Bölüm 6: Mustafa Ekmekçi'yi Anarken

Mustafa Ekmekçi'yi Anarken1

[TUTANAK NO: 4]

JÜLİDE GÜLİZAR: Dikmen Halkevi Müdürü Sayın Şükran Eken'i açış konuşmasını yapması üzere mikrofona çağırıyorum. Buyrun!

ŞÜKRAN EKEN: Sayın Mustafa Ekmekçi... Merhaba! Görüyorum koltukların herhangi birinde sen oturuyorsun. Ve sana tekrar "merhaba" diyorum. Ve diğer bütün gazetecilere, aydınlara hepsine buradan merhaba diyorum. Selam yolluyorum. Akın Birdal sağlıklı olsaydı bugün o da burada olacaktı. O'na da buradan tekrar geçmiş ol­sun diyorum. "Merhaba" diyorum.

Değerli konuklar, Türkiye'nin aydınlık yüzlü insanları hoşgeldiniz. Bugün burada yaşamı boyunca emekten, bi­limden, aydınlanmadan yana olmuş ve bunun için çaba sarfetmiş, Mustafa Ekmekçi'yi anmak ve onun yaşa­mını bugünlere taşımak amacıyla bir araya geldik.

Değerli konuklar, yaşadığımız düzenin insanlık adına ne varsa her şeyi ayaklar altına aldığına tanık oluyoruz. Dünya ve ülkemiz insanları her geçen gün daha fazla karanlığa sürükleniyor. Uzay çağında ortaçağ karanlığını yaşıyoruz. Bu ortaçağ karanlığı karşımıza Maraş katliamı, 1977 1 Mayıs katliamı, Sıvas'ta otuz yedi aydınımı­zın yakılması, Uğur Mumcu'nun, Turan Dursun'un ve diğer bütün aydınların katledilmesi, en son Akın Birdal'a yapılan suikast girişimi, sokakta medya emperyalizminin sömürüsünden çıkıyor. Bu ortaçağ karanlığında di­renmeye çalışan insanlar, aydınlar, emekçiler, öğrenciler ise düzenin saldırılarına maruz kalıyorlar. Susturulmaya çalışılıyorlar. Aydınlarımız, ilerici insanlar hapishanelere atılıyorlar. Bunlarla da kalınmıyor, aydın ve ilericilikten yana çaba sarfetmiş insanlar toplumun hafızasından silinmeye çalışılıyor. Ülkemizin ve insanlı­ğın özgürlükten, ilericilikten, aydınlıktan yana olan insanlara her zamankinden fazla ihtiyacı olduğu bu dö­nemde bizler Dikmen Halkevi olarak hem bu görevi yerine getirmeye, hem de geçmişimizin mirasını bugünlere taşı­maya çalışarak insanlığa olan sorumluluğumuzu yerine getirmeye çabalıyoruz. Mustafa Ekmekçi'yi de emekten yana, aydınlıktan yana, özgürlükten yana kimliği ile yaşatmak ve yeni kuşak­lara taşımak bizlerin so­rumluluğu. Bu sorumluluğun gereği olarakta bugün buradayız.

Sayın konuklar, Mustafa Ekmekçi'ye halkevleri olarak "merhaba" diyoruz. Halkevlerinde emeği olan Mustafa Ekmekçi'ye merhaba! İHD için çaba harcayan Mustafa Ekmekçi'ye merhaba! Kalemiyle halkının dilini tekrar yansıtan, isyanı kaleme çeviren Mustafa Ekmekçi'ye "merhaba" diyorum.

JÜLİDE GÜLİZAR: Sevgili dostlar, gördüğünüz bildiğiniz gibi birer birer gidiyorlar. Kimisi ecelleriyle ölüyor, ki­misi de başkalarının kendine biçtiği, öne çekilmiş, aceleye getirilmiş ecelle ölüyorlar. Ama ölüyorlar. Mustafa Ekmekçi, bu son gruptan, eceliyle ölenlerden. Yalnız ben diyorum ki; zaten böyle ölmese de bir gün sıra na­sılsa ona gelecekti. Gerçi "susma; sustukça sıra sana gelecek" diye bir slogan var. Bana çok doğru ve çok güzel gelen slogan. Ama susanları da hedef alıyorlar, susmayanları da. Susanlardan korkmadıkları için üstle­rine gidiyorlar. Susmayanlardan da korktukları için öldürme yolunu seçiyorlar. Bu ülkede kimileri, az bir ke­simde olsa, bir elleri yağda, bir elleri balda, ayakları da kaymakta diyorum: Vur patlasın, çal oynasın bir yaşam sürürken kimileri de emanet yaşıyorlar. Günün birinde sıranın kendilerine gelmesini bekleyerek.

Ekmekçi, emanet yaşayanlardan. Güzel bir yaşam sürdü. Halkının emrinde, hizmetinde bir yaşam sürdü.

Bildiğiniz gibi ölümlerinde çeşitli nitelikte olanları var. Kimi ölenlerin arkasından "dünyadan bir mikrop eksildi" diye düşünürüz. Kimi ölenlerin arkasından "su testisi su yolunda kırılır" deriz. Kimilerinin de arkasından yerle­rinin doldurulamayacağını bildiğimiz için yazık olduğunu düşünür ve üzülürüz. İnsanlar "son sözü" yaşamları boyunca yaptıklarıyla ve yapmadıklarıyla belirlerler. İnsanların kendi elinde bir şey. Ekmekçi, onuruyla ve yi­ğitçe ölenlerden. Çünkü yaşamı boyunca yaptıkları yapmadıkları, yazdıkları yazmadıkları kendisine böyle bir sonu hazırladı. Ekmekçi, özenilecek bir ölümle gitti. Arkasından güzel izler bırakarak. Şimdi Ekmekçi'yi -onu çok iyi tanıyanlardan, o kadar iyi ve o kadar çok tanıyanı var ki, ama aynı gazetede çalıştığı için belki de en iyi tanıyanlanlardan biri diye niteleyebiliriz- Sayın İlhan Selçuk anlatsın diyorum. Buyrun.

İLHAN SELÇUK: İnsanın aklına yaşarken gelmiyor böyle şeyler. Birlikteyken o güzel günlerde Ekmekçi ile bir­likte yaşarken ve çalışırken hiç aklıma gelir miydi? Ekmekçi ölecek, arkasından anma toplantısı yapılacak ve ben de Ekmekçi için konuşacağım. Böyle bir şeyi kesinlikle düşünemezdim. Düşünenler vardı bizim gazetede. Bunlardan birisi Elif Naci'ydi. Ressam Elif Naci bizim gazetede çalışırdı. Ben gazeteye girdiğim zaman 1962 yı­lında, Elif Naci arşive bakıyordu. Kendisi aynı zamanda tarihçiydi. Hem ressamdı, hem tarihçiydi. Ve arşivin başına getirilmişti. Çok nüktedan bir adamdı. Geçen yüzyılda doğmuş. 1898'de. Bir Osmanlı efendisiydi ya da daha doğrusu İstanbul efendisiydi. İkisi arasında ne fark var? Şu anda düşünmedim. Ama içimden böyle geldi. İkide bir gazeteye gelirdi. Kuşak farkı filan da tanımazdı. Ölenlerin arkasından köşe yazıları yazılır biliyorsu­nuz. Ve birisi ölüpte köşe yazısı yazdığım zaman Elif Naci gelir, derdi ki:

-İlhan Bey, ben ölünce ne yazacaksınız?

-İşte bunu yazacağım, derdim. Kimin önce gideceği belli olmaz. Ama işte bunu yazacağım. Ve nitekim o göz­lerini yaşama kapadıktan sonra da kendisine söylediğimi yazdım.

