Gazetecilikte Çıraklık Günleri

Gazeteciliğe çocuklukta başlamışım, 4-5 yaşlarında iken masal anlatırmışım. Kurtla kuzu öyküsü. Kurda ku­zuyu bir türlü yakalatmıyorum, öykü de bir türlü bitmiyor. Amcam Emin, 'Muharrir olacak bu çocuk' diyordu. İlkokul sıralarında okumaya başladım. Okumayı sevmeyen, okumayan gazeteci olamaz. Zaten okumayan ga­zetecinin dünyası yoktur. İlkokulda okuma birincisiydim. Bu okuma sevgisi yazmayı da beraberinde getirdi. Benim ilk yazılarım taklittir. Öyküne öyküne kendiniz yaratmayı öğreniyorsunuz. Diyelim ki, ben bir şey düşü­nüyorum, bu olabilir mi? İşte onu tutturabildiniz mi iyi gazeteci olursunuz. Bilim adamları gazetecidir. Arşimed gazetecidir. Dünyanın bütün yazarları da gazetecidir: Romanıyla gazetecidir, öyküsüyle gazetecidir. İşte ga­zeteci bu düşü yakalayan kimsedir.1

"İlk  yazımın  yayımlandığı  gazete,  'Ilgın' gazetesiydi.  (1950  yılı)  Otuz  yılı aştı.  Sonra,  askere  gidene  dek, 'Öğüt' gazetesinde yazdım. Öğüt, Konya'da çıkardı."2

"7-8 yıl Anadolu gazetelerinde bir kuruş almadan takma isimle yazdım. 'Hasırşapkalı' takma adıyla Yön ve Ulus [?] gazetesinde yazdım."3

Mustafa Ekmekçi, 21 Aralık 1950'de babasını kaybedince Hukuk fakültesini bırakıp İstanbul'dan  Hadim'e dönmek zorunda kalır ve biraz da tesadüf eseri öğretmen olur; ortaokulda boş geçen Tabiat Bilgisi ve Türkçe dersleri ver­meye başlar. Böylece daha sonra  gazetecilik yaptığı sürece her zaman yanlarında yer aldığı  öğ­retmenlerle o ders yılı boyunca aynı sorunları paylaşır. Ekmekçi amatör bir ruhla o yıllarda yazmaya başlamış­tır; Konya'da yayımlanan Ilgın ve Öğüt gazetelerinde Demokrat Parti (DP) iktidarını  eleştiren yazıları çıkmak­tadır. Bu yüz­den, DP Konya milletvekilleri Himmet Ölçmen ve Remzi Birant, Ekmekçi'yi Cihanbeyli'de savcılık yapan ağa­beysi Halit Ekmekçi'ye şikayet ederek kendisini uyarmasını isterler; ancak o yazmaya devam eder.

ÖĞÜT'TE "KATİPOĞLU" İMZASI

Ekmekçi, yaşamı boyunca haksızlıklara karşı çıkmıştır. Henüz 25 yaşında iken kaleme aldığı ilk yazısında öğ­retmenlik başvurusunda kadın-erkek ayrımı yapılmasına ve ortaokul mezunu genç kızın liseyi bitiren adaya tercih edilmesine isyan etmektedir:

... (haksızlığa uğrayan) gencin memleket hesabına içi sızlamıştır. Demokrasi inkılâbını kurduğumuzu ne ka­dar iddia edersek edelim; bugün birine, yarın diğerine reva görülen haksızlıklar ve prensip ihmalleri birike birike körpe demokrasimizi içinden kemirmek ve yıkmak tehlikesi hüviyetindedir. Bu basit gibi görünen ihmaller belki kanunların boşluklarından bilistifade cezasız kalacaktır. Fakat, bu zihniyetle kıyasıya mücadele etmeği vazife sayan gençliğe ve yarınki nesle iyi örnek olmıyacaklardır.....Yeni nesil ki, yarının iş ve idare adamları olacak­lardır. Her ne sebeple olursa olsun bugün onlara fena örnek olmamak lâzımdır. Kendimize değilse de vatana, millete acıyalım."4

Lise yıllarında iken Türkiye'de esen Turancı, milliyetçi akımların etkisinde kalan Mustafa Ekmekçi'nin İstanbul Hukuk Fakültesi'ne devam ettiği dönemde dünya görüşünün Kemalist düşünce doğrultusunda değişmeye başladığı 8 Ocak 1951 tarihinden itibaren Konya Öğüt gazetesinde çıkan yazılarından açıkça görülmektedir. Ekmekçi, artık Kemalizmin ateşli bir savunucusudur; yazılarında İsmet İnönü'ye duyduğu saygıyı "ellerinden öpmeyi şe­ref sayarım"  diyecek kadar ileriye götürmekte; Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)'ni desteklemekte, DP'yi yerden yere vurmaktadır.

Askere gittiği 9 Kasım 1951 tarihine kadar gerek Mustafa Ekmekçi gerekse "M. Fazıl Katipoğlu"  takma adıyla "İnkılap Çocuğunun Mektupları"   ve "Dereden Tepeden"  başlıklarıyla yazdığı yazılarda; "Hasırşapkalı"  diye imzaladığı "Kalemden Damlalar"  adlı küçük fıkralarda; Atatürk devrimleri, demokrasi, laiklik, irtica, özgürlükler, ülke yönetimi, köy ve köylü, gençlik, kadın, eğitim ve orman konularını Kemalist dünya görüşü açısından ele almış, diğer gazetelerin köşe yazarlarıyla polemiklere girmiştir.

KEMALİST İDEOLOJİ

Kemalist ve hür Türkiye'de vazifemiz yurttaşlarımıza vatan, millet duygusunu aşılamak, hariçten gelecek ya­bancı ideolojilere komünizme, siyonizme karşı mücadele etmek değil mi?.. Bu noktada anlaşılamıyorsak bir di­yeceğimiz yoktur. Müsaadenizle ilâve edeyim: Eski Turancılık ve Türkçülük gibi, kan dâvalarını memleket sı­nır­ları dışında tahakkuk ettirmek emellerinin tarihe karıştığı devirlerdeyiz.

Bugün Türk milliyetçisine, Türk mü­nev­verine tek vazife düşüyorsa, o da asırlardır geri kalmış Anadoluya yönünü çevirmesi, onu fikren ve iktisa­den garp seviyesine ulaştırmağa çalışmasıdır. Bu arada geçen yazımızda ifade etmeğe çalıştığımız gibi ihtisası nisbetinde Türk diline hizmet etmeyi şiar edinmesidir.5

Atatürk'ün gazetelerde neşredilen parçalanmış büstünü görmüşseniz, siz de benim kadar üzülmüşsünüzdür... Milletvekilleri! Sizlere hitap ediyorum. Atatürk Kanununu bir an önce meclisten çıkarın. Herkesin önüne geleni kırmasına dökmesine izin verdiğiniz zaman biliyorum. 'Demokrasi vaaar!' diye savunacaksınız. Keşke Demokrasi olmasa da biz geriye, şarka, cehennemin dibine gitmesek. Müsbet ilimleri gâvur icadı, heykeli gü­nah, tiyatroyu dinsizlik sayan zihniyeti yokedin, alın demokrasinizi, verin bizim inkılâplarımızı.6

Bize göre, Komünizm'le mücadelenin alfabesi Türkiye'de hür fikirlerin, müsbet anlayışın halk zümrelerine yer­leştirilmesi yayılmasıdır. Kemalist Türkiye'de Atatürk inkılâplarının kökleşmesi ve ücra Anadolu, şark köyle­rinde okuma yazma bilmiyenlerin sayısının sıfıra inmesi, Komünizm afeti için en sağlam kale olacaktır. İddiamızın bir kehanet olmadığını realiteler açık(ça) göstermektedir.

Bugün Rusya'nın Komünizmi yaymak için intihabettiği Bulgaristan gözümüzün önündedir. Memlekette dinin politikaya âlet edildiği yobazlığın geçer akçe olduğu, inkılâpların bir mazi olduğunu haykıran­ların çoğaldığı bir günden tanrı bizi korusun.

Kore'de hürriyet adına döğüşen kardeşlerim, gazanız mübarek olsun. Sizin için dua eden yirmi milyon kanda­şımız var. Gençlik Atatürk inkılâplarının koruyucusudur. Omuzlarında taşıdığı mesuliyeti müdriktir. Gözlerinizden öperim Mehmetler.7

DEVLET YÖNETİMİ

İtiraf etmeliyiz ki, memleketimizde demokrat zihniyetli vali, kaymakam, müdür 'diyojenin fenerile' aranacak kadar azdır. Şahidi olduğumuz bir hâdiseyi nakledelim. İlçe kaymakamı selâm vermeden geçen köylüye 'Ben kimim!' diye sorar, köylü vatandaş 'Bilmiyorum beğim' diye mütevazi cevap verince 'Ben kaymakamım! Bir daha görünce selâm vermezsen karışmam' diyerek elinden eksik etmediği kamçısı ile köylünün sırtını okşar. Bu kaymakamın bir şâir sanatkâr olduğunu ilâve edersem hayret etmeyiniz. Günümüzden misaller vermekte güçlük çekmeyeceğimi itiraf ederim. İsmini zikre lüzum görmediğimiz bir ilçe kaymakamının köylülere küfür et­tiği muvafık parti kongresinde bahis konusu olmuş ve rapor edilmiştir. Birçokları mahkeme kararı ile mahkûm olmaktadırlar.8

"İnanırım ki, sanatkâr insanların cemiyeti, en ileri ve mükemmel topluluktur. Daha ileri giderek söyliyeyim. Dış politikayı sanatkârlar idare etse insanların harp istekleri, geçimsizliği ortadan kalkardı. Onlara bu asırda çok pek çok ihtiyacımız vardır."9

İşte size, Demokrat Parti'nin kötü icraatının esaslı panoroması. Anadolu kasabalarını bir geziniz orada devle­tin adı yok, milletvekillerinin, şöhreti Anadoluyu saran namı var. Yol mu? Filân zat vaad etti. Elektrik mi? Onu da falan bey vaad eyledi. Vaad vaad elde var bir! Ara seçimlerinin iktidarın kulağını çekeceğini ümit edelim. Memleketin dış politikası; iktisadiyatı, bütün gidişatı bir çocuğa teslim edilmiş kıymetli vazo'dan farksızdır. Allah o vazo'yu kırılmaktan korusun.10

Evet, arkadaşlar, millet onu (İnönü) seviyor. Bütün iftiralara, tezvirata ve eski uşakların üste geçer geçmez onu kahretmek arzularına rağmen seviyor. Filhakika Demokrat şefleri bu minval üzere giderlerse çok yakın bir zamanda milletin İnönü'nü ve partisini vazife başına çağırması sürpriz değildir. İnönü'nün niçin bu kadar üs­tüne düşüyorlar, bu sistemli faaliyetin siyasî menfaatlarına nasıl yaradığını bir başka konuşmamızda izaha ça­lışacağız. Şimdilik, yüzünü bir defa gördüğüm İnönü'ye sağlık diliyor. İlk defa olarak temiz ellerinden öpmeyi şeref sayı­yorum.11

LAİK ANLAYIŞ

Ve laisizm demokrasiye varmanın ilk şartıdır. Bizde lâiklik anlattığımıza benzer bir tarifle 'devletin din işlerine müdahale etmemesi'  şeklinde tanımlanmıştır. Hoş görme zihniyeti demektir. Filân adamı ibadetinden sorumlu tutamıyacağınız gibi, zorla istediğiniz dinin sâliki (giren,tutan- M.A.) yapamazsınız. Türkiye'de vicdan ve din hürriyetinin hüküm sürmesi de bir inkılâp eseridir. Tamamen âciz ve lüzumsuz bir halde bulunan hilâfetin kal­dırılmasiyle ilk adımını atmıştır. Fikir ve idrâk sahibi olduğunu her türlü hâdisat ile isbat etmiş olan millet Allah'ın gölgesi, Peygamberin vekili olduğunu iddia küstahlığında bulunan cahillere vatanda yer vermek bile is­tememiştir... Milletlerin hür ve müstakil yaşamaları, fertlerin hürriyet anlayışiyle mütenasiptir. Ve insanlar hür­riyete gittikçe, kayıtlanmak zorundadırlar. Bu Cemiyet halinde yaşamayı kabul etmenin zarurî neticesidir.

