne yapıyorsunuz, Orhan Erkanlı'nın istifasını yazıyor musunuz? Biz araştırıyoruz, ama bir şey bulama­dık!

-Ben de bulamadım!

-Araştıralım bakalım!

Yok. Hiçbir biçimde, haberi doğrulatacak kaynak bulamıyoruz Ankara'da. Arkadan bir telefon daha. Sait:

-Yahu Ekmekçi Türkeş de istifa etmiş...

Hoppala! Cüneyt Arcayürek telefonda:

-Haberiniz var mı, Türkeş de Yeni Delhi'den istifasını göndermiş!

-Evet, ama bir şey bulamadık doğrulatacak!

-Ben yazıyorum azizim. Böyle önemli bir haberi atlayamam! Sait de yazıyor...

İlhami'ye baktım, 'ne yapalım?'  diye...

-Yaz sen de o zaman atlamayalım bari!

Haberi yazdım. Yazdığıma kendim de inanmamış bir biçimde yazmış olmalıyım!

Bürodan çıkıp İlhami'nin evine gittik. Bezik oynuyoruz. Akşam üstü, Abdi İpekçi aradı İstanbul'dan. İlhami te­lefona çıktı:

-Dur, dedi, o haberi Ekmekçi yazdı, onunla konuş...

-Buyurun Abdi Bey!

-Ekmekçi, nedir bu Türkeş'le Erkanlı'nın istifalarını gönderdikleri haberi?

-Vallahi Abdi Bey, işin iç yüzü şu: Cumhuriyet'le Hürriyet böyle bir haber yazıyorlardı. Biz araştırdık Ankara'dan bir şey bulamadık; atlamamak için de yazdık!  Abdi İpekçi şöyle dedi:

-Ekmekçi biz seni aklı başında biri biliyorduk. Sen de böyle yaparsan kime güveneceğiz?

Tek sözcük söyleyemedim. Büyük bir ders almıştım... Ertesi günü iki gazetede, on dörtlerden ikisinin istifa ettikleri haberi, üçer sütundan yayınlanmakta, bizim gazetede ise, istifa ettikleri söylentilerinin doğru olmadı­ğını yine üç sütuna verilmekteydi. Abdi, bir de 'Durum' yazısı yazmıştı, konusu 'Basın ve sorumluluk' tu. Abdi İpekçi, bizimle konuştuktan ve telefon kapandıktan sonra, Yeni Delhi'yi, ardından Ottawa'yı aramış, hem Türkeş'le, hem Erkanlı'yla konuşmuştu. İkisi de:

-Hayır, öyle bir şey yok. Bizim istifa etme hakkımız da yok! yanıtını vermişlerdi.

Ankara Sanat Kurumu'nda 'Basından anılar' konulu bir konuşmada, bu olayı da anlatmıştım. Dinleyenlerden biri sonra sordu:

-Şimdi olsa, aynı biçimde yazar mısınız? Yoksa, Yeni Delhi'yi Ottawa'yı arar mısınız?

-Tabii ararım. O zamanlar, bizlerin öyle uluslararası telefonlarla, ülkeleri arama yetkimiz yok gibi bir şeydi...

Yıllar sonra, şimdi öyle değil elbette. Bir haberin doğrusunu öğrenmek için, Paris'i, Cenevre'yi, Washington'u arayabiliyorum.10

HABERLE YATIP HABERLE KALKMAK

Yeni Ortam' da 1970'li yıllarda birlikte çalıştığı Aydın Engin, Ekmekçi'nin gazeteciliğin temel taşı gördüğü mu­habirliğe verdiği önemi, patrona karşı gösterilen onurlu ve saygın tavrı anlatırken bugünkü gazete yönetici­leri­nin de kulaklarını çınlatmaktadır.

.... [H]aberle yatıp haberle kalkmayı da senden öğrendim ağabey:

'Bizim meslekte en büyük rütbe muhabirliktir. Köşe yazarıymış, yazı müdürüymüş, genel yayın yönetmeniy­miş, geçicidir. Muhabir kalıcı!..

"... Beni kovduğu gün patrona telefonda söylediklerini nasıl unuturum:

'Patronsunuz. Sizinle maaşları, Ankara bürosunun idari sorunlarını, kağıt stoklarını filan konuşurum. Ama ha­beri yazı müdürümle konuşmam lazım. Lütfen söyleyin yazı müdürüm arasın beni...'