Şimdi hiç kuşkusuz giderken arkasında çok güzel bir iz bırakanlar var. Demin Jülide Gülizar söyledi. Bir de sanki bir lağım çukuru açmış gibi iz bırakanlar var. Ve insanlar yaşadıklarıyla değerlendiriliyorlar tabii. Ekmekçi, öyle bir insandı ki sanıyorum yazılarının üzerinde çok durulması gereken değerleri var. Onun bir üs­lubu vardı. Ve yazılarının içeriği bakımından da ayrıca bir irdeleme yapılması gerekiyor. Belki edebiyat fakülte­lerinde, gazetecilik, basın enstitülerinde filan bu işin üzerine düşecek olanlar bulunacaktır. Çünkü bir üslup getirdi köşe yazarlığına. Habercilikle birlikte bir de Türkiye'nin ara rejimleri diyebileceğimiz rejimlerinde Ekmekçi'nin köşesi deniz feneri gibi bir yol gösterici, aynı zamanda haberleşme aracı gibi değerlenmiştir. Herkes o satır aralarında birtakım anlamları ararken, aynı zamanda insanlarında bu sırada ne olup ne bittiği konusunda hep Ekmekçi'den, bir kaynaktan haberler almışlardır. Bunları uzun uzun incelemek gerekiyor tabii. Fakat kişilik olarakta bambaşka bir insandı. Geçen gün Falih Rıfkı Atay'ın bir yazısı elime geçti. Bir adamdan bahsediyor. O adam pinti, yalancı, dedikoducu; ne kadar olumsuz nitelik varsa, o adamın özel hayatında var. Sonra adamın adını veriyor: Vagner. Şimdi tabii ölmüş gitmiş. Bütün o çevresindeki değer yargılarıyla olan kişi­liği uçmuş. Ama eserleriyle kalmış.

Ekmekçi, hem toplumsal yaşamındaki, basın yaşamındaki ürünleriyle de­ğerli bir insan hem de özel bir kişilik olarak olağanüstü bir insan. Çok sade gibi görünen bir olağanüstülük var onda. Bir kez bu şurdan başlıyor: Ekmekçi, Türkiye'nin demokrat, devrimci, sosyalist, komünist, sanatçı, ile­rici, değerli, aydın insanları arasında hiçbir ayrım yapmadan hepsini birden kucaklayan bir insandı. Nasıl anlatayım bunu? Şuraya not ettim. Adana'da Erciyes sinemasında bir toplantıya katılmıştım. O sırada Erdal İnönü de SHP'nin başında. Erciyes sineması tıklım tıklım dolu. Ve orada bir şey dikkatimi çekti: Konuşmalarda bazı insanların adı geçtiği zaman salonda alkışlar yükseliyor. Yönetici, "Erdal İnönü" diye ses­lendiği zaman salonda kıyamet kopuyor. Arkasından Nazım Hikmet'ten bir şiir okunuyor. Yine bir kıyamet ko­puyor. Nazım Hikmet, Erdal İnönü; demek ikisini de seviyorlar. Yılmaz Güney dendiği zaman yine bir kıyamet. Mustafa Kemal Atatürk, yine bir kıyamet... Bu arada tabii Marks'ın da adı geçiyor, onu da alkışlıyorlar. Öyle coşkulu bir kalabalık ki! Bu yelpazede İsmet Paşa'ya tapan; ama Nazım Hikmet'i de "bu komünist şair" diye yıllarca lanetlemeye çalışan insanlar da var. Nasıl bir noktada ordaki halk bütünleşiyor? Demek ki halk ayırmı­yor. Halkın kafasında bir takım kahramanları var; bunları birbirlerinden ayıran bizleriz.

Ve Ekmekçi ayırmazdı. Efendim bu Türkiye İşçi Partili, bu İsmet Paşacı; şu burjuva politakacısı, şu da sosya­list... Böyle bir ayrım yani... Ekmekçi, ülkenin değerleri arasında hepsini birden kucaklardı. Bakarsınız Avrupa'ya sürülmüş; o zamanın deyimiyle en kızıl komünist gibi görünen, en uçuk soldan birisi, onu da kucak­lar, merkeze doğru giden politika yelpazesinde dürüst, namuslu, sola açık insanları da... Bu bugün aranacak bir şey. Bırakın böyle bir yelpazeyi kucaklamayı, ayrımları keskinleştirmek için çalışanlar var. Aydınlar ara­sında ayrımlar yapanlar ve bunu da körüklemeye çalışanlar var. Düşünebiliyor musunuz Sayın Bülent Ecevit ve Sayın Deniz Baykal arasında ne fark vardır? Nasıl hiç farkı olmayan insanlar siyasette bu kadar farklıla­şabiliyorlar? Bizim üstesinden gelmemiz gereken sorun bu.

Ekmekçi, birleştirici, bütünleştirici, derinleştirici bir bakış açısında sade gibi görünen yazıları kendince oya gibi işleyen bir insandı. Her sözcüğün üzerinde durduğunu biliyorum. Tabii haftada üç gün yazardı. Ve yazı yaza­cağı zamanda önce "yazının çatısını kurdum" derdi. Yazının çatısı; o işte yazının planı. Ondan sonra, o yazıyı doldurmak için gerekli bir araştırma, hazırlanma süreci vardı. O'na bir gün demiştim ki:

-Gel yarın şuraya gidelim, buraya gidelim.

-Yok yarın ben gelemem.

-Neden?

-Çünkü benim yazı günüm.

-Ben küçükken bizim evde çamaşır günü vardı. Demek ki seninde yazı günün var.

Eskiden çamaşırlar bildiğiniz gibi çamaşır makinalarında yıkanmazdı. Evde çamaşır yıkamak büyük bir olaymış. Ateş yakılacak, su ısıtılacak kazanlarda. Demek ki Ekmekçi de su ısıtıyor, kazanları yakıyor, sular ısınıyor ve ona göre yazıyı işliyor. Yazılarında çok dikkatli.

Bir öğretmen hanımla evlenmiş. Bu öğretmen hanım da evin ortadireği. Sanıyorum Ekmekçi'de olağanüstü bir saygı vardı Sayın Aldoğan'a. Ve bütün kadınlara. Böyle bir uygar insan, böyle bir kişilik çok az gelir. Sayın Gülizar demin ölümlerden söz açtı. Ölümler yavaş yavaş çoğalmaya başladı. Eğer bu ölümlere biz her yıl anma törenleri yaparsak bu gidişle 365 gün ölülerimizi anmak için toplanmak zorunda kalacağız. Çünkü son yıllarda faşizm gerçekten çok insanı öldürdü. İlericilerimiz, gözünü kırpmadan kendisini ateşe atan insanlar; Cumhuriyeti, insan haklarını, devrimleri, aydınlanmayı, laikliği koruma uğruna kendilerini kurban ettiler. Ve bunların arasında tabii Ekmekçi'nin özel bir yeri var. Ekmekçi'nin bizim gazete için ayrıca bir değeri var. Bir kere köşesi çok okunan bir köşe. Ertesi günkü gazete akşam basılır ve Ekmekçi'ye de giderdi. Ekmekçi ga­zeteyi okur, o taşra kalıbını gözden geçirir ve zaman zamanda çok önemli yanlışları düzeltirdi. Eğer o düzelt­mezse okurken sizler düzeltirdiniz tabii!

Bir erdeminin daha altını çizmek istiyorum. Ekmekçi de şunu gördüm. Askerlikte derler ki: "Eğer sen saygı is­tiyorsan derler subaylara komutana karşı iyi bir esas duruşla görüleceksin onun karşısında." Ast-üst ilişkisi vardır. Tabii askerliğin yasası bu. Binbaşıyla bir yüzbaşı arasındaki ilişkinin zaman zaman çir­kinleşmemesi için o mesafeyi tutmak gerekir. Laubalilik o kurumda yok. Öyle yetiştiriliyorlar onlar tabii... Fakat bu laf benim ak­lımdan çıkmamıştır. Yani eğer karşındakinden saygı istiyorsan sen iyi bir esas duruş göstere­ceksin. Sivil ha­yatta birinin karşısında hazır ola geçmek belki yadırganabilir. Sivil hayatta da hazır ola geçiyor insan. Eğer saygı görmek istiyorsa kendisinin de saygılı davranması gerekir. Çünkü iki tarafında saygısı, iki tarafın birbiri­nin kişiliğini tanıması demektir. Ama ilişkilerde bazen tuhaflıklar olur. Mesela, benim bazı arkadaş­larımın gar­sonlara, hizmetçilere, şoförlere karşı tavırları değişir. Yukarıdan bakarlar. Kendisi gibi bir insan de­ğilmiş gibi. Ama bu burjuvazinin bir yanı. Burjuva kültürün ya da görgüsünün adabımuaşeretin bir yanı. Ondan önce aris­tokraside büsbütün bir ayırım var. Sinemalarda gördüğümüz sahnelerden de çıkarabiliriz. Orda bir kontla kon­tes konuşurken uşak orda durur. Fakat onu hiç görmezlikten gelirler. Sanki o yokmuş gibidir. Orada büyük bir aşkta yaşasalar hiç tedirgin olmazlar. Çünkü o uşak insan değildir. Bu görgü dediğimiz şey feodali­teden baş­layarak  burjuvaziye, burjuvaziden de tabii sosyalist kültüre -insanların eşitliğini savunan kültüre de- bir takım tortular bırakabiliyor.