Hür cemiyette hiçbir vakit, sonsuz hürriyet tasavvur edilmemiştir. Zira sonsuz hürriyet hürriyetsizlik olduğu gibi J.J. Rousseau'nun 'İnsanlar hürriyete koştukca, ona kavuştukca etraflarının zincirle sarıldıkları bir ger­çektir'  sözü de bunu ifade etmektedir. Cemiyette insanları biribirine bağlıyan yekdiğerinin güveni ve itimadı olan kanunlardır. Bunun dışında yapılan herhangi baskı, huzursuzluk yaratmaktan ileri geçemez. Vatanî duy­guları müşterek, lâkin dini inanışları bizden ayrılan azınlıkları ayni hürriyet ve müsamaha anlayışiyle kabul et­memiz gerektir. Zira din öyle bir müessese ve inanıştır ki, ona tasallut etmenin, karışmanın insanlar yanında hoş görülmediği, görülmiyeceği gibi, Allah indinde nasıl karşılanacağı bilinemez. Kul ile Allah arasına girenlerin düştükleri küçüklükler ve düşen maskeler gözümüzün önündedir.

Bilhassa İstanbul matbuatı içinde din propagandası yapar görünerek, milleti iğfal edenler ve onlara kapılarak önüne geleni belli belirsiz ithama yeltenenler maalesef mevcuttur. Din gibi mukaddes bir müesseseyi ticaret metaı haline getirmek, onu öne sürerek oy toplamak kadar terzil edici (küçük düşürücü- M.A.) bir hareket ol­mak lâzımdır. Şayan-ı takdirdir ki, gençlik bunlara rağbet etmemektedir. Diyanet işlerinin de, bu kabil dinî-si­yasi neşriyata ön ayak oluşunu görmek teessür duyulmıyacak gibi değil­dir. Dine ait yazılarının yetkili ilim sa­hipleri tarafından kontrol edilmesi, onu istismar edenleri yola getirmeğe kâfidir. Her şey bir tarafa, şu dinli ve dinsiz iftiralarını kaldırmanın yoluna bakalım. Şuna kaani olmayız ki, herkes kendisinden ve vicdanından so­rumludur.12

Her yeni hareket, tarihte mutlak bir karşı reaksiyon yaratmıştır. 'Jön Türk' lerin (Avrupaî görüş)ü memlekete yerleştirme gayreti, hemen akabinde irtica dediğimiz geri zihniyetle çarpışmak zorunda kalmıştır. Hangisinin galip geldiği istiklâl mücadelesi sonunda anlaşılmıştır. Mürteciler fikirlerini 'Volkan' gazetesiyle yaymaktalar. Sahibi Derviş Vahdetî asılacağı dakikada halkı kışkırtmakla meşguldü. Mâzi ile günümüz arasında ilgi aradım. Gönlüm ferahladı. Gerçi, irticaî hareketler yine vardır. Heykellerin put sayıldığı âşikârdır. Ortalıkta dinsiz! di­yenler eksik değildir. Volkan gazetesi yine çıkmaktadır. Milliyetçi ve din'i tek gözlükle görmek istiyenler mev­cuttur. Ne olursa olsun, Türkiye'de heykelleri polisle olsa bekletecek bir idare vardır. Mürtecilerin saçını saka­lını yontacak hükûmetler, gençlik toplulukları vardır. Türkiye'de irtica ya­şıyamaz, yaşıyamıyacak. Ne var ki, ayaklarımıza çelmeler takılacaktır. Önümüze çukurlar kazılacaktır. Her şeye rağmen biz yolumuzda yürüye­ceğiz. Milliyetimiz Türk'tür. Osmanlı değildir. Dinimize gelince, herkes vicdanından ve tanrısından sorumludur. Sen hoşçakal irtica, sana allahaısmaladık ey iftira, inkılâpçı gençlik tek şey için çarpınıyor. Türkiye için, mü­reffeh ve mesut Anadolu için.13

EĞİTİM ÜZERİNE

Milli Eğitim Bakanı'na, bir Anadolu sıfatiyle, hitabediyorum. Eğitim Enstitülerini kapatmayınız! Bakan olarak, ne kadar ortaokul açarsanız, bu milletin lûtfuna o nisbette mazhar olacaksınız. Hükmü de tarih verecektir.14

Bugün ilçemiz ortaokulunda Okul Aile Birliği'nin fevkalâde bir toplantısı yapıldı. Buna okul ailerinin ilk toplan­tısı desek yeridir..... Müdür Halil Edil doktoru müteakip konuştu. Milli Eğitim Bakanı'nın nutkunu okudu. Programı tek tek izah etti. Velilere direktifler verdi. Nihayet dikkatleri azalan velileri eğlendirmeğe sıra gelmişti. 2'nci sınıf talebelerinden İlhan Temizer'in idare ettiği Koro  'Ankara  Şarkısı' nı  ve  'Kâbemin  Dalları' nı  söyledi.  Sonra Yurdagül Paran 'Rintlerin Ölümü' şiirini okudu. Visallettin Ünsal bir monoloğ söyliyerek Kürt taklidi yaptı. Veliler ceza korkusu olmadığından kahkahalarla güldüler.15

Küçük yavruları bizden uzaklaştıran, onları korkutan bir tek şey var. Yabancılık. Bu köylerimizde hâlâ İstiklâl harbi köylerinin 'yaban' ı vardır. Yolda sokakta kaçmıyan, ürkmiyen çocuklar görüyorum. Bunlar mektepliler. Görür görmez bir kaç adım mesafede duruyor. Başını önüne sertçe eğerek 'günaydın!' diyor. Ve uzaklaşıyor. Selâmının tesirini anlamak için de gözden kayboluncaya kadar başını geriye çeviriyor. Çocuk ruhu böyledir. Köylüler gazeteye pek meraklı. Okumak için değil tabii. Gazeteyi sigara kâğıdı yapıyorlar, sarıp içiyorlar. Bir köylüye 'birinci'  sigarası uzattım. 'O bizi doyurmaz Mustabey, sağol' dedi ve kendi sigarasını sarmağa ko­yuldu.16

MERHABA YOLDAŞ!

... İstanbul'da yeni bir sanat cereyanının ve Atatürk İnkılâplarının müdafiliğini yapan bir dergi çıkar: 'Varlık' Onu okuyanları da damgaladıklarını ilçeye gelen liseli bir hemşehrimden işittim. İmza yobazlarının dergi sayfa­larında lekeliyecek isim aradıklarını bilirdim. Fakat bir sürü kendini bilmezin, küflenmiş kafasında ne olduğunu değil de, başkasında gördüğü dergilerle vakit öldürdüğüne acımamak elden gelmez. Olmaz arkadaşlar, milli­yetçilik bu değil. Komünizmle mücadele hiç değil. Bu yapılan, memlekette mevcut yüzde on beş münevver ve yarı münevveri, sizin taraf-bizim taraf diye ikiye bölmekten başka bir şey değil. Eşine ancak Rusya ve peyk­lerin de rastlanacak bir damgalama siyaseti. Komik bir olay anlatayım. Bir memur arkadaşla köyleri dolaştıktan sonra ilçeye dönmüştük. Yol arkadaşlığı ettiğimiz memur, kalabalık bir yerde 'merhaba yoldaş' demez mi? Hemen ihtar ettim. 'Aman dostum, yoldaş diye Komünistlere derler. Duyarlarsa hapı yutarsın' dedim. Gülüştük. Memurun birkaç gece uykusu kaçmış: 'İyi ki söyledin' diyor, 'Bilmiyerek bir pot kırabilirdim.'

Cemiyetin kaymağı sözde münevver gençliğin meşgul olduğu işler, filân gazeteyi okumayın (!) masondur (!), falan dergi solcudur. Bunları bırakalım, halimize gülmedik, bir kendimiz kalacağız. Bir parti, 'Türkiye'de şark-garp yoktur. Memleketin her tarafı müsavidir!' demiş. Yanlış. Türkiye'de imara, kal­kınmaya eğitime muhtaç sa­dece şark değil bir de Anadolu var. İç Anadolu var. Gönül ister ki, göğsü kurtlu, milliyetçi geçinen gençlerimiz bir de Anadolu köylerine teşrif etsinler. Yüzde sekseni okuma-yazma bilmiyen köylünün iç halini görsünler de hayâ etsinler. Emin olunuz kardeş kavgasını bırakarak, göğüslerinden kurtları bir kenara atarak, ırkçılıkmış, mitingmiş her şeyi unutarak, öz kardeşlerini cehaletin, sefaletin elinden kurtarmağa çalışacaklar. Bütün bunlar oluncaya kadar biz Konya'nın küçük bir il­çesinden haykırmakta devam edeceğiz. Gençler, gözlerinizi yumup seyrettiğiniz yeter; uyanın. Cesaret ve fe­ragat gösterin!17

KADININ HÜRRİYETİ

Atatürk'ün en büyük eseri hangisidir? diye sorsalar, hiç düşünmeden 'Türk kadınına sağladığı hürriyettir' ce­vabını veririm. Bu, öyle gelişi güzel, gösteriş için yapılabilecek işlerden değildir. Kadının hürriyete kavuşması hürriyetlerin temeli olduğu kadar merhalesidir de. Kadını, hürriyet zihniyetine kavuşturmayan bir idare, şekli ne olursa olsun demokratlık vasfından uzak kalmağa mahkûmdur. Kadın, insanlık miyarıdır.

Her devirde, kadının sahip olduğu hak ve hürriyetleri söylerse, o devrin insanları hakkında da bir fikir sahibi olmamız çok kolayla­şır. Kadının bir ticaret metaı gibi alınıp satıldığı devirleri bir tarafa bırakalım. O devirler tarihin yüz karası olmak­tan kurtulamazlar. Kadına sokağa atılan koyun işkembesi kadar değer biçen bab-ı âli soysuzluğundan kıya­mete değin utansak da faydasızdır. Üzerinde durmak istediğimiz günümüzde kadının mücadele etmek zorunda bırakıldığı geri ve gayri insanî zihniyettir.

Siyasî parti kongrelerine kadar varan bir cür'etkârlıkla kadın haklarının tahdidini istiyen bir yobaz zümre tü­remiştir. Onlara göre, kadın bir kuluçka makinesi hüviyetindedir. Ve öyle kalmalıdır.

Bu mürtecî fikirli hacıağa­lar öyle istiyorlar ki; diledikleri zaman birden fazla kadın alabilmeli, yine diledikleri an 'talâk-ı selâse' ile boşa­yabilmelidirler. Kadın onlar nazarında bir nevi 'ırgat' tır. Ölesiye çalışmağa mutlak itaate mahkûm tuzağa düş­müş bir mahlûk.  Bu, maatteessüf böyledir; Anadolu'nun içine giripte, etrafınıza şöyle bir bakacak olursanız bu zihniyetin fiile çıktığını görebilirsiniz. Hepinizin bildiğini ben tekrar hatırlatıvereyim: Şarkta -şarki Anadoluda- kadın para ile alınıp satılır. Güzelliğine göre pahalı veya ucuzdur. Üç yüz liradan on bin liraya kadın vardır.

İç Anadolu'da -başlık- dedikleri kepazeliklere pek rastlanmasa da, onun kadar feci olanları eksik değildir. Meselâ Medenî Kanun'a rağmen, gizli olarak iki, (üç pek yok, zira fakirlikleri mâni oluyor) kadın alanlar pek çoktur. Bu da, eski zihniyetin sökülüp atılamıyan hastalıklarıdır.