Bir usta çırağına başka nasıl omuz verirdi acaba?11

Ekmekçi, gerçekten haberle yatıp haberle kalkar; gece radyo dinlemeden yatmaz, sabahın köründe gözünü açar açmaz  ilk iş olarak BBC'den dünyada olup bitenleri izler.

Korkunç bir radyo dinleyicisiyim ben. Radyo dinlemeden yatmam, kalkar kalmaz da radyo dinlerim. Neredeyse rüyamda bile radyo dinlerim, diyebilirim. BBC'nin Türkçe yayınları sabah saat  07.00' de başlar, ben onu dinlerim; 07.30'da Ankara Radyosu'nu dinlerim, şimdi Radyo Anki'yi de dinliyorum; ana haber bülten­lerinden gelişmeleri öğrenmeye çalışıyorum. Radyo o kadar önemli ki haber alma açısından... O gün kim, me­sela Tansu Çiller nerede? Tansu Çiller, bugün saat 13.00'de Ankara'da konuşuyorsa canlı yayında, ha demek Ankara'da, belki 14.00'de gidecek, ama 13.00'de rahat burada bulursunuz. Veyahut ne yapacağını, onun ne­reye gideceğini haber olarak verecektir, şuraya gidecek, yahut şöyle oldu, şurada konuştu dediğiniz zaman yerini öğrenmiş oluyorsunuz. Ondan sonra siz perde arkasını istediğiniz gibi arayın. Kim kimle konuştu ne yaptı? Örneğin Meclis'teki çalışma yöntemim şöyle olurdu, herkes konuşmacıyı dinler. Hayır! Ben oradaki ku­lislere bakarım; kim kimin yanına gitti ne yaptı? Tabii ne dediğini bilmiyorum. Fakat sonra onları telefonla ara­rım:

'... Sizin yanınıza geldi, nedir, bir şey mi var?'

'Nerden öğrendiniz?'

'Gördüm, yanınıza geldi.'

'Haa şöyle şöyle bir işbirliği teklif ediyorlarda...'

'Seçimlerin erkene alınmasını istiyorlar.'

İşte sonuçta karşınıza bu tür yanıtlar çıkabiliyor. 12 

GAZETECİ ONURUYLA ÇALIŞIR

Ekmekçi, 12 Eylül sonrası özellikle Özal'la başlayan bugün de Demirel'le süren "köşk gazeteciliği" ne tepkili­dir. Konya Lisesi'nden sınıf arkadaşı Turgut Özal'ın Cumhurbaşkanlığı sırasında gazeteciler arasında yaptığı ayrımı sert bir dille eleşti­ren Mustafa Ekmekçi, Uğur Mumcu'nun öldürülmesi sırasında bulunduğu Avustralya'da yayımlanan Yorum ga­zetesinde 15 Şubat 1993 tarihinde çıkan söyleşide bu durumdan duyduğu rahatsızlığı dile getirmektedir.

"... [S]ınıf arkadaşım olmasına karşın ben onun yemeklerine gitmeye cezalıyım. Yazar olarak cezalıyım..... [S]anıyor ki, yemek vererek insanları tavlayabileceğini, kandırabileceğini düşünüyor..... [Y]ağdanlıklar diye bir tabir var. Yağcılık yapıyorlar. Köşk yazarları diye bir şey çıktı Türkiye'de..... [B]ir yazar o kadar yüz göz ol­mamalıdır. (Bu kadar) içli dışlı olamamalıdır. Bir devlet büyüğü ile diyelim, saygılı olmalıdır en azından..... Gazetecilik de yerle bir ediliyor."

Ekmekçi, Gazeteci-Yazar Ahmet Altan'ın 17 Nisan 1995 tarihinde Milliyet' te çıkan "Atakürt" yazısı üzerine  hakkında soruşturma açılması ve gazetedeki işine son verilmesi nedeniyle görüşlerini açıklarken de şunları söylemektedir:

Ben Ahmet Altan'ın yazılarını beğeniyorum. Milliyet' te söz konusu yazısı yayımlanmış. Fakat okurlarının tep­kisi üzerine işine son verilmiş deniyor..... Ahmet Altan'ın yazısı ürküttüğünün üstüne çıkmıştır bir yerde. Atakürt der tabii. Ben Atatürk'ün Doğu'da bir Kürt kızını sevdiğini biliyorum. Bu bilgi Mete Akyol'da (da) var. Atatürk Diyarbakır komutanıyken bir Kürt kadını seviyor. Ondan bir çocuğu oluyor. Onu Almanya'ya gönderi­yor, oku­tuyor; çocuk mühendis oluyor filan... Mete Akyol daha ayrıntısını biliyor..... Kadının oğlunu görmüş bir arkada­şım, 'Atatürk'e de çok benziyor' diyor filan yani... Atatürk'ün Kürtlere düşmanlığı, şusu, busu yoktu...