Ekmekçi de gördüğüm şey şuydu. Ekmekçi, kim olursa olsun çok saygılı; ama o saygıyı da hiçbir insan ara­sında ayırım gözetmeden o insanlarla eşitleşerek aynı zamanda hayatının bir tavrı, tutumu olarak doğal olarak benimsemiş bir insandı. Ekmekçi doğrudan doğruya herhangi bir iş için açar bir generale telefonu... Ben çeki­nirim. Öyle bir çekinmesi yok. Neden? O amacına gitmek için müthiş yürekli, cesaretli bir tavrı vardı. Tabii he­pimiz biliyoruz. Ekmekçi'yi tanıyanlar çok iyi bilirler. Ekmekçi, aynı zamanda insanlara yardım için çırpınan in­sandı. Son bir olayı anlata­yım. İstanbul'da bir hanım arkadaş vardı. Kanserdi. Bir takım problemleri var. Sosyal sigortada işleri var. Fakat parası da yok. Ameliyat olması için sosyal sigortada şurda-burda hükümette, ba­kanlıkta işlerin üstesinden gelmesi gerekiyor. Böyle bir şeye ne takatı var, ne bilgisi var, ne yetisi var. Ben çekine çekine Ekmekçi'ye telefon ettim.

-Yav, böyle böyle bir arkadaş var.

-Sen onu gönder bana...

-Ekmekçi bu kadar işin var, yük olacak.

-Yok, yok sen bununla ilgilenme. Bunlar ayak işleri! Bunları ben yaparım.

Ayak işleri sözcüğünü hiç unutmuyorum. Arkadaşım Ekmekçi'yi tanımıyor. Tanıdı. Ve işini yaptı Ekmekçi. Bu hanım arkadaş ameliyat oldu. Kemoterapiden geçti. Ve kurtuldu. İstanbul'a döndü. Bana Ekmekçi'yi anlatıyor. Ben de gülüyorum.

-Ne biçim insan diyor. Böyle bir şey görmedim...

Hemen arkasından Ekmekçi ölünce sanki bin yıllık onun dostuymuş gibi, kardeşi  gibi karalar bağladı: "Nasıl olur? Böyle bir insan nasıl ölür?" Bu son olay, gördüğüm kadarıyla... Ben Ekmekçi'den akşama kadar söz açabilirim, anlatabilirim, konuşabilirim. Uzun yıllarımız birlikte geçti. Ekmekçi, herkese örnek olacak bir insan bir devrimci, bir insan hakları savunucusu, devrimlere bağlı; bir Ekmekçi. Yazısının içeriğinden tutun diline ka­dar işleyen bir insan. Çok arıyorum O'nu.

-Sinemada bir savaş filmi görmüştüm.

-Jülide Hanım zamanımı geçirdim herhalde. Siz de uyarmıyorsunuz.

-Tatlı tatlı konuşuyorsunuz.

-Peki...

Ekmekçi'yi arada bir anımsıyorum. Dün buraya gelirken birden bire bir film sahnesini anımsadım. Film kahra­manı genç bir insan. Ayağını kesiyorlar. Kendisine haber vermeden. Bir kaza geçiriyor. Ayağının kesilmesi la­zım. Ayağını kesiyorlar. Tabii narkoz veriyorlar. Uyuyor. Uyandığı zaman birdenbire ayağının olmadığının far­kına varıyor. Bağırmaya başlıyor: "Ayağım nerde? Ayağım nerde?" Ekmekçi'yi arada bir böyle hatırlıyorum. Saygılar sunarım.

JÜLİDE GÜLİZAR: Teşekkürler Sayın Selçuk. Kesmemekle ne kadar isabetli davrandığım belli oldu. Ekmekçi'yi ben de hatırlıyorum. Bir başka yönüyle hatırlıyorum. Bazı huysuzluklarıyla! Cumhuriyet' te dört buçuk yıl onun masasında çalıştım. Konur Sokak'ta çok küçük bir daireydi. Ve salon denilen yer bir oda kadardı. Tıkış tıkış oturuyorduk. Ve gittiğim zaman fazla geldim. Masa yok, daktilo yok.

"Ekmekçi her gün gelmez. İki günde filan gelir. Sen onun masasına otur" dediler.

Oturdum. (A) klavyeli daktilo kullanırdı. Ben de onu kullanırdım.

"Daktilosunu da kullan"dediler.

Dolabı vardı. Duvara monte edilmiş.

"Bir bölümüne de sen kitaplarını, belgelerini koy" dediler. Koydum. Ekmekçi'yi her gün biraz daha masanın ke­narına doğru iterek günün birinde dolabına, daktilosuna ve masasına el koydum. Geldi. Kaşlarını çattı. Sinirli sinirli:

-İsrail politakası uyguladın bana, dedi. Kapı dışarı, masa dışarı attın beni!

-Gelseydin. Sahip olsaydın! diye takıldım. Bir iki gün geldi, söylendi:

-Bu masa benim...

-Bu masa benim artık, el koydum!

Odası da yoktu. Uğur Mumcu'nun çok küçük bir odası vardı. Onun olmadığı zamanlarda Ekmekçi o odaya gi­rerdi. Ekmekçi'nin bir huyu vardı: Geleni gideni çok olurdu; bazen onlardan sıkılır, bırakır çıkardı. Odada onlar tek başına kalırlardı. Bazen gelir derdi ki: "Azcık ilgilen içerdekilerle!" Gazetecilik bu. O anda bir haber yaza­caksın. Ekmekçi gelecek diye otururdu onlarda. Ekmekçi gelmeyebilirdi bazen de...

-Artık benim işim var, diye izin isteyip çıkardım. Bu defa ben söylenirdim:

-Niye ben senin misafirlerini ağırlıyorum?

Biraz da dağınık çalışan bir insandı. Uğur Mumcu da aksine. Çok titiz, çok dikkatli, her şeyi masasının üs­tünde, küçücük masası derli toplu. Uğur Mumcu gelir darmadağın bir masa görürdü.

-Gene mi Ekmekçi? derdi. Allah aşkına söyle ona... Tamam odamı kullansın da yalnız masamın üzerini dar­ma­dağın bırakmasın.

Tabii söyleyemedim. Böyle hafif, tatlı tatlı çekişmeleri vardı. Bende onları izler, keyiflenirdim. Ben Ekmekçi'yi daha çok bu yanlarıyla hatırlıyorum. Sayın Selçuk, Ekmekçi'nin neler yaptığını anlattı. Nasıl bir insan olduğunu özetle anlattı. Ben toplantıya hazır­lanırken şunu sordum kendi kendime: "Ekmekçi neler yaptı?" Ekmekçi ak­lını, emeğini, maddi, manevi gücünü ve kalemini bu ülkenin insanları için kullandı. Çok özetle yanı­tım bu. "Peki neler yapmadı?" Ekmekçi, aklını, gücünü, emeğini, kalemini bazı çıkarlar karşılığında kira­lamadı. Kiralık kalem olmadı. İşte bunlar zaten bugün kendisini saygıyla, sevgiyle ve övünerek anmamızın ne­denleri...

Film hazır... Ekmekçi'nin yaşam öyküsü. En kaba çizgileriyle tabii ki. Tadımlık! Onu izleyelim... Yapanın elle­rine sağlık. Tadımlık demiştim; ama doyumluk denilecek kadar güzel olmuş...