Devrimizin kadın hürriyetini sağlıyan kanunlarına rağmen, kadın eğitiminde titiz davranılmaması yüzünden Türk tarihi ve demokrasi için yüz karası olan cehalet, milleti olduğu kadar hattâ daha fazla Türk kadınını çem­beri içine almaktadır. Köylerimiz ne yazık ki, bu cehalet anarşisinin kurbanlarıdırlar. Her türlü eğitim seferber­liğinde kadında başlıyan ve yine kadında hedefini bulan âcil ve devamlı bir çalışma lâzımdır. Aksi halde de­mokrasi ve hürriyet kelimeleri tarihi bizi utandırmakta devam edeceklerdir.18

Şöyle, hiçbir dış tesirin etkisi altında kalmaksızın, etrafınıza bakacak olursanız, tanzimattan bu yana girişilen 'garp tekniğini, garp zihniyetini Türkiye'ye yayma' mücadelesinde çok az yol aldığımızı göreceksiniz. Misallerini sıralamakla bitiremem.

Demokrasi'yi bir tarafa bırakalım. O zümrüdüanka kuşunun bize uğrıyacağı yok. Medenî Kanun, meriyette olmasına rağmen, sanki köylere şâmil değildir. 'Üçle-dokuzla şart olsun!' ye­mi­niyle aile yıkımları, içtimaî ve ahlâkî bir rezalet olan hüllecilik, sayılamıyacak kadar çoktur.

Seçimlerde oy kullanma hürriyetini en tabiî hakkı saydığımız köylümüzün hâlâ ekserisi okuma yazma bilmez. Kız çocukları hâlâ on yaşında kaçırılarak evlenir. Kocası isterse üstüne kuma getirir (tekrar evlenir). O, onun insafına ve vicdanına kalmıştır. Kendi rizalarile kocalarını evlendiren zavallı kadınlar bilirim. Kanunun zâfiyeti zehabına kapılmayınız. Kanun kanundur. Elbette tatbik edilecektir. Ne yazık ki, kanun olmak, kâfi gelmiyor. Birisi ihbar edecek de, mahkemede sürünecek öyle mi? Vallahi tınmaz bile. Zira, şeraitin mübah saydığına bel bağlıyan cahil kanundan intibaha (uyanma, uyanış- M.A.) mı gelir?

Kadına seçme hakkını verirken, ona insanlığını da vermek lâzımdır. O, Türkiye'de 'saçı uzun aklı kısa', 'eksik etek'  olmaktan kurtulamamıştır. Aziz okuyucularım: Bir an için bana hak veriniz. Hem malûmunuz ekseriyet rejimi politikaya nasıl hâkimse burada da böyledir. Fikrime taraftar olan maalesef azdır, fakat realitenin kahra­manı ve şahidi yine maalesef çoktur. Ve bu çok acıdır. Aile müessesesi milletin esasını teşkil etmektedir. Ve bugüne aile deyince de akla karı koca gelir. Anamız cahilse, müsbet zihniyetten bîhaberse bizim görüşümüz ne olursa olsun, gerilikten kendimizi kurtaramıyacağız. Okulda okuduklarımızın aksini evde tatbik ede ede ne kıratta bir insan olacağınızı tahmin zor olmaz.

Halbuki, kadın insan olduğunu, yaşamasının manâ ve vazifesini idrâk etmişse o memlekete yetiştireceği çocuklar, insan olmanın yolunu görmüş ve tutmuş olurlar. İşte bütün mesele burada kadına insanlığını bildirmekte. Onu cehaletten kurtarmakta. Gerisi bugün olmazsa yarın olur.

İnkılâpların tek mahzuru Çapanoğlu gibi tepeden inme olmalarıdır. Lâkin elzemdirler. Ani olan her şeyi de ısındırmak güç oluyor. İngiltere'de ilk demokrasi (1215 Magnasharta) fermaniyle kuruldu. Köylüye seçim hakkı 18 nci asırda, kadına seçim hakkı yirminci asra yakın bir tarihte verildi. Grev de öyle. Amma orada hürriyet in­sanla haşır neşir olmuştur. Biz, biraz sıkıntı çekeceğiz. İnkılâplar, köylünün habersiz olduğu inkılâplar yeniden köye, Anadolu'ya taşınmalıdır. Kız çocukları okutulmalıdır. Bu suretle Medenî Kanun'un tatbik zemini hazır olacaktır.

Bizde, ne yalan söylemeli, insanlıktan önce bir şey var; ya gurur, yahut erkeklik. Kadını aşağı gör­meğe alış­mış bir inanç. Kılıbıklık müdafaası yapmıyorum. İş size bana kalsa kolay, fakat karşımızda aynı haklara sahip olduğunu bilmeyen, evlenmeyi 'alın yazısı'  yahut 'el içine karışma'  gibi basit bir olayla izah et­meye mecbur köylü kadını vardır. Kadınlığı, aile müessesesini istismar eden moda züppelerini bir tarafa bıra­kalım. Böyle parazitler her devirde olacaktır. Vazifemiz ise Anadolu kadınına insan olduğunu öğretmektir. Hür bir Türkiye yaratmanın tek yolu da budur.19

Dolhanlar Köyü'nde nüfus sayımını yaparken dikkat ettim. Köylüler istisnasız kız çocuklarının yaşını büyük yazdırıyorlar. Sebebi de koca'ya bir an evvel vermek içindir. Aksine erkek çocukları da küçük yazdırılmak is­teniyor. Askere geç gitsin diye. Zavallı köylü Yemen'e asker gönderdiği günlerin korkusunu yaşıyor.20

Yaşını bilen köy kadınına rastlamadım... Köyün iyi bir öğretmeni de var. Bilâl Efendi. Enstitü mezunu. Bilgili, kendi kendini yetiştirmiş bir genç. Geçen gün, köylünün de  yardımı  ile  bir  radyo  almış,  okula  koymuş.  Dinlemeğe  gittik. Köy çocukları hiç görmedikleri bu âlete hayretle bakıyorlar. Muhtara şaka ettim. 'Muhtar' de­dim, 'Artık sizin köy de medeniyete adım attı demektir.'  Gülüştük.21

ORMAN SEFERBERLİĞİ

Demokrat Parti, gelecekte lânetle anılmak istemiyorsa, her şeye rağmen orman problemini önemle ele almalı­dır. Türkiye'nin mezarını kazmak demek olan orman liberalizmini bırakarak, ormanın sahipsiz, hüdy-ı nabit [hudayî nabît] (kendiliğinden yetişen– M.A.) bilindiği memleketimizde ormanı çoğaltmaya çalışmalıdır.

...Dikkat ettim, bütün ormanlar kesildiği, ağaçlar yıkılıp tarla yapıldığı halde, mezarlıklardaki ağaçlara hiç do­ku­nulmuyor. Bunlar mezarlık ağacı olan servi, söğüt değil, orman ağaçları. Bir çokların da altında yatanın hür­me­tine çaputtan sargılar var. Acı acı düşündüm. Ey, güzel vatan! Senin yeşermen uğruna bütün ağaçlara ça­put bağlayıp irticaa tâviz mi verelim. Ormanı, inkı­lâplar kadar aziz bilecek, canını verecek bir nesil ne zaman gelecek?22

Evet, şahıslara tapulanmış, satılmış orman, satılmış vatandan, hibe edilmiş bayraktan farksızdır. Bugün yan­lış hareket edenlerden, günün birinde hesap sorulacağı ise muhakkaktır..... Milleti topyekûn bir 'orman sefer­berliğine' sevketmek ilk vazifemizdir. İlköğretim seferberliği gibi bir çalışma. İkincisinde cehlimizi kurtarmıştık. Orman seferberliği ile, kendi vatanımızı kendimizden kurtaracağız. Bu, istiklâlin katmerleşmesidir.23

"HASIRŞAPKALI" VE KALEMDEN DAMLALAR

ADLİYE KORİDORLARINDA

Yıllar sonra Ekmekçi, ilk gazetecilik günlerinde "Hasırşapkalı" takma adıyla yazdığı yukardaki "Havariyun" fık­rasıyla ilgili -bugün bile benzerlerine tanık olunan, gazetecinin o değişmeyen kaderini yansıtan- yaşadığı bir olayı şöyle anlatmaktadır:

Liseyi yeni bitirdiğimde, Konya'da... 'Öğüt' gazetesinde çıkan bir küçük fıkradan dolayı, 'Cumhurbaşkanına ima yoluyla hakaret' gerekçesiyle Savcılık harekete geçmişti. Jandarmalar evde gelip aramışlar, gitmişler. Komşular, arkadaşları da (annesine):

-Oğlunu asacaklar ... mı ne, deyince, ağlamaya başlamış.

Eve gelince, 'Hay oğlum, yazma şu yazıları. Sen mi düzelteceksin her bozukluğu'  dedi. Ekledi:

-Atlı sığmış, itli sığmış dünyaya, sen mi sığmıyorsun...24

Voltaire, anaokulunda okurken, sınıfa bir eşek girer. Bütün çocuklar, kahkahayı, yaygarayı basarlar tabii. Öğretmen sınıfı susturmada hayli güçlük çeker, sonunda onlara bir ödev vererek susturmak ister:

-Çocuklar, hepiniz, kâğıt kalem çıkarın ve şu anda ne düşündüğünüzü yazın...

Kalemlere sarılan çocuklar, sınıfa gelen eşeğin girdiğini kaleme almak için kahkahaları keserler. Voltaire, def­terine şunu yazar:

-O, tekrar aralarına gelmek istedi. Fakat arkadaşları onu tanımadılar.

Bu fıkra, ... 1951 yıllarında çıkmıştı. Cumhurbaşkanı Celâl Bayar'dı... Savcı ne yapıp etmiş, fıkranın üstündeki bir küçük bölümü de buna katarak, ... soruşturma açmıştı. 13 ay hapsimi istiyordu. İfade verdim, aşağı yukarı şöyleydi:

-Efendim, burada sınıfa giren eşek sembolik bir eşektir. Voltaire'in kastettiği İsa'dır. Yani İsa'yı havarileri yani arkadaşları tanımamışlar, ona karşı çıkmışlardır. Burada, Cumhurbaşkanının dâva açmaya hakkı yoktur. Olsa olsa İsa dâvacı olabilir...

Savcı dinlerken uyukluyor muydu ne? Birden gözlerini açtı.

-Çocuk mu kandırıyorsun? Yok İsa'yı kastetmiş de, yok İsa dâva açabilirmiş de.

Doğrusu savcıdan hayli korkmuştum. Sonra bana öğüt de verdi:

-Şiir yazsana sen, hikâye yaz, şiir yazamazsan. Fakat karıştırma böyle, İsa'yı Musa'yı. Politik şeyler yazma, yazık olur sonra sana...

Nasıl bir gerekçeyle 'kovuşturmaya yer olmadığı' kararı verdi hâlâ bilmiyorum. Amma mesele savcılıkta kaldı, mahkemeye çıkmadım.25

ASKERLİK GÜNLERİ

Hukuk fakültesini bırakması ve artık erteletmek olanağı da kalmaması yüzünden Ekmekçi'ye askerlik yolu gö­zükmüştür. Kendisine yeni bir dünyanın kapılarını açan gazetelerdeki yazılarına askerlik bitene kadar ara ver­mek zorunda kalır. Ekmekçi, 6 Kasım 1951 yılında Ankara'da Yedek Subay Levazım Okulu'nda silah altına alınır.

Ankara'yı da ilk o zaman tanıdım tabii. Yakından tanıdım. Ankara'da o vakit -şimdi Bahçelievler Sondurak'tan Yenişehir'e kadar neredeyse- bir ara­daki bakanlık binaları dışında bina yoktu. Düz tarlalardan yürüyerek gelir­dik. Dikmen'in olduğu yerlerde, Balgat'ta atış talimleri yapardık, atış eğitimleri yapardık. Silah eğitimleri yapılırdı oralarda. Böylesine bomboş alan, Dikmen'in, Çankaya'nın olduğu yerler bağ, bağlık, bahçelikti...