"... Yalnız Ahmet Altan örneği tek örnek değil. Şimdiye kadar Sabah' tan, Milliyet' ten,  Tercüman' dan  birçok  in­san  kapıya   konulmuştur,  kimsenin sesi çıkmamıştır. Kapı dışarı koyma gerekçeleri eskiden 'ekonomik'ti. Ama ucuza çalışanları attıklarında bunun ekonomik nedene bağlı olmadığı anlaşılıyordu.13

Ölümden korkmamak gerekir. Ölümden korkulmaz ama, yaşamanın da zevkini biz biliriz, biz tadarız..... [G]azetecilere ülkemizde insan muamelesi yapılmıyor...... Cumhurbaşkanı, Çankaya'da oturan T.Ö'yü (Turgut Özal- M.A.) izleyen gazetecileri polisler döverler..... Fakat öteki de (Turgut Özal- M.A.) sanki bunlara göz kır­par gibi gaze­tecilerin dövülmesine ses çıkarmıyor. Ben Çağdaş Gazeteciler Derneği Başkanı olarak bu gaze­teci­lerin Cumhurbaşkanı'nı izlememesini isteyeceğim..... Arkadaşlarımız bir yandan öldürülürken, öldürülen ga­ze­tecileri­mizin, yazarlarımızın sayısı on üçü bulurken, niçin yapıyoruz. Bunlar kendilerinin reklamını yapmak için ortalığa çıkıyorlar zaten. Niye onların reklamını yapalım?.....Topluma bir hizmet götüreceğiz diye, gazete­cilik görevini yapanlar işkence görüyorlar, dayak yiyorlar, itiliyorlar, kakılıyorlar, buna rağmen yine görev yap­maya çalışıyor­lar. Hayır efendim, öyle görev olmaz. Onlara adam gibi muamele yapılacak, insanca görev yap­maları sağlana­cak, dünyanın her yerinde bu böyledir; gazeteci, haysiyetiyle, onuruyla çalışır.14

Genç gazetecileri meslek ilkelerine sıkı sıkıya bağlı ve duyarlı olmaları konusunda uyaran Mustafa Ekmekçi, artık basın dünyasının duayenleri arasındadır; 18 Eylül 1981 tarihinde meslekte sarı basın kartı taşıdığı dönem itibariyle 20 yılını doldurdu­ğundan sürekli basın kartı alır. (BELGE NO: 20)

  • 1. M. Fazıl Katipoğlu [Mustafa Ekmekçi], "Yazıklar Olsun!" Öğüt, 23 Ekim 1951.
  • 2. Mustafa Ekmekçi, Tilkiyle Kuyruğu, s.10-11.
  • 3. A.g.e., s.8.
  • 4. Mustafa Ekmekçi, "Açıklanması Gerek...," Yeni Ortam, 11 Ağustos 1973.
  • 5. ______ "Adem Yavuz'u Tanır mıydınız?" Yeni Ortam, 28 Ağustos 1974.
  • 6. Mahmut Temizyürek, a.y.
  • 7. Mustafa Ekmekçi, Eylül Yazıları, s.237-247.
  • 8. A.g.e., s.73.
  • 9. Seyit Kaplan, Mete Karakul, a.y.
  • 10. Mustafa Ekmekçi, "Kendi Kendini Denetim," Cumhuriyet, 24 Ocak 1983.
  • 11. Aydın Engin, "Mustafa Abi Saçmalama!" Cumhuriyet, 7 Mayıs 1997.
  • 12. Hatice Ağar, a.k.
  • 13. Mahmut Temizyürek, a.y.
  • 14. Aşkın Baran, "Mustafa Ekmekçi: Uğur Mumcu'nun Ölüsü Dirisinden Güçlüdür," Yorum(Avustralya), 22 Şubat 1993, Sayı:346, s.5.