Belgeselde Nazım Hikmet'in çınar hikayesini izleyince bir olayı anımsadım. Nazım Hikmet'in son eşi Vera bir ara Türkiye'ye gelmişti. O zamanlar Sovyetler Birliği, daha Rusya olmamıştı. Sovyetler Birliği Ankara Büyükelçiliği'nde bir kokteyl vermişlerdi. Gittik. Tanıştık. Konuşuyoruz. Çınar ağacı değil; ama bizim bahçe­mizde bir söğüt ağacı var. Daha doğrusu iki tane. Birisinin adı Nazım Hikmet, diğerinin ki Ruhi Su. Vera'ya şunu söyledim: "Salon penceresinin hemen önünde söğüt ağacı var. Sabahları ona bir merhaba diyorum. Nazım Hikmet o..." Tercümanı aracılığıyla şöyle cevap verdi: "Kıskandım onu!" Niye kıskanmış? Her sabah pencereden "Nazım Hikmet'e merhaba" diyorum. Kendisi "merhaba" diyebilmek için mezarına kadar gidiyormuş. Tercümanına dedim ki: "Söyle ona, yıllarca Nazım'ı koynuna aldı; biz kıskandık mı?" Ekmekçi'ye bunu anlattı­ğım zaman "İyi ağzının payını vermişsin keratanın" dedi.

Şöyle bir not aldım. Yeni İstanbul. Ondan önce yerel gazeteler. Vatan, Öncü, Milliyet, Tüm, Türk Haberler Ajansı, Yankı, Yeni Ortam, Cumhuriyet. O aradaki memuriyetleri saymadım. Gazetecilik yaşamıyla ilgili çalıştığı yerleri aldım. Epey yerde çalışmış. Ama Mustafa Ekmekçi galiba Cumhuriyet' le Mustafa Ekmekçi'liğini daha iyi kanıtladı diye düşünüyorum. Artık birbirinden ayrılmaz iki ögeydi Ekmekçi ve Cumhuriyet. Sayın Muzaffer İlhan Erdost.

MUZAFFER İLHAN ERDOST: Değerli dostlar. Ekmekçi'nin dizi yazılarından birinde Doğan Öz'ün dava dosyası özetlenir. Doğan Öz'ün sigara kapaklarına, kağıtlara bir lokantada pusulaya peçeteye yazdığı şiirleri, dizeleri Sezen Öz Hanım bana getirmişti. Ben onlardan bir derleme bir düzenleme yapmıştım. "Biz Ölmeyiz" adıyla ya­yımlandı. İlk yayınlandığında, ben Mamak'ta, gözaltındaydım. Bir iki satırla da olsa, Ekmekçi'nin, bu kitaptan ve benim bu kitaba yazdığım sunuştan sözettiğini anımsıyorum. Bir şiir kitabıydı "Biz Ölmeyiz", girişinde de Doğan Öz'ün çocuklarına seslendiği bir yılbaşı gecesinde ya da çocuklarının birinin yaş gününde çocuklarına seslendiği banttan alınmış bir metin var. Metin; "iyi insan, iyi insan, iyi insan" diye bitiyordu. Doğan Öz, çocuk­ları için olduğu kadar tüm insanlık için özlemini dile getiriyordu. Ekmekçi'yi anımsarken "iyi insan" sözünü daha sağlıklı bir biçimde değerlendirebiliyorum. Ve ülkemizde 12 Mart'tan 12 Eylül'den günümüze savaşım vermiş, işkence görmüş, baskılanmış, vurulmuş, öldürülmüş bütün insanların yaşamında ve onurunda katkısı, payı olan bir insan olarak Ekmekçi için "iyi insan" sözünü söyle değerlendirmek istiyorum. Eğer bir ansiklopedik sözlük hazırlasaydım "iyi insan" maddesinin karşısına "Mustafa Ekmekçi" yazardım.

Jülide, Ekmekçi'nin öldüğünü söyledi. Ve ardından, öldürülenler olduğunu da... Ben biraz değişik düşünüyo­rum. Doğaldır ki her insan hani Cemal Süreya'nın sözleriyle "erken ölür" ama Ekmekçi için bu daha farklı bir açıdan söylenirse: "Ekmekçi ölmedi. Ekmekçi öldürüldü." demek doğru olur. Öldürülmesi demek mutlaka kur­şunlanması, idam edilmesi ya da boğulması demek değildir. Emil Galip Sandalcı için de yazmıştım, onun ya­şamda gericilikle karşılaştığı, ilkellikle karşılaştığı, faşist baskılarla karşılaştığı zorlukları hem bedenen hem de manen göğüslerken kuşkusuz bu baskı bir bedenden çok şey alır götürür. Bunu daha çok açlık grevine yatan insanların yaşamlarından biliriz. Açlık grevlerinde pek çok insan ölmedi. 40-45 gün açlık grevinde kalan insan­lar yaşadılar. Bugün de yaşıyorlar; ama ölümleri mutlaka açlık grevindeki direnişlerinden olacak. Nazım'ı anım­sıyorum. Nazım kalp hastası olarak öldü. Ama Nazım'ın erken ölümündeki en büyük etken açlık greviydi. Çünkü açlık grevinde kalp yağları eriyor. Böbrek yağları eriyor ve yerine konamıyor. Konamadığı için de bu in­san ömründen büyük bir kısmını alıyor. Dolayısıyla her ölüm bir erken ölümdür. Ama her ölüm, bir ölüm değildir. Kimi zaman bir öldürümdür de... Ekmekçi'yi bu konumda nitelemek istiyorum ve Ekmekçi ölmedi, öldürüldü di­yorum.

İki gün önce Mustafa Kemal Palaoğlu bana telefon etti. Heyecanlı! Onun çok değerli bir kitabı var: "Müdafa-i Hukuk Saati"  Üzerinde çok çalıştı. İstiyor ki kitap kendisinin heyecanıyla birlikte hemen bir haber olsun. Bir yazı olsun. Bir beklenti içerisinde. Bir konferansı varmış. Oraya çağırdı. Ekmekçi'den söz açtık telefonda: "Çankaya'da yürüyordum, dedi, Ekmekçi'yi bir duvarın üzerine çıkmış, orda ayaklarını sallayarak oturmuş gör­düm. Koşarak yanına gittim. Sarıldık. Öpüştük. Sordu. Bir kitap hazırladığımı söyledim. Diziliyor. Yakında çıka­cak. 'Aman erken çıksın. Ben hastayım. Geç kalırsa belki ben göremem'dedi." Ekmekçi kitabı göremedi. Onun için de kitaptan şu ana kadar pek sözeden olmadı. Öyle bir Ekmekçi arayışına örnek olarak bu anıyı aktarmak istedim.

Ekmekçi'yle çok beraberliğimiz oldu. Ama bazen birbirimize takıldığımız da olurdu. İnsan Hakları Derneği Diyarbakır Şubesi bir panel düzenlemişti. 1986'da dernek kurulduğuna göre 1987-88 olabilir. Nevzat Helvacı, Akın Birdal, ben, Ekmekçi bir de bir milletvekili vardı. Şimdi adını çıkaramadım. Panel ilgiyle karşılandı. Çünkü 12 Eylül'den sonra Diyarbakır'da yapılan ilk paneldi. Panelden çıktık. Dernek başkanı "Burada Atatürk'ü sev­mezler, Atatürk'ten bahsetti; Nazım'ı sevmezler, Nazım'dan bahsetti. Köy Enstitülerinden hoşlanmazlar, Köy Enstitülerinden bahsetti" dedi, Ekmekçi için... Ekmekçi uluslaşmanın, demokratikleşmenin, özgürleşmenin inatçı bir savunucusuydu. Daha sonra uçakla Ankara'ya döndük. Ankara'da Ekmekçi bana "Kendini amma al­kışlattın" dedi. Çünkü ben, Diyarbakır Askeri Cezaevi'ndeki tutukluların, yalnızca solcu, sosyalist, komünist oldukları için değil, "Kürt" oldukları için de işkence gördüklerini söylemiştim. ve panelde, "Kürt" sözünü ilk kez dile getirmiştim. Herkes alkışlandı, ama "Kürt" sözü başka alkış almıştı. Ekmekçi'ye gülümsemekle yetindim, ama ben bunu unutmadım.