"İsmet Paşa'nın Pembe Köşkü'nün olduğu yere kadar, çok ender otobüs çalışır, hatta oralara yürüye­rek gidilir; bir çamur deryası filandı, asfalt masfaltta hak getire o zaman. Belli başlı Atatürk Bulvarı ta Ulus'a kadar uza­nan, eski Meclis'in olduğu yer, şimdi Ankara Palas'ın karşısındaki, bir ara CENTO binası filandı... Şimdi müze olarak kullanılıyor eski ilk Meclis. Sümerbank var, Sümerbank'ın karşısında da Santral kahveha­nesi vardı, gi­der orda, briç oynardık.26, (TUTANAK NO: 1)

Ekmekçi, Ankara Levazım Okulu'nu bitirdikten sonra Asteğmen  rütbesiyle İzmir Uzunada'ya atanır; 30 Ekim 1952'de terhis olur. Askerliğini bitiren Mustafa Ekmekçi, İstanbul'da  Şile'nin Karacaköy'ünde 1952-1953 öğ­retim yılında öğretmenlik yapar.

Bir gemici köyü, bu küçük kıyı beldesine gidişiyle ilgili izlenimlerini yıllar sonra bir öğretmen gazetesinde ve Ulus'  ta ayrı ayrı kaleme alan Ekmekçi, Türkiye'deki köy gerçeğini çok güzel betimlemeler ve yalın bir dille anlatmaktadır:

"Köye nasıl gitmiştim?.. Unutmuş gitmişim. Aklımda kaldığına göre; yel değirmenini geçince bir çimenlik, otla­yan birkaç kuzu ve oğlak. Nihayet köy!.. Muhtarın kahvesi, kahvenin önünde çardak...Buna kameriye de­sem ne olur sanki? Ama çardak bellemişim bir yol. Öyle diyeyim. Çardakta köylüler oturmuş, çok şişman iri yarı bir adamı saygıyla dinliyorlar..... Tahta bavulum elimde, arkamda birkaç küçük çocuk, ürkek bakış ve ka­çıcı adımlarla beni takip eder şekilde yürüyorduk. Belli ki öğretmen olduğumu anlamışlardı.....'Otur Hoca'  dedi­ler mi, yoksa kendim mi bir yere iliştim bilmiyorum. Önüme konan çayı yudumlarken, için için terliyor, 'Ey Allahım, ben bu adamların arasında nasıl gün geçireceğim?'  diye düşünüyordum. İçlerinden biri evli olup ol­madığımı sordu. Evli değildim. İçimden O'nu sevindirmek de istedim. 'Nişanlıyım' dedim. Bu yalanıma inandılar mı bilmi­yorum. O anda sevinçli bir pırıltı gözlerini dolaştı.

... Akşam yemeğini muhtarla birlikte yedik. Fakir bir yemekti bu. Sahanda yumurta, pekmezli aşure. Bir an önce yalnız kalmak istiyordum.Yorganı yüzüme çekip düşünmek, hatta ağlamak, biraz olsun rahatlamak isti­yordum. Yorganı örtünemezdim desem yeri. Çarşaf kirden kapkara olmuştu. Yüzüstü kapanıp, yüzümü yas­tığa göm­düm. Okul, çocuklar hiçbiri aklımda yoktu..... Onlara (köylülere) kendimi beğendirmeyi onları sevmeyi diliyor­dum. Vay anasını oldu be!.. Sevdirip saydırdım kendimi. Bunun nasıl olduğunu şimdi anlatabileceğimi hiç sanmıyo­rum. Bana çabuk ısındılar. Hastalandığımda bütün köylüyü baş ucumda toplayacak kadar hatta yata­ğımdan kaldırılıp götürülecek kadar ilgi gösteriyorlardı bana..... O köyde..... onları sevmenin gizini 'sırrını'  dü­şünüyorum. Buluyorum da, bakın nasıl? Bütün gerçekleri en çıp­lak şekilde en açık yolla köylüye söyliyecek­siniz..... Öğretmen önce kendine güvenmeli, büyük savaşın kut­sallığını kavramalı. Sonra kolları sıvamalıdır bence.27

Bir gün köyde, bayan öğretmene sormuştum, burada evlenmeyi düşünüp düşünmediğini. 'Töbe, dedi. Allah yazdıysa bozsun. Onların pis ayaklarını öpmeye hasret değilim.' Anlıyamadım önce: O anlattı; burada evlenen kızlar gerdek gecesinde (zifaf gecesi) erkekleri içeri girer girmez ayaklarına kapanır öperlermiş. Ürperdim du­yunca bunu. O gecede kahvede açıkça söyledim bu konuda düşündüklerimi. Hepsi sustu. Yaşlılar tesbihlerini yavaş yavaş çekiyorlardı, gençler gözlerini önlerine eğmiş hafifçe kızarmışlardı. Hepsinde suç üstünde yaka­lanmışların durumu vardı. Köyün ağası bilinen Emin Kaptan ağır ağır başladı söze; önce bunu evlilerden başka kimsenin bilmediğini, benim bunu nasıl öğrendiğime şaştığını söyledi. Sonra, 'sana bu­rada söz veriyoruz ho­cam, bu geleneği kötü alışkanlığı artık yaşatmayacağız' dedi. Hepsinin yüzündeki karanlık silinmiş, yerine iyi­liğe giden insanların ışığı gelmişti. Hemen pek çoğunun adını unuttuğum bu insanlardan belleğimde kalan en güçlü anı ışıklı yüzleri oldu.28

DEVLET KAPISI

Mustafa Ekmekçi'nin, Karacaköy'deki öğretmenliği 1953'ün mayıs ayında sona erer; bu sırada girdiği bir sınavı kazanarak Ankara'da İş ve İşçi Bulma Kurumu'nda aylık 175 lira maaşla (Emekli Sandığı Sicil Numarası 24.539.11 dir) memur olarak çalışmaya başlar. Tarih 20 Temmuz 1953'tür.

Burda yoksulluk yılları geçti tabii, hatta işe başladığım yıllar ceketim yoktu; genel müdüre götürdüm, kapısını vurup içeri girdim, sınavı kazandığıma ilişkin zarfı verdim, baktı şöyle; onun memuru oluyordum artık.'Senin ceketin yok mu?'  dedi bana... Sesimi çıkarmadım, hemen düğmeye bastı, günlerden cumartesiydi öğleye ka­dar çalışılırdı. Saat de 11.00'di, bir saat filan vakit var... 'Hemen göreve başlatın, ilk maaşını da alsın'  dedi. Yani kendisine bir ceket alsın demek istedi. İş arıyorsunuz bulamıyorsunuz, yani şimdi bir yandan çalışıp bir yandan okumak olanağı yoktu. Nitekim terkettim sonra hukuk fakültesini. Memuriyeti sürdürdüm bir yerde...29

Ekmekçi, bu arada memleketiyle ilişkilerini de sürdürmekte, memuruyetinin yanı sıra bu kez de "M.E.Katipoğlu" adıyla Yeni Konya gazetesinde ülke sorunlarına ilişkin Kemalist çizgide yazılar yazmaktadır.

Demokrasi gidişine uyarak devrimlerden fedakarlık edenler insafsız oy avcısına hizmet etmiş olmak mevkiin­den kurtulamazlar. İyi biliriz ki, köy öğretmeni devrimlerin yayıcısı olarak en az Türk yargıcı kadar titizdir, üzerine aldığı sorumluluğu müdriktir. Toplumsal adaletin teminatı yargıçlarımızla uygarlığımızın örneği öğretmen­lerimiz kadar birbirine benziyen iki meslek erbabı az bulunur. Onlara gölge etmemek her gerçek demokrat ida­renin baş şiarı olmalıdır.30

Gençlerin iltimasa, torpile meyletmediklerini, olsa bile bunu yaşlıların etkisi ile yaptıklarını görmekteyiz. Hele haksızlıklara karşı önüne durulmaz güçleri var gençlerin. Bu bize kıvanç vermektedir. Sokrates'in karısı 'Ah! bu insafsız yargıçlar! Seni haksız yere öldürüyorlar' diye ağlarken, Sokrates: 'Ya haklı olarak öldürseler daha mı iyi olurdu'  demiş. Bugünün genci de, Sokrates gibi doğruların parasını vermektedir. Gençlerimizde inanç ve devrimlerin verdiği kuvvet varken, hele geniş bir görüş dünyası içinde elele vermiş­lerken, hiçbir kötülüğün ne kendilerine, ne ülkeye zarar veremiyeceğine inanmamız gerektir.31

Ekmekçi'nin terhis olduktan sonra  bir yılı aşkın süredir ailesiyle arası eskisi gibi sıcak değildir. Annesi Fatma Hanım 11 Aralık 1953'te ölür. Ekmekçi, annesinin ölümünü, ona yazdığı  ve iade edilen mektubun üzerine dü­şülen "vefat etmiştir" notundan öğrenir. Ankara'nın Samanpazarı semtinde işyerine yakın bir yerde kiraladığı tek katlı 2 odalı ahşap bir evde astsubay arkadaşıyla birlikte kalan Mustafa Ekmekçi, rahatsızlanır ve 1954 yılında bir süre İstanbul Haydarpaşa Prevantoryumunda tüberküloz tedavisi görür. Memuriyet yaşamının yanı sıra  Ankara'da o dönem çıkmakta olan aylık tek yapraklı Hadim gazetesinde bir yıl süreyle yazılar yazmakta, bir yandan da kaydını  yaptırdığı Ankara Hukuk Fakültesi'ne devam etmektedir. Ekmekçi, bu sırada 19 Kasım 1954'te İş ve İşçi Bulma Kurumu'nun Kırıkkale Bürosu'na atanır; 225 lira aylık almaktadır; maaşı 1956'da 250 liraya yükselir ve Ankara'ya muhasebe memuru olarak geri döner. Tarih 1 Ocak 1957'dir. Ekmekçi, bir ay sonra iş değiştirir; Devlet Hava Meydanları İşletmesi Umum Müdürlüğü (DHMİ)'nün açtığı sınavı kazanır ve 300 lira aylıkla trafik teknisyeni olarak 1 Şubat 1957'de naklen atanır.

Lise yıllarından beri süren yazma tutkusuyla Ekmekçi, bu dönemde, Mehmet Emiralioğlu'nun çıkardığı Remzi İnanç'ın Yazıişleri Müdürü olduğu 15 günlük Devrimlere Bekçi adlı gazetede bağnazlığa, cahilliğe karşı bilimi, Atatürk  devrimlerini savunan yazılar; çaresizlik içindeki Ali Osmanlarla halktan kopuk bürokratları anlatan öy­küler yazmayı sürdürür.

ALİ OSMANLARIN ÖYKÜSÜ

Ali Osman, işçiler içinde en çok sevdiklerimden biridir. Dev yapısına bakarak, çocuksu bir yüzü, te­miz yüreği vardır. İşi gücü yok sanki güler ha güler. Uçağın tekerleri önündeki takozları almak, dönen perva­nelerin önünde kaçarak takozları yerine koymak ona gerçek gülünecek bir iş gibi gelir. Utanırmış gibi yüzünü saklıya­rak gülerek bir koşuşu var ki değer görmeğe. Belki de otuzunu geçmiş bir iri gövdenin bir koşucu çe­vikliği ile fırlaması güldürüyordur onu. Belki de ağlıyamadığından gülüyordur, bilemedim çözemedim bunu bir türlü.

Gecenin bir vakti. Saat 2'yi geçmiş gibi. Gazete okuyorum. Ali Osman yarı uykulu geldi.

- Efendim dedi müsaade edersen köye gitsem, bizimkinin doğumu da! Zabandin irkenden gelirim. Güvenirdim Ali Osman'a. Ama ilgilenip sordum.

- Ebe çağırdınız mı?

- Ebe yok. Koca karılar geldiler eve. Onlar var...

- Aman Ali Osman olur mu öyle  şey?

- Efendim, benim beş çocuğum oldu. Hiç ebe çağırmadık. Karılar kendi başlarına yapıyorlar doğumu! Şaştım kaldım. 'Başkent'te nasıl olur bu' diye yedim içimi. Dursun dedim. Nöbetçi doktoru uyandırdım. 'Ohooo!' dedi.

- Sen korkma. Onlar diplomalı ebelerden becereklidir, evvel Allah!

- Peki  dedim Ali Osman'a. Git sen. Ama bir tehlike olursa atla bisikletine dön. Bana bildir.

- Sağol beyim! dedi, gitti.

Uyandırdı Ali Osman, bir saat geçe. 'Aman beyim, kalk bir çare. Karım ölüyor!' Telefona sarıldım. Doktoru gene uyandırdım. 'Valla dedi bilirsiniz belki biz buradan ayrılamayız. Can kurtaran da veremeyiz. Mevzuat mü­sait olsa canla baş üstüne, sizi kırmam. Ama Doğumevine telefon edin. Cankurtaran gönderirler.' 'Sağol Tanrı razı olsun' dedik. Doğumevine telefon ettim, 'olur' dedi ya Hüseyin Aslan adında biri. Pek enez (cılız, güçsüz- M.A.) dedi. Yarım ağız gibi bir şey. Bir saat sonra gönderebilirlermiş. Köyü tanıttık. Esenboğa'ya gelirken Çubuk'a sapan yol üzerinde Yenice köyü. Ali Osman yol kavşağında beklemeye gitti.

Ali Osman gene göründü kapıda. Uyuyamamıştım. Cankurtaran gelmemiş iki saatten beri. Şafak ne­redeyse sökecek. Doğumevine gene telefon ettim. Bu yol bir başkası Yenice köyü belediye sınırları dışında olduğun­dan il karışırmış. Onun için 91 numaradan istiyecekmişiz cankurtaranı. Deliye dönmüştüm. Baktım Ali Osman o dev yapılı çocuk çökmüş, ağzını bıçak açmıyor. 91 numarada Veli adlı bir şoför cankurtaran şofö­rüymüş, şimdi geliyorum abi, dedi. Ali Osman dışarı çıktı, güneş ışıkları oklarını gözlere sokar gibi hınçla doğdu.

Ali Osman'ın bir oğlu daha oldu. Arkadaşlar oğlan oldu diye şölen istediler. Bu Ali Osman'ın yaşıyan ikinci ço­cuğudur. Öbürlerini 'Tanrı aldı!'

Arkadaşların sevincine kendi deyimlerince 'Ali Osmanı ıslatma' isteklerine tapa O, o kadar gülmüyor. Eski ne­şesini de yitirdi. Bunu ben, onun kocakarı doğumuna olan inanının yıkılmasına yoruyorum. Ama doktor­lar ko­laylık gösterdiler mi? Kocakarıların yaptığı propaganda kadar olsun, bilimin gereklerini yerine getirebildiler mi? İşte evetlemesi en güç soru bu.

Yirminci yüzyılda, 1959 Türkiyesinde bağnazlığın geriliğin başkaldırdığı alıp yürüdüğü kentlerde, köy­lerde Ali Osmanlar, el açmışlar olumlu bilimin ışığını gösterecek, insan olmanın onurunu tanıyacak devrimciler bekliyor­lar. Ama bu bekleyiş ne kadar sürecek?32

Mustafa Ekmekçi artık ulusal basında sesini duyurabileceği yayın organlarının arayışı içindedir. İşte bu sırada,  Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)'nin yayın organı Ulus' ta "Serbest Görüşler","Yurt Köşelerinden", "Şehir İçinden"  başlıkları altında önce açık adıyla daha sonraları da "M.Ekmekçi" ve "M.Sabri Katipoğlu" imzalarıyla  Demokrat Parti'yi eleştiren Kemalist çizgide toplumsal ve politik gözlemler yazmaya başlar. İsmet İnönü sevgisi ve CHP'ye sempatisi Ulus' ta yazmasını kolaylaştıracaktır.

Kamutay'da (TBMM- M.A.) bütçe görüşmeleri başladığından beri DP çokluğu ne yapacağını şaşırmışa benzi­yor. Düşünü düşünle karşılıyacağı, karşınların davranışı çok sertte olsa, gücü elinde tutmanın sorumluluğunu anlıyacağı yerde düşünü yumrukla, sövmekle, çamur atmakla yenmeğe uğraşıyor. Bir saylav (milletvekili- M.A.) çıkı­yor; komünistliğin, Türkeline devrimlerle, Kemalizm'le sızdığını söylüyor. Belli ki, bunu bile bile dü­şüne düşüne söylüyor. Saylav'ın bu ülkede devrimlere, Kemalizme hıncı vardır. Ama Cumhuriyet çocukları laik, devrimci saylavlar onu susturmalı, Atatürk'e ve yapıtlarına böylesine dil uzatılmasına engel olmalıydılar.33

... Demokrat Parti başkanının (Adnan Menderes- M.A.) yanlışları bunlarla biter gibi değil; CHP'lilere 'vatansızlık'  damgasını vurmak, devrimleri yapmış, yurda demokratik anlayışı getirmiş bir bölemin (partinin- M.A.) yöneticilerine 'Türkelini Moskofların kucağına atmak'  düşüncesini yakıştırmak usun alacağı şeylerden olmasa gerektir.34

Cumhuriyet Halk Partisi ve öbür muhalefet partileri 1957 seçimlerinde ulus çoğunluğunun gerçek güvenini ka­zanmışlardır..... Türkelinde yaşıyanların katlanamıyacağı tek şey vardır. Özgürlüğün kısılması! İşte bu kelime koca ulusu ayağa kaldırmağa yeter. O bizim için ekmekten önce gelir. Onsuz devrimlerimizin, Türk olmanın, insan olmanın hiçbir anlamı yoktur. Çocuklarımıza bırakacağımız tek miras özgür 'hür' yaşamanın zevki ola­caktır. DP'yi ulus gözünden düşüren en büyük sebep onun artık özgürlükten bahsedemiyecek kadar diktatör­lüğe kaymasındandır.35

28 Mart gündemeçli İstanbul gazetelerinde, Antalya ilinin Tekçe köyü İhtiyar Kurulunun çarşaf ve şalvar ko­nusunda aldığı bir kararı okudum. Bu karara göre İhtiyar Kurulu 'köy içinde bayanların çarşaf, bayların şalvarla dolaşmalarını yasak'  etmiş. Ve 'karara aykırı davrananları para kıyımı ile'  kıyımlandıracağını kesin olarak du­yurmuş... Bana kalırsa bu haber, her şeyden önce, yurdumuz üstünde son günlerde hızını artıran yobazların suratına inen güçlü bir şamardır.36

İnsan kutsal değil, ama onurlu olması, insanlık şanını düşünmesi gereken yaratıktır. Ellerini açıp dilenen ki­şiye, insanlık şanını düşürdüğü için kızarız. 'Büyüğüm'  diye, buyurmanın karşısında elleri göbeğinde kilitli, susta bekliyen kişi de insanlıktan bir şeyler koparıp götürmektedir..... Kutsal insan anlayışının zıddına, bugün insanın kutsal inanı güç kazanmıştır acunda (dünyada- M.A.). Her ki­şinin düşüncesini özgürce söyliyebilmesi yazabilmesi batıda dokunulmazlığa kavuşmuştur. İnsanın kanılarına karışmak, düşüncesini baskı altına almak, konuşmasına, yazmasına türlü yollarla yasaklar koymak, düşünü (fikri)  kıyımevlerinde (cezaevlerinde) çürüt­meye kalkmak uygar toplumların toplıyamayacağı (kabul edemiye­ceği)  davranışlar arasındadır. Sonra aksoy­luk (asalet)  bir göstermelik ellence derecesine inmiştir oralarda. Ama inanlar, kişi hakları, kişi eşitliği, kişi öz­gürlüğü her gün artan bir güçle kutsallığını, dokunulmazlığını ko­rumaktadır. Bu bizde de böyle olacaktır. Bu yurdun mutlu yarınını görecekler, 'kutsal insana'  değil, fakat kutsal inanlara saygı gösterecek, insan olmanın gerçek büyüklüğünü duyacaklardır.37

HAVADA UNUTULAN UÇAK!

Ekmekçi'nin bu yazıları hemen iktidarın dikkatini çeker; başı kısa sürede derde girer, 3 Ağustos 1957'de gö­revli olarak  İstanbul Yeşilköy'e gönderilir; aklı yazarlıkta olan Ekmekçi ilk gün havada uçak unutur!

Yeşilköy'de gece nöbetçiyim, ilk gün gitmişim, havada uçak unuttuk. Şöyle; ben gittim, benden önceki arka­daşlar uçakları indirmişler, uyumuşlar. Ben nöbetçiyim, bir baktım bir ses, İngilizce; "Alo alo ben ne zaman ineceğim?"  diyen birisi; pilot...

-Sen kimsin?

Şef uyandı; kalktı."Sen kimsin diye sorulmaz, bilmemiz lazım bizim o uçağı." Pilot, Atina'dan geliyormuş.

-Atina'dan geliyorum, şu feetteyim, yarım saattir havada dolaşıyorum, ne zaman ineceğim?

-Bin feet alçalın, derhal rapor edin!  Sanki yerde trafik varmış gibi yanıt veriyoruz. Pilot bilmiyor mu aşağıda bir şey olmadığını, o da dinliyor; çünkü biz hepimiz uyumuşuz. Onu biraz sonra indirdik. Gülümsedi pilot, şe­yimizi de (dilimizi) biliyor.38

YURT KÖŞELERİNDEN

Ekmekçi,13 Eylül'de  Ankara'ya geri geldikten altı ay sonra da  15 Mart 1958'de Elazığ'a gönderilir; ancak yeni görev yerine gider gitmez  ilk işi yine yazmaktır! Ekmekçi'nin bir sosyolog gözüyle Doğu Anadolu'daki yaşama ilişkin yaptığı gözlemleri postayla Ulus gazetesine gönderir. "Yurt Köşelerinden" başlığıyla yayımlanan yazılarındaki ilginç saptamalar Ekmekçi'nin gözlemci yanını ortaya koymaktadır:

Merhaba Elazığ, Merhaba garip şehir! Gerçekten Elazığ'a garip deyişim boşuna değil. Sokakta gördükleriniz alışmadığınız bakışlarla bakıyorlar size. Acıyan, küçük gören, yardıma her an hazır bakışlarla eziyorlar sizi. 'Siz garipsiniz' diyorlar, birbirlerine de 'arkadaş buranın garibidir' diyorlar. Küçülüyor, eziliyor, güçten kesiliyor­sunuz bu davranışlar önünde... Birine otel aradığımı söylüyorum. Elimden tutarca götürüyor 'gardaş' diyor otelciye 'bu gardaş gariptir, yatak istiyor.'  Ben de alıştım hemen, 'buranın garibiyim' demeye. İki lafımın biri gariplik! Nerdeyse oturup ağlamak geliyor içimden; sokaklarında bir garipsi, bir yabancı dolaşıp duruyorum.

"Elazığ pek bakımsız bir kent. Asfalt yolları, geniş caddeleri, imar'ı, kısaca görülmemiş vatan sathındaki kal­kınmayı boşuna aradım! Sokakları pislik içinde, yapılar eski, köhne... Göstermelik bir cadde, doğru dürüst bir yapı göremedim. Nasıl Elazığ'a garip demekte haksız mıyım şimdi? Durun! Daha bitmedi: Yerli tüz'ün (halkın) yüzde doksanı yasaya aykırı giyiniyor. Tüm kadınlar, çarşafla ve peçeli! Çoğu kara, renk renk çarşaflara bü­rünmüş, ana caddelerde dolaşıp duruyorlar. Çarşafın bir kutsallığı varmış gibi kimse ilgilenmiyor bununla. Öğrendiğimize göre; çarşaf demokrasi(!) ile yaşıtmış burada. Sözüm ona, birçokta uygar insanlara yakışır giysileri giyenler de var. Onlara batmıyor mu bu ayrılık, başkalık. O, uygar yaşıyanların boynuna borç değil mi, çarşafla, peçe ile savaşmak?.. Bilirim, 'kolay değil, bu iş!' diyeceklerdir. Bin dereden su getirip suçlarını ört­miye kalkacaklardır. Çünkü onlar, böyle düşünenler Atatürk diye, devrim diye bir nenin (şeyin- M.A.) varlığına, yaşadığına inanmamışlardır.