Çanakkale'de yine paneldeyiz. İnsan hakları panelinde... Ekmekçi domuzdan sözetmeye başladı. Domuz so­runu biliyorsunuz Ekmekçi'nin en önemli konularından biri ve bu yazılardan "domuz" kadar sevimli bir kitap da oluştu. Konuşma sırası bana geldiğinde öğrenciliğimdeki bir anımdan sözaçtım. Ben Veteriner Fakültesi öğ­rencisiyim. Veteriner Fakültesi Öğrenci Derneği'nde iken "Durum" diye bir gazete çıkardık. Durum gazetesinde domuzun üretkenliği, verimliliği açısından hayvansal protein anlamında önemli bir besin kaynağı olduğunu, Türkiye'nin protein sorununu çözmekte domuz yetiştiriciliğin önemini vurgulayan, belirten yazılar yazdık. Ve orada profesörlere de sorular sorduk. Bir profesör vardı. Yaşlı bir ordinaryüs profesör. Süreyya Aydemir. Yanıtları almaya gittiğimde "Yazdım" dedi ve şunları söyledi:

"Benim bir yarama parmak bastın. Ama sana şunu söyleyeyim. Biz domuz yetiştirmek için çiftlik kurduk. Tarım Bakanlığı olarak İstanbul'da çiftlik kurduk. Fakat domuza bakacak insan bulamadık. Domuza bakacak işçi bulamadık. Hatta o çiftliği kapattık. Orada merinos yetiştirmeye başladık. Merinoslar domuza benzediği için burada çalışacak bakıcı da bir süre bulamadık."

Bir şey daha ekleyeyim. Bu profesör, hayvansal proteinin, zihinsel üretkenlik açısından önemini derslerinde vurgular, hamsi yiyen Karadenizliler'in, pastırma dolayısıyla Kayserililer'in iş yaşamındaki başarılarını daha fazla hayvansal protein almış olmalarıyla açıklardı.

Ben bu anımı anlattım. Ama geçen gün burada konuşacağım için "Domuzuna Yazıları" şöyle bir taradım. Baktım. Evet, gerçekten de Ekmekçi domuzuna yazmış yazıları. Çünkü bu yazılarda şu dikkatimi çekti. Hep bir gelenek vardır. Şu vardır, bu vardır. Bütün bunları Ekmekçi bu yazılarında değerlendirmiş. Ekmekçi, bir ya­bancı basın ajansı muhabiriyle karşılaşıyor. Eşi Türkçe bildiği için karşılıklı konuşabilmişler:

-Senin domuz üzerine yazdığın yazıları ben hep haber olarak geçtim. Batıda bunların hepsi  yayımlandı.

-Sevindim!

Ekmekçi, bağnazlığa karşı olduğu; beslenme sorununun çözümlenmesine katkısı dolayısıyla ve ekonomik ne­denlerle domuz etinin yenilmesi yönünde inatla yazılar yazar. Ekmekçi, "Domuzuna Yazılar" da bazı veriler ve­riyor; bir domuzun yılda 12-24 yavrusu olduğunu ve bunların protein bakımından şu kadar değeri bulunduğunu; hatta Amerikalılar'ın Pasifik'te bir adaya bıraktığı 4-5 domuzun 5 yıl sonra sayısının 30-40 bine ulaştığını anlatı­yor. Ve karşılaştırmalar yapıyor: Avrupa'da kişi başına günde 300 gram hayvansal protein düşüyor. Türkiye'de bunun miktarı 25-30 gram kadar... Bir başka değerlendirmesi daha var. Almanya'da savaş başlayacağı zaman ve savaş sırasında ev atıklarını bir profesör gözlemlemiş... Üç ayrı çöp kovası konulması koşulu bir gözleme dayandırılıyor. Birisine kağıt vb. gibi dönüşümlü ürünler; birisine diş macunu kapları vs gibi sonradan üretilme­yecek ya da atılacak ürünler; birisine de evdeki patates, havuç, marul atıkları konuluyor. Bunlarla domuz besleniyor. Ve Türkiye'de bu atıklardan, özellikle fabrikaların bulunduğu, kışlaların, askeri birliklerin bulunduğu yerlerdeki atıklardan toplanan ürünlerle, atık olarak toplanan ürünlerle domuzların beslenebileceğini ve domuz­ların da Türkiye ekonomisine Türkiye'nin gereksindiği hayvansal proteine büyük katkısı olacağını işleyen yazı­lar yazıyor Ekmekçi... Tabii bu arada en önemli unsur, bağnazlık; Kuran'dan alıntılar yapmış...

Ekmekçi'nin çok önemli özelliklerinden biri, burada bir-iki kez dile geldi. Bir pasaport serüveni vardır Türkiye aydınının. Ekmekçi'nin yalnızca pasaport için koşuşturması anlatılsa bir albüm oluşturur. İlhan Ağbey söyledi yazılarının ayrı açılarda incelenmesi gerekir diye. Gerçekten kitaplarına baktığımda; bir türküde, bir türkünün aşkla ilgili dizelerinde bile, türkünün doğduğu yörenin geleneklerini, üretim ilişkilerini saptamamız için nasıl de­ğerli veriler buluyorsak, Ekmekçi'nin yazılarında üst üste yığılan malzemeden otuz-kırk yıllık siyasal, toplum­sal, kültürel yaşamımızın fotoğrafını çıkarabiliriz. O denli zengindir yazılar...

Pamukkale'de gene bir panel nedeniyle Ekmekçi ve Nedim Tarhan'la birlikteyiz... Kaldığımız otele gelen bir komiser, çook eski bir tutuklama kararını göstererek Nedim Tarhan'ı emniyete götürmek istiyor; ne söylense hiçbir şeyi dinlemiyordu. Gecenin bir ya da ikisi oldu. İçişleri Bakanını aramak için telefonun başına geçen Mustafa Ekmekçi defteri açtı. Yanındaki arkadaşları kendisini uyardı:

-Uyumuştur. Şimdi kızar.

-Biraz da o uyansın uykusundan.

İçişleri Bakanını kaldırdı yatağından. Ve Nedim Tarhan'ı götürmek isteyen komisere telefonu uzattı:

-Bakan Bey sizinle görüşmek istiyor.

Ekmekçi'nin kitaplarının biri de "Öksüz Yamalığı." Öksüz Yamalığı Köy Enstitüleri kitabıdır. Köy Enstitüleri, Ekmekçi'nin yazılarının temel direklerinden birini oluşturur. Demin domuz konusunda söylediğim gibi karanlığa karşı uluslaşma, özgürleşme, demokratikleşme sürecinde Köy Enstitülerinin, halkevlerinin yeri belirleyicidir, önemlidir. Bu iki büyük kurum ne zaman yok edildi? Emperyalist sisteme Türkiye alt basamaklarından bağlan­maya, yabancı sermaye yasaları çıkarılmaya başlandığı zaman; bağımlılıkla birlikte başlayan hareket Köy Enstitülerini aldı götürdü. Biz hep Köy Enstitülerini bu temel üzerinde Türkiye'nin demokratikleşmesi, uluslaş­ması çerçevesi içerisinde düşündük ve savunduk. Ama bir şey alttan öyle bir işledi ki onu ancak şimdi şimdi görebiliyoruz. Türkiye'de dinsel gericiliğin -dine saygısızlık amacıyla söylemiyorum. Katiyyen yanlış anlaşılma­sın- temellendirildiği ve köylülüğü dinsel gericilikle kucaklayan bir hareketin hızlandırıldığı dönem aynı zamanda Köy Enstitülerinin yok edildiği dönemdir. Köy Enstitüleri demokratikleşme uygarlaşma doğrultusunda hem maddi hem manevi en büyük bir kapıydı. Amaç, yalnızca köy çocuklarının okuma-yazması değildi. Nakşibendi tarikatının, Nurcuların, Said-i Nursi'nin takipçilerinden olan Fethullah Gülen'in uygarlaşmaya, modernleşmeye karşı olmadığı Amerikalı CIA uzmanları tarafından özellikle belirtiliyor ve vurgulanıyor. Burada modernleşmeye karşı değil; ama gerçek anlamda bilimsel öğretiye karşı, bilime karşı, modern eğitime karşı apayrı bir eğitim sistemi gerçekleştiriliyor. Dinin etkisi altında, dinin şemsiyesi altında dinin denetimi ve kontrolü altında yeni bir eğitim sistemi gerçekleştiriliyor. Avrasya dediğimiz Balkanlar'dan Orta Asya'ya kadar olan bölgede Müslüman Türklerin, Müslümanlar olarak politik, kültürel, siyasal, ekonomik kadrolarını oluşturmaları için ABD bu eğitim sistemini şimdi kullanıyor. Şimdi, bu dönemi yaşıyoruz.

Köy enstitüleri kapatılmakla halk karanlıkta kalmadı. Hayır, ışıklandırıldı. Nasıl ışıklandırıldı? Bir din topluluğu oluştu. Din topluluğu değil tarikat topluluğu. Tarikat topluluğu bile değil bir Nurcular topluluğu oluşturuldu. Dün akşam İlhan Selçuk, Halit Çelenk ağbeylerle birlikte yemek yerken İlhan Selçuk, Cumhuriyet Halk Partisi'nin sorunu üzerine, bir konuya değindi: Artık köylülüğün bir Müslüman topluluğu haline dönüştüğü sorununa... 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 öncesi Türkiye'de bir demokratikleşme bir devrimcileşme savaşımı vardır; egemen güçlerin baskısını, faşizmi yaşamış olmakla bir­likte bu bir demokratikleşme savaşımıydı. Çünkü sınıfsal bir te­meli vardı bunun. Hangi sınıflara dayanıyordu? Burjuva demokratik toplumun sınıflarına dayanıyordu. Ve mo­dern toplumun modern sınıflarına dayanan bir sa­vaşımdı. Ama şimdi bakıyorsunuz ki 1970'ler öncesi 1980 ön­cesi tarım ürünleri fiyatları destekleme fiyatlarıyla, siyasi partilerin köylülüğün oylarını almak isteyen politikala­rıyla öne çıkan köylülüğün demokratik niteliği eridi, kayboldu. Demokratikleşme sürecinde köylülük diye bir şey yok. Gecekondular devrimci hareketin odakları, merkezleriydi bir yerde. Çünkü yoksul halk esnaf, zana­atçı, işçi olarak çalışan insanlar emekçi olmanın sınıf­sal bilincinde demokratikleşme savaşımını veriyorlardı. Bu emekçiler işçi sınıfının içerisinde de modern işçi sı­nıfı olarak demokrat ve devrimci savaşımda belirleyici öl­çüde yer alıyordu. Bugün köylülüğe bakıyorsunuz tari­katlar var. Mezhepler var. Gecekondulara geliyorsunuz sınıf yok, modern sınıf yok, emekçi yok artık. Tarikatlar var. Tekkeler var. Nurcular var. Mezhep çatışmaları var. İşçi sınıfı içerisine gidiyorsunuz aynı şey. Emek ve sermaye çelişkisinin yerini din, mezhep, tarikat, nur­culuk gibi sapkın akımlar ve bu akımlar arasın­daki çatışmalar aldı. Ve Türkiye'nin demokratikleşmesi geriye doğru gitmeye başladı.

Ekmekçi'nin Köy Enstitüleriyle ilgili çabası, yakınması doğal ki bütün bunlara karşı bir aydınlanma, demokratik­leşme, devrimcileşme sürecini kucaklaması bakımından çok farklı, çok ayrı bir önem taşıyor. Çok değerli bilgi­lerle dolu.

Ekmekçi öldüğü zaman, Metin (Aksoy) benden bir yazı istedi. Ben de bir yazı yazmak istiyordum. Hemen öyle acele değil. Ama olmadı. Ekmekçi'yi toprağa vermeden o günün sıcaklığıyla bir yazı yazdım. Yazımın son bö­lümünü -zaman alabilir Jülide kusura bakmasın- okuyarak bitirmek istiyorum. Ankara Kapalı Cezaevi'ndeyiz. Ekmekçi gelmiş ziyarete. Fatma İşmen'le. Siyasi koğuşta, onuncu koğuşta, Muharrem Kılıç ile ben vardım. Bizi çağır­mışlar. Gittik müdürün odasına. Orada konuşuyoruz. Bir fotoğrafçımız var. "Halo Dayı" diye. Halo Dayı'dan bahsettim. Halo Dayı da Kemal Atatürk'ün İstanbul'dan Samsun'a geçişinin 10'uncu yılında herhalde simgesel olarak düzenlenen vapur seferine Sinop'tan binmiş bir Doğulu genç... Anlattığı çok tatlı öyküler de vardı. Gelirdi bizim fotoğrafımızı çekerdi. Otururdu. Yemek yerdik. Konuşurduk. Uzun süredir yoktu. "Müdür Bey, Halo Dayı öldü mü? Ne oldu? Görünmüyor bir aydır" dedim. Bu sözlerim üzerine Ekmekçi müdürün yanın­dan sandalyesini çekti bana yakın oturdu. Halı Dayıyı sordu. Yazımda bunu da anlatıyorum. Ben oradan başlı­yorum okumaya:

"Müdür Bey'in masasının yanından kalkıyor, yanıma yaklaştırıyor sandalyesini.

-Neydi adı? diye soruyor.

Sinop'ta Kemal Atatürk'ün gemisine binen fotoğrafçının adını yazıyor not defterine... Fatma İşmen'le gelmişti cezaevine. Ziyarete. Muharrem Kılıç'la birlikte gelmiştik koğuştan. Müdürün odasındaydı. Ekmekçi konuşuyor. Bir yandan da yakınıyordu İlhan'dan. İlhan, kitabevinin vitrinine bir de Sosyalizmin Alfabesi' ni koymuş. Depo basıldığı zaman içeri girenler çiğnemiş kitapları. Postal kabaralarının 'damgası' varmış vitrindeki 'Alfabe' nin üs­tünde. 12 Mart'ın damgası yani. Yani iskencelerin, cezaevlerinin, darağaçlarının belgesi. Ama satmış İlhan ki­tabı.

-Bir kişi fazla okusun diye satmıştır, diyorum.

Ekmekçi'nin tedirginliğini gideremiyorum yine de. O öyle anımsıyorum ki özgür günlerin müzesinde özgürleşme savaşının belgesi olarak düşlüyor o kabaralı 'Alfabe'yi. Öpüşüyoruz. Ayrılıyorlar.

"Halo Dayı bin yıllık fötrünü geriye kaykıltmış, eski paltosunun önü açık, iki ayağını açmış, gözüne dayamış fo­toğraf makinesini, nişan alıyor voltada beni.

-Senin yazar arkadaşın öldürmüş beni  diyor, gülerek.

-Halo Dayı gülüyor mu? Hala gülüyor mu? diye soruyor Ekmekçi, ölmediği için seviniyor.

İlhan Selçuk vurgulayarak yineliyor: 'En büyük Ekmekçi' diyor. Çünkü onun yazılarında insan var. En sade halk var. Anadolu var. Adı bilinmeyen binlerce özgürlük savaşçısı var. Kardeşlik var, sevgi var, özgürlük öz­lemi var.

-Zor çıktım diyor beş katı.

Hasan Ali Yücel'i anma toplantısına gelmiş. Sami Karaören'i dinliyor. Ayrılıyor. Nazım Hikmet, Ruhi Su, Aziz Nesin, işkencedeki kız, acı çeken öğretmen, Halit Çelenk, Deniz Gezmiş, Ahmed Arif, Sadun Eren, Doğan Öz, Ali Yüce'nin şiirinden birkaç dize. Canip Yıldırım'la söyleşi. Ankara'da son imza günü gene İlhanilhan'da. Bielefeld'te Nebahat'i izliyor saat saat. Seçim sonuçlarını düşüyor notuna.

"Birlikte olduğumuzu anımsıyorum Diyarbakır'da, Çanakkale'de, Aydın'da, hemen her yerinde Anadolu'nun. Sevincin sesi: Ekmekçi gelmiş! Ya domuzuna konuşuyor, ya dikine. Başkentin sevgi bayrağı. Özgürlük sa­vaşımımızın büyük-küçük hemen her alanında. Ya konuşuyor, ya dinliyor. Ya yürüyor, ya oturuyor.

Düşenlerle, direnenlerin cenazesinde direniyor Ekmekçi. 68-69-70... Yarın tabutundan yağmayacak mı kırmızı karanfiller gibi gülüşün? Saçılmayacak mı havai fişekler gibi göklere kahkahan?

Her sabah 'günaydın' der gibi Tanilli'ye.

Nasıl da duymuyorum trafiğin sesinden, Tanilli Strasbourg'tan çığlık çığlığa 'Gitme!' diyor, 'Gitme!'

Ekmekçi gülüyor 'Gideceğim' diyor. Yürüyerek gitmeyecek ya. Nereye gitmedi ki, Ruhi Su'nun 'Erzurum Dağ­ları, Kar ile Boran'ı bir çığlık gibi göklerine asıverdiği Avustralya'ya mı gitmeyecek?