Erkek giysileri de bir acayip burada. Bacakta şalvar, üstüne dikkatle sarılmış renkli, ipek ya da bayağı bez­den bir kuşak. Ayakta topuklarına basılarak giyilen bir yemeni! Köylümüz artık çarık giymiyor diyenler, nüfusu elli bini aşan bir ilimizdeki şu giyime bir baksalar artık bu ülkede 'çarık edebiyatı'  ile ulusu aldatıp durmanın yersizliğini toplarlardı (kabul ederlerdi). Hoş, daha ilçeleri, köyleri görmedik. Ne gerek canım! İl böyle olduktan sonra... Eyvallah Elazığ, garip şehir hoşça kal! Bir süre, seninle senin insanlarınla derd ortaklığı edeceğiz. Nasıl olsa iki yaban, iki garip(!) değil miyiz?..39

Elazığ'da da var bir şeker fabrikası. Bu sıralar orada bol bol balo veriliyor. Kentin belki de eğlenilecek, vakit geçirecek en seçkin yeri... 'Kampanya'  zamanı olmadığı için çalışmıyor şimdi. Zati, işin en civcivli süresinde bile yılda yirmi gün çalışıyor..... Fabrika kente 53 km. uzaklıkta; modern yapıda; kampanya süresince çalışan ameleye dört lira gündelik verir..... Yönetim ve teknik bölümlerde çalışanların yüzde sekseni yüksek gündelik alırlar. Ve sonuncu olarak bu fabrikada kesme şekerin maliyeti üç yüz on yedi kuruş yirmi yedi santimdir. Bakkalda ise iki yüz altmış üç kuruşa satılmaktadır. Aradaki fark, ulusal gelirden kapatılmaktadır. Nasreddin Hoca'nın 'dostlar alışverişte görsün!'  hesabı. Ondan sonra gelsin refah gelsin kalkınma...Öbür şeker fabrika­ları da buradaki gibi çalışıyorsa; şekeri kendi kesemizden zararına mal edip yiyoruz de­mektir..... Ne olur zam yapılmasın şekere! ..... Dokunmayın şekere!"40

BEKAR OTOBÜSLERİ

İl Konağının önünde büyükçe bir park var, Elazığ'da. Buraya çoğu işsizler, yoksullar gelir; sıralara oturup gün öldürürler. İki park daha var kent'te, ama oralarda çay ya da soğukluk içme zorunluğu var. Açıkçası yoksul­lara, yoksulluğunu bilenlere göre değil oraları. En iyisi İl Konağı önündekidir bence de. Belediye ses-çoğaltır'ı­nın 'haut parleur'  sık sık yayınladığı bildirileri dinlersiniz. Bu ay gaz karnelerinden pembesinin mi yoksa yeşi­linin mi kullanılacağını, çay için, kömür için nasıl kuyruğa girileceğini öğrenirsiniz.

... Tümü iki tane olan Belediye otobüslerinin kalkış yeri de parkın önü. Şeker fabrikasının kocaman, mavi bo­yalı otobüsleri de buradan alıyor yolcularını. Bakın canınızı sıkacak bir nen (şey- M.A.) söyliyeyim. Bu, mavi boyalı otobüslerde yolcular 'evli'  ya 'bekar'  oluşlarına göre bindiriliyor. Geçen gün, evliler otobüsüne bir be­kar bine­cek olmuş; bayanlar yunağına (kadınlar hamamı)  erkek girmiş gibi kopmuş gürültü, indirmişler bekar işyarı da (memur- M.A.) kolundan tuttukları gibi, kendisi gibi bekarların bindiği otobüse oturtuvermişler..... Bu ayrım salt otobüslerde değil, oraya gelinceye dek sabah olur. Bir ara, buraya bir bankanın denetmenleri gel­mişti. Bir gece, Elazığ'ın en iyi sineması olan Gölcük'e gitmek isterler. Yazlık olduğundan yerler numaralı değil. Denetmenler bir sıraya otururlar. Bir çocuk gelir; 'kalkın efendim' der, 'burası evlilere mahsus!'  tur. Sonra başkaları gelir, bir tartışmadır başlar. Denetmenler, bu geri anlayışa içerliye içerliye filmi de görmeden çıkıp gi­derler...

Geri bir anlayış, kendini bir yönde göstermez. Bir ahtapot gibi, devrime susamış halkı sarar, onu 'devrimler mi yoksa gerilik mi'  gibi iki yol kavşağında yargısız bırakır. Öğretmenler ne duruyorlar? Öğretmenler Derneği ne güne duruyor? Geçtim mendil boyundaki dört günlük gazete bile, bu ilin, bu yurdun derdini derd edinse yolun yarısını bulurduk. Böyle söyleyince ben, arkadaşım güldü de 'ne diyorsun yahu?' dedi, filan gazetenin başya­zarı eşini çarşafla gezdiriyor. O mu gerilikle savaşacak, devrimleri yaymaya uğraşacak?..'Elazığ'da bizim parkın arkasına düşen, bir de 'Hayvanları Koruma Derneği' var. Tavukları satmağa götüren köylüler, tavuğu ayağından tutup baş-aşağı gelecek biçimde taşırlarsa, dernekçiler karışıyorlar, tavukları ezi­yetten kurtarıyor­larmış. İyi bir nen ya, şu halkı da baş-aşağı gitmekten, sömürülmekten kurtaracak bir dernek olsa diyorum. Ne denli yararlı olurdu bilmezsiniz... Adına da 'İnsanları Koruma Derneği' derdik...41

Bir Elazığ gazetesi alıyorum; ne haber ne bir makale, tüm ilan... Rastgele okuyorum birini: 'Zayi, Elazığ Belediyesinden almış olduğum çay ve gaz vesikamı kayıp ettim.Yenisini alacağımdan eskisinin hükmü olma­dığı ilan olunur. Hasan oğlu Mehmet Toptaş-Kesirik Mahallesi'  Bu ilanda şakalaşan mutlu görünen insanların yaşamından bir iz görmeye uğraşıyorum. Boşuna zorluyorum düşlerimi... Gözlerimin önüne Esnaf Dernekleri Birliği'nin (kongresinde- M.A.) dilekler bölümündeki sessizlikten (hiç kimsenin söz alıp konuşmaması- M.A.) başka bir nen gelmiyor.42

Bugün oturdum, Park Lokantasının önünden geçenlere bakıyorum. Ne çok kişi tanıyormuşum meğer Elazığ'da. Ee, epeyce oldu geleli, aşağı yukarı üç buçuk ay. Hem ne kadarcık yer Elazığ. Tümüyle yüz yüze geliyoruz tanrının günü. Köylüsü var içlerinde, yoksulu, bayı, işçisi işyarı var. Şöyle oturup özden söyleştiğim günün dedikodusunu ettiğim arkadaşlarım bile var: Örneğin Zülfü Saka var. Aydın kişidir Saka. Çocuğu 'Ulus' okuru. Anlıyamadığı öz Türkçe tilcikleri sorar bana. Sonra Elazığ'da ilk bayan satıcı çalıştırmakla övünür. Gerçekten de öyledir. Onun tecimevinden başka yerde bayan yoktur.

... Bir çift kent otobüsü vızır-vızır işliyor. Nedense pek yolcu yok otobüslerde. Halk alışmadı daha desek değil, çıkış-varış saatleri pek belli değil de ondan mı; yoksa halkta otobüse olsun binmeye güç mü kalmadı? ..... İşte bir tanış daha. Bu da geçenlerde on beş ton kağıt verildiği için hakkında Başbakana telgraflar yağ­dırı­lan bir gazeteci. Ama neden öyle başı önde gidiyor? İşte bir çarşaflı, bir... bir, bir daha. Anlaşıldı, bugün si­nemalar 'bayanlar-günü'  yapıyor. Kalkıp, bir başka parka gidip oturmalı, içimi saran karamsarlıktan kurtulma­lıyım.43

... İl Konağının karşısında Caminin bitişiğindeki çeşmenin damında, 'anadan doğma çıplak'  denecek yoksul çocuklar barınır. Ne üstte var ne başta. Kim arar sorar bunları, her sabah bacağından çekip uyandıran Belde işyarından başka? Bir yurt var. Çocuk Esirgeme Kurumununmuş. Bir bayramda uğramıştım. Yüzden çok yavru barınır burada. Dört yaşından tutun da on beşini bulanlarına değin... Çocuklara birey başına ayda bir lira veri­yormuş Devlet baba..... Beş aydan uzun bir süre yazdım bu konuları. Burada tanıdıklarımla tartıştım. Aydın geçinenler, görkemli giysi­ler giyenler çıktı karşıma, baylıkları ile tanınanlar, 'buralarda yoksul yoktur, bizi kötü tanıtıyorsun' bile dedi...44

"HOZAT'TAKİ IŞIK"

Saat tam on buçuktu otobüs Hozat'a vardığında. Sıkıcı, berbat bir yolculuktan sonra Elazığ'dan 600 denizden 1600 metre yüksekte dağlar, tepeler bölgesinde Hozattaydık. Yol boyu ne belli başlı bir köye ne de oturup dinlenecek bir çatıya rastladık..... Hozat'ın insanı şaşırtan ilkelliğinden (iptidailiğinden)  kurtulamadım önce. Şöyle uzayıp giden, iki yanına sıra sıra dükkanlar dizilmiş bir caddeyi bir çarşıyı boşuna aradım ilçede. Bir te­pecik ne denli düzeltilirse o kadar düzeltilmiş, enikonu taşlar döşenmiş bir alan düşünün; çevresine irili ufaklı, eğri-büğrü evleri gelişi-güzel otur­tun, işte Hozat'ın çarşısı! İlçede bir aşağı bir yukarı dolaşayım dedim, olmadı. Elli metre yürüyüp döndüm. Birine Hükümet Konağını sordum, gösterdi..... Hükümet konağı ilçenin biraz dışına düşüyor. Oldukça da uza­ğına. Arada Ziraat Bankası, Ortaokul var. Okul bahçesinde yarısından çoğu don-atlet ortaokullu öğrenciler be­den eğitimi dersinde. Durup bir süre onlara baktım. Ya bu sınıfta öğrenci yok ya da öğ­retmen onlara beden eğitimi göstermiyor diye düşündüm. Yürüdüm! ..... Hozat'ta üç kahve var. Şehir Kulübü, Memurlar Kulübü öbürü de... kahve işte. Halk kahvesi örneğin..... Hozat Belediye Başkanı çok uyanık aydın bir genç. Güzel de konuşuyor. O, 'yedi yıldan beri ilçemize tek çivi çakılmadı'  diyor..... Hozat'ta 'Yayla'  ote­linde geceyi yarıdan çok uykusuz geçirdim. Petrol lambasının ışığından kirli duvarlara şalvarlı, kuşaklı, koca­man bıyıklı yoksul Hozat'lılar vuruyor, bir mehter heybetiyle raksediyorlardı. Sabah 'Hozat'ın önünde değirmen bendim' türküsüyle uyandım. Güneşin ışınları buz gibi odada tozları havalandır-mış­lardı.45

Elazığ'dan Çemişgezek'e giden yolu Murat suyu keser. Otobüsler Murat'ın bir başına değin taşırlar yolcuyu. Su, 'gemi'  dedikleri baştan savma bir salla geçilir. Gemi'yi Hasan Kaptan yönetir..... Az ileride iki ayağı yeni tamamlanmış köprü batar kişinin gözüne yedi yıldır başlanıpta, başedilemiyen, bitirilemiyen köprü..... Tanrı hoş tutsun, kim buyurdu ise, on beş günden beri çalışılıyor köprü üstünde..... Amerikan yardımı olduğu anlaşılan kocaman 'makineler'  boş durmuyor. Vinçler göz dolduruyor. Yalansa söyliyenin boynuna. Bir Hasan Kaptan gönülsüzmüş köprü yapımından ötürü. 'Sonra ben nereden ekmek yiyeceğim!' diyormuş. Aman kaptan yapma, gözünü seveyim! aç ellerini göğe, yakar Tanrıya da bitsin şu kutlu araç. Sen gemini işletecek daha çok yerler bulursun bu yurtta. Çemişgezeklilerin üne varan yoksunlukları, gariplikleri bitiversin artık..... Çemizgezekliler çok alıngan kişiler, yurtlarına 'yokluk bölgesi' denmesine içerliyorlar pek. Hani 'dokunsanız ağlıyacaklar'  sanki... 'Bizim ilçemize gelen bir işyar ilçemizi görüp suyunu içtikten, havasını soluduktan sonra bir daha ay­rılmak istemez. Ne olur yaz bunu' diyorlar.46