Tanilli, sandalyesinin tekerlerini daha büyük bir hızla çeviriyor, hızlanıyor, sanki Esplanade'dan ona ulaşmak, tutmak, durdurmak istiyor kolundan ayağından. 'Gitme!' diyor, son soluğuyla çığlıklanıyor: 'Gitmeee!..'

Gitme Ekmekçi, nereye gidiyorsun?

Gülüyor. 'Gideceğim' diyor. Ekliyor:

-Yürüyerek gidecek değilim ya! "

JÜLİDE GÜLİZAR: Teşekkürler Erdost. Şimdi 12 Eylül cehennem günlerinin iki anısını anımsıyorum. Bunlardan biri; gerçi 12 Eylül resmen bitmiş, ama 12 Eylül demoklasin kılıcı gibi tepemizde gizli gizli ya da açık açık sal­lanıyor. Demokrasiye de geçilmiş! Behice Boran'ın cenazesi Türkiye'ye getiriliyor. O günün yöneticileri Behice Boran'ın uçaktan hemen alınıp törensiz sessiz sedasız toprağa verilmesinden yana. İnatla yana. Bizlerde illa karşılayacağız diyoruz Esenboğa'da. Çünkü O eski bir milletvekilidir. Milletvekili haklarından birini bu insana da, O'na da kullandıracağız. Ve TBMM'de tören yapılacak. İki tarafın inadı da inat. Öyle bir duvar örmüşler ki çevrelerine o günün yöneticileri aşıp geçmek mümkün değil. O duvarı aşmak için çalışanların çabalayanların başında Ankara'da Ekmekçi var. Başarıldı. Behice Boran Esenboğa'da karşılandı. TBMM'ye getirildi ve İstanbul'da törenle toprağa verildi.

İkinci anı bundan birkaç yıl sonra. Türk Solu'nun iki önemli ismi Haydar Kutlu ve Nihat Sargın Türkiye'ye geli­yorlar. Artık demokrasinin -sözüm ona demokrasinin- başladığı dönemde bir şeyleri kırmak için canla başla her şeyi göze alarak Türkiye'ye dönüyorlar. Yine aynı mücadele... Karşılıyoruz. Karşılanıyor. Uçaktan alıp götürü­yorlar ikisini de... Allah'ın emri. Akşam Çankaya'da Yeşil Vadi adlı bahçesi de olan büyük bir restorantta top­lanılacak, bir değerlendirme yapılacak. Gelenler aramızda yok. Şöyle upuzun bir duvarı var restorantın. Bizim sayımız kadar da aşağı yukarı güvenlik görevlisi dizmişler. Ayakta. Konuşanların gözünün içine bakıyorlar. Sıra Ekmekçi'ye geliyor. O kalkıp birtakım şeyler konuşuyor. İşkencelere getiriyor sözü. Hiç aklımdın çıkma­yan bir anı, bir görüntü var o akşamki konuşmalardan, toplantıdan. Ekmekçi konuşmasını bitirirken şöyle elini uzattı. Şöyle bir taradı güvenlik görevlilerini. Ve çok sert bir sesle:

-Bakın içeri aldınız. Eğer orada kıllarına dokunursanız, onlara işkence filan yapmaya kalkarsanız -sesini yük­seltti- bunun hesabını sizden çok kötü sorarım.

Kimseden ses çıkmadı. Mustafa Ekmekçi denilince gözümün önüne hep sağ elini uzatarak parmağıyla polisleri göstermesi ; çatılmış kaşları ve o keskin bakışları gelir. Mustafa Ekmekçi'nin başta da söylediğim gibi çok dostu vardı. Bunlardan birisi de Sayın Erhan Karaesmen. Hem de çok eskilerden sanıyorum 70'li yıllardan değil mi? Bize onları mı anlatacaksınız şimdi, 70'li yılları?.

ERHAN KARAESMEN: Bu denli doyurucu ve duygu dolu, aynı zamanda akılsal mesajlarla yüklü iki konuşma­dan sonra konuşmanın hiç de kolay olmayacağının farkındayım. Sanıyorum tek dayanağım Mustafa Ekmekçi sevgisi olacak. Yoksa haddimi bilirdim. İlhan Abi'den sonra, Muzaffer'den sonra çıkıp burda boy göstermek yerine "bugün konuşmayacağım. Beni bağışlayın" diyebilirdim.

Mustafa Ekmekçi çok adamdı. Bir adamda, çok adamdı. Bir adamda çok adamlık aslında dünya tarihinde ismi çok bilinen simgesel, kültür adamları, sanat adamları, politikacılar için kullanılmış bir deyimdir. Michelangelo'ın bir adamdan fazla adam olduğu, Michelangelo'da üç adam birleştiği, Leonardo da Vinci'de sekiz adamın birleş­tiği, Brahms'ın aslında iki adam olduğu, Shakespeare'in zaten yaşamındaki o gizemli kişilik saklanmaları dola­yısıyla belki de üç adamdan oluştuğu söylenir durur. Etten kemikten tanıdığımız yüreğiyle aklıyla ve aynı za­manda gülümseyen gözleriyle kızdığı zaman çatan kaşlarıyla ve havada sallanan parmaklarıyla tanıdığımız taktir ettiğimiz bir adama, bu çok adamlık benzetmesini yapma cesaretini bulduğum için özür dilerim. Ama sa­nıyorum ki çok doğru bir benzetme.

Mustafa Ekmekçi sel gibi taşan bir yurt sevgisiydi. Sadece Mustafa Ekmekçi'nin yurt sevgisi üzerine iki cilt kitap yazılabilir. Mustafa Ekmekçi, inanılmaz bir şekilde korkusuz; ama nasıl korkusuz; sadece medeni cesa­retle değil, vahşi cesaretle de korkusuz, bir antifaşizan mücadele ve bayrak adamıydı. Sadece bu yönü üze­rine hakeza bir dört cildi hak eder kendisi.

Mustafa Ekmekçi, İlhan Abi kendi sözcükleriyle çok daha usta ve güzel bir şekilde ifade etti. Ama dağınıklık görünüşü altında o kelimeleri kuyumcu titizliğiyle böyle 28 saatlik disiplinlerle 36 saatlik disiplinlerle arayan bulan yan yana getiren -ki verilen o ödüller ona boşuna verilmemiştir- bir akıl almaz şekilde profesyonel gaze­teciydi. Üstün bir profesyonel gazeteciydi. Dile olan saygısı ve mesleğine olan bağlılığı keza iki cildi doldura­cak kadardır.

Mustafa Ekmekçi, aynı zamanda demin gördüğümüz o çok sevimli filmde sevgili Metin'in de anlattığı gibi çok becerikli yine dağınık görünüşü altında hiç göstermeyen çok becerikli bir örgüt adamıydı. İnsanları bir araya getirmeyi çok iyi bilirdi. Kimi nerde hangi koşulda ne araya getireceğini de son derecede güzel sezerdi. Son derece güzel hesaplardı. Ve sonuç alırdı. Örgütçü Mustafa Ekmekçi diye bir alt başlığın altını çiziyorum. Mustafa Ekmekçi ayrıca dosttu. İnanılmaz şekilde vefalıydı. Server Tanilli ile olan ilişkileri akıl -mazlum mağdur çok değerli yurt evladına yapılmış haksızlığa karşı köpürmenin arkasında- inanılmaz bir şekilde vefa doludur. Server Abi'yle benim zaman zaman yurtdışı karşılaşmalarımda Mustafa Ekmekçi'nin elbette çok fazla kulağı çınlardı. Ve çok ısrarla ikimiz birden bu tırnak içindeki Mustafa Ekmekçi ve vefa birleşmesinin övgüsünü ya­pardık. Kendisine telefon ederdik:

-Senin vefalı dostluğunu takdir eden iki dostun bir arada. Sana birlikte merhaba demek istiyoruz, diye. Sevinirdi tabii.