En iç açıcı bilgiyi Jandarma Başçavuşu verdi: Çemişgezek Kıyım-Evinde tek 'mahkum' olduğunu söyle­mekte... O da kız mı kaçırmış bir iş yapmış ya unuttum. Tanrı bilir, yarın günü dolup Kıyım-Evinden çıkınca evlenir, kaçırdığı kızla. Kıyım-Evinde yattığı yanına kalır. Başçavuş övünerek anlattı. Buralar sanıldığı gibi de­ğilmiş. Adam öldürme, hırsızlık gibi olaylara yıllardır rastlanmazmış. Eh! Yargıca, savcıya pek iş kalmıyor diye­cek oldum ya, yanılmışım. Toprak, su davaları soluk aldırmazmış ki... Belli başlı iki kahvesi var oturacak. Şu kahve tilciği de canımı sıkıyor. 'Çay-evi'  diyelim bari. Burada çay da karne ile dağıtılıyor.47

Geçenlerde Karakoçan'da CHP İlçe Kongresi vardı. Karakoçan Elazığ'a 97 kilometre uzaklıkta küçücük bir il­çedir. CHP'ye verdiği oylarla bir 'kale burcu'  olmak niteliğini kazanmıştır..... Karakoçan İlçe Başkanı Abdurrahman Daniş konukları kongre salonuna buyur etti. Delegeler çoktan yerini almış, çoğu ayakta, yarı aydınlık bir kahvede yapılıyor kongre. Tavanda kırlangıç yuvaları var. Yavrular ötüşü­yor bir oraya bir buraya uçuşup duruyorlar. Konuklar bir engel yoksa minicik pencerelerin açılmasını istediler. Yokmuş bereket..... Dilekler bölümünde hemen bütün sözcüler ortak derdlere değindiler. Köylerinde: İçme suyu yoktu, okul yoktu, ortaokullu ilçede öğretmen yetersizdi. İlçede bir sağlık merkezi kurulmadığından sayrılar söğüt ağaçları altında bakım görüyorlardı. Orman Yasasının kötü uygulanması sonucu ormanlar yok edilmek­teydi. İlçe o denli okul­suzdu, bakımsızdı ki yirmi dokuz köye iki okul düşüyordu..... (kongrede) İnönü adı geçtikçe dinleyicilerin gözlerinin ışıl ışıl yandığı, yüzlerine renk geldiği seziliyordu.48

"BAKAN İLE YURTTAŞ"

... [K]ara taksiler Pertek ilçesine yöneldiler. Gelenler değerli konuklardı. İçişleri Bakanı B.Namık Gedik..... Halkın konuşması hoşuna gitmiyordu Bakanın..... Susmıyan bir yurttaş B. Fahrettin Surgur oldu. Bakan, bu sıra alnının terini sildi. Temiz bir tepside getirilen üzümü yemeğe ve Fahrettin'i dinlemeğe başladı. Fahrettin, 'Sayın Bakanım  dedi, bugün Pertek'te yüzden çok çocuk sayrılığa tutulmuş bulunuyor. Ne sağını­mız (doktorumuz) ne sayrı-evimiz var. Çocuklar ateş içinde sayıklıyor, anasını babasını tanıyamıyor; sayrılığın ne olduğu belli değil. Çocuklar belleğini (hafızasını) yitiriyor, bakımsız bir durumda ölümle pençeleşiyorlar...' Sözün burasında Bakan bir Elazığ bir Tunceli İlbayına (vali- M.A.) baktı. Onlar Fahrettin'e kaşlarını eğip, du­daklarını büzerek 'sus!'  işareti yapıyorlardı..... Bakanın canı sıkılmıştı. Fahrettin'e sordu:

'Kaç sayrılı çocuk var?'

'Yüzden çok...'

'Bunları İlbaya neden anlatmadınız?'

'İlbayı ben nerden göreyim.'

'İlbaya anlatsaydın.'

'İlbay da biliyor bunları, nesini anlatayım.'

Bakan sıkıldıkça sıkılmış kızmaya başlamıştı..... Fahrettin bu sessizliği de yırttı:

'Bizim derdimiz  dedi, daha bitmiyor; bizim geçimimiz çiftçilikten ve meyvecilikten sağlanır. Suyumuz yok! Halk perişan oldu. Sonra elektriğimiz, okulda yetecek öğretmenlerimiz de yok. Sonra...'

Sustu Fahrettin. Bakan ağzındaki üzüm tanesini atmış, ayağa kalkmıştı. Polisler Bakanın gözüne bakıyorlardı. Fahrettin'e döndü Bakan: 'Sen dedi, sınır tanımadan konuşuyorsun. Ben bir Bakanım. Bir Bakan yanında nasıl konuşulur öğrenmemişsin.'  Polisler Fahrettin'in kolunu cimdikler gibi sıktılar. Fahrettin son sözlerini söyliyen bir sanık gibi, giden kalabalığın arkasından baktı. Koluna girenlerle karakola doğru yürüdü, gitti...

Güneş Hozat dağlarında batarken Pertek'e bir sağın geldi. Tellal bağırttılar: 'Evinde sayrısı olanlar, çocuklarını getir­sin­ler, sağın bakacak onlara'  diye... Şaşılacak şey birkaç kişiden başka kimse gitmedi, sağına. Bir yaşlı ba­yan Zeynep  Bacı  kucağında bir  yavru  sayrılı  ile dert  döküyordu... ' Yavrum  diyordu; muayene ettiler çocuğumu on lira aldılar. Ne ilaç ne bir şey. Anca bir muska verdiler. Keşke gitmeseydim.'  Zavallı Zeynep Bacı, reçeteyi muska sanmıştı...49

... Okuması yazması bile yokken, tek propaganda organı radyonun kişiyi çileden çıkaran yalan yayınlarıyla kandırılmak, aldatılmak istenen köylü yurttaşın demokrasi davasında gerilemiyen direnişini nasıl unutabiliriz.....  Karakoçan ilçesinde, halkın aralarından topladığı paralarla yaptıkları okulun bir tek öğretmeni yoktur. Sözler verildiği, hatta okulun açılış töreni en gösterişli şölenlerle yapıldığı halde, hem de aylarca önce... Ya Abana il­çesi? O, muhalefet partisine verdiği oyların kıyımını 'cezasını'  çekmektedir. Ne çıkar Abanalılar oylarını diledi­ğine verdiyse?

"... Bir de Hadim..... Torosların en tepesinde, kuş uçmaz, kervan geçmez kış günleri. Yollar kapanır, beller aşılmaz olur kardan. Orada oturanlar aklı yetip eli ekmek tutmağa başladı mı ver elini Aydın, Denizli çiftlikleri; yatağını omuzlayan gurbete çalışmağa gider...

"... Göksu Elektrik Santrali açılmaktadır. Ama Hadimliler Göksu kendi toprakları içinde aktığı halde, bundan fay­dalanamazlar. Elektrik, ışık, okul onlar için karanlık bir gecenin tatlı düşünden öteye geçmez. Bütün bunla­rın tek sebebi Hadimlilerin en büyük suçu, oylarını güçlü böleme vermeyişlerindendir. Saylavlar 'Siz muhalifsi­niz!'  derler de başka şey demezler. Hey Tanrım, bu kadar ilkel (iptidai)  anlayış acunun neresinde duyulmuş­tur biz­den başka? Bununla, bu yurt çocuklarına en ağır işkenceyi yaptığımızın farkında mıyız biz? Yazıklar ol­sun!..

"Biz demokrasi savaşında tüm ulusla baş başa çalışarak yüzyılların artığı yarayı sarmaya çaba göster­meliyiz. Bunun için en önce birbirimizi aldatmaktan, yurttaşlar arasında ayrımlar yaratmaktan vazgeçmeliyiz. Bence, yurdunu seven bir insanın birinci ödevi budur...50

Mustafa Ekmekçi, Elazığ'da kaldığı dönemde  bilinen devlet memurluğunun dışında daha çok gazeteci gibi davranır; bu ise özellikle iktidarı ve yandaşlarını rahatsız eder.

Ekmekçi, memuriyetten ayrıldıktan sonra Elazığ günlerine değindiği bir yazısında çektiği sıkıntıları ve duygularını anlatırken şöyle demektedir:

Bir yıla yakın kaldığım Doğu illerimizden birinde, geçilmez gönüldeşler edinmiştim. Gece yarılarında yatağım­dan kaldırıp, karakollara sürükliyen polislerden, yolumu kesip döğmeğe kalkan serserilerden tutun da, her bu­luşmada kucaklaşıp öpüştüğüm sıcak kanlı, şen kişilere kadar sevmiştim tümünü.51

YOL AYRIMI

Devlet memurluğu ve gazeteciliğin bir arada  yürümeyeceğini anlayan Ekmekçi, artık yol ayrımındadır; 5 Kasım 1958'de memuriyetten istifa eder. Artık Ankara'dadır. Basın ve yazın dünyasıyla yeniden iç içedir. Ancak ge­çimini sağlamak zorundadır: 1 Aralık 1958'de Tantürk Seyahat Acentası'nda  531 lira 21 kuruş aylık ücretle çalışmaya başlar (SSK Sicil Numarası:193.20.77). Ekmekçi, başına iş açsa da yazı yazmayı sürdürmektedir; Devrimlere Bekçi gazetesiyle Isparta'da arkadaşı Dursun Kut'un önderliğini yaptığı Göller Bölgesi Köy Öğretmenleri Derneği'nin aylık yayın organı Demet' te çıkan 'Birinci Ödevimiz...' başlıklı  makalesinde Demokrat Parti iktidarına gösterdiği tepkinin etkisiyle katıksız bir Atatürkçü ve devrimlerin bekçisi olduğunu şu ifadeleriyle ortaya koymaktadır:

Atatürk yapıtları, Anadolu'da Demokrasi devrinin oyunlarına, politikacıların dinsel duyguları, bağnazlığı bir çı­kar uğruna kullanma çabalarına rağmen kentlere bakarak daha az yıkıma uğramıştır... Devrimler Türk çocuğu­nun, Türk halkının özüne uygun nitelikte uyarımlardı. Bugün büyüyen Türk köylüsüne, politikacı, bağnazlığı aşılamaya boşa uğraşmaktadır... Batılı olmanın, gerçek batı kafasını bu yurtta çoğaltmanın yolu, Anadolu'dan, Türk çocuğundan geçer. Bizim birinci sorunumuz, birinci ödevimiz O'na devrimleri tanıtmak, O'na gerçek Türklüğünü anlatmak. Aslına bakarsanız bu yolda, ne politikacı ne yobaz engel bile değildir.52

"DÜĞMEYE BASAN KİM?"

Ekmekçi, Ulus' ta da Demokrat Parti iktidarını, haksızlıkları ve baskıları eleştiren yazılarını artık açık adıyla yayımlamaktadır. Ekmekçi, Ulus' ta çıkan son yazılarından birinde sanki 40 yıl sonra Türkiye'de yaşananları o gün anlatmaktadır:

Gün geçmiyor ki, gazetelerimizde 'Karakolda dayak yiyen yurttaş', 'Karakolda kendi kendini döven adam'  öykülerini okumıyalım. Kişi kendini dövecek, eziyet edecekse neden karakolları seçiyor acaba?

"Orada özel odalar var da, bu özel odalarda tapınır gibi dayak yenir, dövünülür, kimse karışamaz mı? Gazetede görüyorsunuz, adamın sırtında cop izleri, deriyi panter postuna çevirmiş. Türkçemizde 'postunu çı­karmak'  deyimi buradan mı gelmiş dersiniz?..

"Karakolda yenen dayak üstüne çok şey dinlemiştim. Öyle dayak biçimleri varmış ki, kişi dövüldüğünü acunda saptıyamazmış. Dövme aracı öyle yapılmış ki, derinin içine işliyor, yüzde üstte bere bırakmıyormuş. Bakıyormuşsunuz adam ölmüş, amma ortada ne yara ne bere var. Bu yara-bere açıp, sağından rapor aldır­mağa varacak kadar belirti bırakanlar yeni yolları bilmiyor olmalıdırlar. Tekniğimiz, bilgimiz ilerledikçe bunun da kolayı bulunur elbette...

"Karakolda dayak yiyenlerin, kötü bir alın yazısı da var. Kendi kendini dövdüğünü bildirir bir yazıyı imzalamak. Onu imzalamazsa, polise jandarmaya karşı geldiğini, hakaret ettiğini itiraf etmek. Bu da gazetelerimizin gedikli olaylarından. Sonunda iş Yargı-evi'ne varacak, siz ya yakayı kurtaracaksınız, tanıklarınız varsa, suçluları kı­yıma uğratacaksınız, peki amma, siz bu acuna dayak yemiye gelmediniz ki. Neden yediğiniz dayakla birlik hem suçlu, hem davacı olarak Yargı-evlerinde koşacaksınız. Savunucular tutacak dayak yemenin onurunuzda açtığı gediği yaşamanız boyu kapatamıyacaksınız.

"Karakolda, poliste yapılması gereken iş, suçluyu suçsuzu ayırmak mıdır? Bu yargıçların ödevi değil mi? Polisin ödevi, yurttaşı dövmek, hırpalamak değil onu sağlık, esenlik içinde yargıcın karşısına götürmektir. Her şeyden önce polis jandarma da insandır. Vatandaştır. Kişi vatandaşına böyle işlem yapar mı? Analarının, ba­balarının gülle bile dokunmağa kıyamadığı iki yüksek okul öğrencisi, bir emniyet müdürünün kendilerine dayak attığını, polislerin dövdüğünü iddia ediyorlar. Ellerinde sağın raporu var. Ülkücü, devrimci gençleri susturmak, yıldırmak öyle dayak, cop işi değildir ki. Polis müdürlerinin, polislerin bunu bilmesi gerekirdi. Yazık oldu...

"Bir polis müdürü tanıdığım vardı. Bana polisliğin 'düğmeye basınca çalışan bir makine'  olduğunu söylerdi. 'Öyle ise, sen polis olamazsın' derdim, gülerdi. Sonraları gazetelere, dergilere yerli yersiz tekzipler yağdırdığını gördüm tanıdığım, kalbinden kurtulmuş, dediği gibi makine adam olmuştu. Ne zaman polis görmüşsem, bu ar­kadaşımın sözünü ansımışımdır. Fakat uzun uzun düşünmüşümdür de, kimdir bu düğmeye basan, makineyi çalıştıran? Kimdir yasasız insan haklarına aykırı buyruklar veren? 'Ben vur dedim ya, öldür demedim'  diye bu­yuran kimdir?

"Gerçekte bu anlayışı yakasından tutup sindiği, saklandığı kovuktan çıkarmak gerekir.

"Aldığı yasasız buyrukları, uygulamak, uygulıyanları sorumluluktan, suçlu olmaktan kurtarmaz. Güçlü böleme, onun kodamanlarına ayrı, güçsüz insanlara ayrı davranmak en azından insanlığa ve onun baş öğesi eşitliğe aykırıdır. Bilisizler, insanlık onurunun büyüklüğünü kavrıyamıyanlar, insafsız ve kalbsiz olurlar. Buyruk kulu olmanın yarattığı kompleksle vur deyince öldürmeğe kalkacak kadar kendilerinden geçenlerin savunulacak, bağışlanacak yönleri aramakla bulunmaz.

"Gerçekte küçük haksızlıklar ve yavuzlukların başı ta yukarılardan geldiğine kamuoyu inanmış gibidir. 'İnönü'ye atılan taş ve akisleri'  adlı betiği arıyordum. Hatay Saylavı B. İhsan Ada 'beş dakika önce Büyük postanenin yanındaki kitapçıda'  gördüğünü çabuk gidersem oradan sağlıyabileceğimi söyledi, koşar gibi var­dım kitapçıya. Yoktu betik. Satılmıştır  dedim, içimden. Küçük satıcı çocuğa sordum.

'Şimdi topladılar abi  dedi... Bir tane kalmıştı onu da topladılar...'

Bu küçük okullu çocuğun bir bildiği vardı. Yüzü haksızlığa karşı duranların gerginliğinde sararmışlığına bo­yanmıştı. 'Kim topladı, oğlum...'  diye sordum. Fısıldar gibi, cevap verdi.

"Bu ufacık çocuğun yanıtında, gerilmiş yüzünde, sorumun çözümünü sezmiştim. Çocuk düğmeğe basanı bili­yordu...53

Ekmekçi, 31 Temmuz 1959 tarihine kadar çalıştığı Tantürk Seyahat Acentası'ndan  ayrılır; 1 Ağustos 1959'da Habib Edip Törehan'ın sahibi bulunduğu Yeni İstanbul  gazetesine muhabir olarak girer. Ekmekçi, yeni işiyle birlikte kaldığı mekanda da değişiklik yapar yıllarca kaldığı Erciyes Palas'tan hala tarihe tanıklık eden Cebeci'de Hukuk Fakültesi karşısındaki Seyhan Palas'a taşınır.

Ekmekçi'nin hayata veda ettiği 21 Mayıs 1997 tarihine kadar sürecek  gazetecilik serüveni başlamıştır.

  • 1. Seyit Kaplan, Mete Karakul, "Okumayı Sevmeyen Gazeteci Olamaz," Görünüm-A.Ü. Basın Yayın Yüksek Okulu Uygulama Gazetesi, Nisan-Mayıs 1989, Sayı:32, s.14-10.
  • 2. Mustafa Ekmekçi, Öksüz Yamalığı, İstanbul, Çağdaş Yayınları, 1996, s.20.
  • 3. Seyit Kaplan, Mete Karakul, a.y.
  • 4. Mustafa Ekmekçi, "Milli Eğitimde Kadın Erkek Tefriki, Öğüt, 8 Ocak 1951.
  • 5. F. Fazıl Katipoğlu [Mustafa Ekmekçi], "Gerçek Milliyetçi," Öğüt, 3 Ağustos 1951.
  • 6. ______ "Serzeniş," Öğüt, 17 Temmuz 1951.
  • 7. ______ "Koreden İlhamlar," Öğüt, 4 Mayıs 1951.
  • 8. ______ "İdarede Islahat Lazım," Öğüt, 31 Ocak 1951.
  • 9. ______ "Hadim Ortaokulunda Resim Sergisi," Öğüt, 29 Mayıs 1951.
  • 10. ______ "Adam Yokluğu mu?" Öğüt, 7 Eylül 1951.
  • 11. ______ "İnönü İçin," Öğüt, 21 Ağustos 1951.
  • 12. ______ "Laik Anlayış," Öğüt, 24 Ağustos 1951.
  • 13. ______ "Elveda İrtica," Öğüt, 4 Eylül 1951.
  • 14. Mustafa Ekmekçi, "Eğitim Enstitüleri," Öğüt, 6 Nisan 1951.
  • 15. ______ "Hadim Notları," Öğüt, 2 Şubat 1951.
  • 16. ______ "Köye ve Köylüye Dair," Öğüt, 2 Mart 1951.
  • 17. ______ "Köyün ve Köylünün Beklediği Münevver Gençlik," Öğüt, 27 Mart 1951.
  • 18. F. Fazıl Katipoğlu [Mustafa Ekmekçi], "Hürriyetsiz Demokrasi," Öğüt, 30 Ekim 1951.
  • 19. ______ "Hür İnsanlar Memleketi," Öğüt, 11 Eylül 1951.
  • 20. Mustafa Ekmekçi, "Köye ve Köylüye Dair," Öğüt, 23 Şubat 1951.
  • 21. ______ "Köye ve Köylüye Dair," Öğüt, 27 Şubat 1951.
  • 22. M. Fazıl Katipoğlu [Mustafa Ekmekçi], "Orman Liberalizmi  Yahut Mocanizmi," Öğüt, 19 Haziran 1951.
  • 23. ______ "Orman Seferberliği," Öğüt, 21 Eylül 1951.
  • 24. Mustafa Ekmekçi, "Sarımsağım, Soğanım," Yeni Ortam, 25 Ağustos 1973.
  • 25. ______ "Çivilerle Tahtalar...," Yeni Ortam, 4 Ekim 1973.
  • 26. Radyo Anki'de yapımcı Hatice Ağar'ın Haziran 1993 tarihinde yayımlanan "Bir Ankaralı: Mustafa Ekmekçi," programı.
  • 27. Mustafa Ekmekçi, "Köy Üstüne," Devrimlere Bekçi, 1 Mart 1958.
  • 28. ______ "Yüzlerdeki Işık," Ulus, 8 Temmuz 1957, s.4.
  • 29. Radyo Anki, a.k.
  • 30. M.E.Katiboğlu [Mustafa Ekmekçi], "Hadim'de Görmediklerim," Yeni Konya, 30 Ağustos 1953, s.2.
  • 31. ______ "Devrimci Gençliğin Bir Özelliği," Yeni Konya, 3 Kasım 1953, s.2.
  • 32. Mustafa Ekmekçi, "Ali Osmanların Öyküsü," Devrimlere Bekçi, 1 Mayıs 1959, Sayı: 50, s.3.
  • 33. ______ "Gel, Gör Atatürk," Ulus, 4 Mart 1958, s.2.
  • 34. ______ "Yanlışlar Arasında," Ulus, 18 Şubat 1958, s.2.
  • 35. ______ "Özgürlüğe Doğru," Ulus, 3 Kasım 1957, s.2.
  • 36. ______ "Tekçe Köyünden Gelen Işık," Ulus, 30 Mart 1959, s.2.
  • 37. ______ "Kanıların Kutsallığı," Ulus, 2 Nisan 1958, s.2.
  • 38. Radyo Anki, a.k.
  • 39. Mustafa Ekmekçi, "Merhaba Elazığ," Ulus, 20 Mart 1958, s.2.
  • 40. ______ "Şekere Dokunmayınız," Ulus, 14 Haziran 1958, s.4.
  • 41. ______ "Tavuklar ve İnsanlar," Ulus, 12 Ağustos 1958, s.4.
  • 42. ______ "Sessiz Dünya," Ulus, 20 Eylül 1958, s.4.
  • 43. ______ "Elazığ'da Son Günler," Ulus, 24 Temmuz 1958, s.4.
  • 44. ______ "Kendimizi Tanımak," Ulus, 9 Eylül 1958, s.4.
  • 45. ______ "Hozat'taki Işık," Ulus, 11 Mayıs  1958, s.4.
  • 46. ______ "Çemişgezek Deyince," Ulus, 30 Temmuz 1958, s.4.
  • 47. ______ "Çemişgezek'te," Ulus, 1 Ağustos 1958, s.4.
  • 48. M.Katipoğlu [Mustafa Ekmekçi], "Karakoçan'da Bir İlçe Kongresi," Ulus, 15 Temmuz 1958, s.4.
  • 49. M.Sabri Katipoğlu [Mustafa Ekmekçi], "Bakan ile Yurttaş," Ulus, 15 Ekim 1958, s.4-5.
  • 50. Mustafa Ekmekçi, "Karakoçan, Abana ve Hadim Üstüne," Ulus, 27 Ocak 1959, s.4-5.
  • 51. ______ "Olsun Bakalım," Ulus, 7 Nisan 1959, s.3.
  • 52. ______ "Birinci Ödevimiz," Demet, Mayıs 1959, Sayı:73, s.14-15. ve "Devrimlere Bekçi, 1 Nisan 1959, Sayı:48.
  • 53. ______ "Düğmeye Basan Kim?" Ulus, 31 Temmuz 1959, s.2.