Mustafa Ekmekçi çok adamdı. Ve Mustafa Ekmekçi bu antifaşizan mücadelenin, aydınlanma hareketinin filo­zofluğunu ve teorisini yapma iddiasını hiçbir zaman taşımadı. Fakat akıl almaz şekilde güçlü bir neferiydi. 1970'lerden 1998'lere Türkiye'de nelerin fark ettiği konusunda bir liste çıkarırsak; değişenler, değişmeyenler, kötü değişenler, daha iyi değişenler; ilerisi için umut verenler, vermeyenler diye; bize hiç de iç açıcı bir man­zara göstermez. 1998'in 1970'e benzeyişi bu ülkenin aslında inanılmaz şekilde büyük talihsizliğidir. Ama öyle­dir. Dolayısıyla 1970'lere gidişim sadece nostaljik bir gidiş değil; aynı zamanda, 1970-1998'lere hala bazı du­rumlarda hem de önemli durumlarda ışık tutacağı içindir. Mustafa Ekmekçi'yi 1970'lerin ilk günlerinde tanıdım. Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nde Üniversite Demokratikleşme Hareketinin kendi halinde masum, küçük, ta­mamen üniversite içine dönük jimnastiğini yapan bir gruptuk. Kendi aramızda bazı toplantılar tertip etmeye başlamıştık. Coşkulu öğretim üyelerinin çoğunlukta olduğu küçük bir gruptuk. Bir yumaktık. Ben, Türkiye'ye uzun bir ayrılıktan sonra taze dönmüş olmanın hem ülke özlemini hem Türkiye'ye hizmet etme fırsatı yakalamış olma zevkini birlikte kullanarak, o yaşın getirdiği coşkuyla da, o toplantılarda konuşan, çıkıp söz alan, orta­lıkta gözüken öyle birisiydim. Arkamdan birisi seslendi:

-Erhan Bey! Erhan!

Peşin "Bey" dedi. Sonra "Erhan" dedi. Hayatta hiç görüşmemişiz. O kadar hoşlandım ki! Yusyuvarlak, küçük, kapkara bir adam. Yaşça benden büyük belli. Fakat beni "Erhan" diye çağırışı hemen arkasından söze girdi:

"Ben gazeteciyim. Arkada dinledim seni. Doğru şeyler güzel şeyler söyledin. Hoşlandım. Baktım sana göre abi gibiyim seni, bey sıfatını kullanmaktansa küçük adınla çağırmakta sakınca görmedim. Herhalde sen de bir sa­kınca görmezsin. Ben Türk Haberler Ajansı'ndan Mustafa..."

Açıkcası çok uzun seneler Türkiye'de olmamanın açığıyla Mustafa Ekmekçi'yi tanımıyordum; ancak 50'li yılların sonundan ve 60'lardan itibaren Türk basınında belli bir yeri olmuş. Bunu duymamıştım, haberim yoktu. Tabii bu benim kabahatim. O gün tanıştık. Mustafa Ekmekçi, Türk Haberler Ajansı'nda sonuç itibariyle basında imzalı yazılarının da gözükmediği bir gazetecilik döneminde, bir üniversitede daha ziyade içe dönük bir demokratik­leşme hareketi başlatmış olan genç öğretim üyeleri orada kendi aralarında ne konuşuyorlar, ne ediyorlar diye gidip merak edip hem ayağına üşenmeyecek hem aklına üşenmeyecek hem zamanını harcayacak kendine eziyet edercesine toplantıları izleyecektir. Haber peşinde koşma uzmanı ve profesyoneliydi. O toplantılardan sadece kendi içimize dönük değil genelde Türk üniversiteleri için bir demokratikleşme ışığı sızabileceğini ilk defa da onun ağzından duyduk. Toplantılarımıza ondan sonra daha sürekli geldi. Biz haftada iki defa toplanı­yorduk. Dediğim gibi heyecanlıydık, hepimiz gençtik. Mustafa o iki toplantıdan birini kaçırmaksızın geldi. Sekiz on defa bizimle birlikte oldu. Dostluk ilerledi. Kendisine bazı şeyler danışır olduk. Çünkü müthiş bir sağduyuyu ifade ediyordu. Oraya gazeteci gibi gelmiyordu. Yurttaş gibi geliyordu. İlericilik el yordamıyla yapılan bir hare­ketti; o tarihte hiçbirimiz pek çok şeyin farkında değildik. Oysa 1971 12 Mart'ının sadece bir sene öncesiydi. Orada bir şeyler hazırlanıyordu, ama daha coşkulu bir dönemdi. Genel dönemin havasına coşku hakimdi. O coşku içinde bizden tecrübeli bir gazeteci, yaşça bizden büyük, politikayla uğraşmış politik mercilerin yakınına girmiş çıkmış bir insanın sağduyulu, ağabeyce hatırlatmasına ihtiyacımız vardı.

"Hey dikkat! Siz burada önemli bir iş yapıyorsunuz aslında bu sadece Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nde şur­daki burdaki iş gibi değil. Türk üniversitelerinin yeniden bir irdelenmesi, yeniden bir ırgalanması... Türk üniver­site yaşamına siz taze bir ses, taze bir görüş, taze bir perspektif getiriyorsunuz."

Bütün bu lafları biz Mustafa'dan duyduk. Kendi kendimize bir şeyler söylüyorduk; ama çok hoşlandık. Bu bi­zim sorumluluğumuzu da bir ölçüde arttırıyordu. Orta Doğu Teknik Üniversitesi'ndeki başlayan kavga zaman zaman bizim coşkulu ekibimizin kazanmasıyla zaman zaman kaybetmesiyle; sonunda namusun, aklın, sağdu­yunun bazen kazanmasıyla; ama bu ülkede daha da sık rastlandığı gibi her zaman da kazanamamasıyla so­nuçlandı. Ayrıca da sürdü gitti. Hala da sürüyor. Mustafa'yı tanıma, 1970-71 kışının oralarda bir şeyler alevle­niyor sıcağı içinde, o sadece üniversite olayını izleyen bir gazeteci- genç öğretim üyesi Erhan'ın ötesinde bir dostluğa dönüştü. Sevgili Aldoğan çıktı piyasaya. Sevgili Aldoğan'la ilk tanıştığında benimle de dostluğu geli­şiyordu. İlk günlerini son derece iyi hatırlıyordum. Bütün hayatı boyunca sürecek olan Aldoğan'a fevkalade derin ve içten sevgisinin ilk kaynaklandığı dönemi hatırlıyorum. Ve Mustafa-Aldoğan, Eylem-Özlem dörtlü iliş­kisi kendilerini bizim kadar yakından tanıyan dostlar için her zaman müthiş bir mutluluk kaynağı olmuştur. Sevgili Özlem yıllar sonra benim öğrencim oldu. Böylece Ekmekçilerle olan yakınlığımız ikinci kuşaktan bir Ekmekçi'nin öğrenci hoca ilişkisiyle de pekişti.

1971 12 Mart'ı geldi. 12 Mart'ın gelişini herkes ufukta bir biçimde görüyordu. İlhan Abi gazetede onun altını çizmeye başlamıştı. Ben bu arada tesadüflerin yardımıyla Cumhuriyet gazetesinde, ufak tefek sağda solda, kırık dökük yazıları çıkmaya başlamış, o camiaya da girmiş heyecanlı genç bir aydın olarak ortalıkta daha fazla dolaşır olmuştum. 15 Mart'tan itibaren Mustafa ile olan dostluğumuzun niteliği başka bir boyut kazan­maya başlamıştı. Mustafa henüz daha Yeni Ortam' a da geçmemişti. Türk Haberler Ajansı'nda muhabirlik anla­yışının çok ötesinde cesur gazetecilik yapan pervasız bir adamdı. 16 Mart günü Kara Kuvvetleri Komutanı'na gidip -çok önemlidir- "Ben Türk Haberler Ajansından Mustafa" -Ekmekçi soyadıyla tanınması daha sonradır. Soyadını çok fazla kullanmıyor sadece Mustafa diye dikiliyordu- "Şu konuda bilgi almak istiyorum" dedikten sonra, Jülide Abla demin nasıl anlattıysa öyle konuşuyor:

"Hey siz ki ne olacağınız belli değil, bunun altından ne çıkacağını bilmiyoruz. Siz ki eğer oradan bir kara koyun çıkarırsanız biliniz ki, bu ülkenin namuslu insanları, bu ülkenin vicdanlı aydınları sizi tarihin hesaplaşmasında boğarlar."

16 Mart'ta oluyor bu. Mustafa Ekmekçi bu idi. Mustafa Ekmekçi sadece, müthiş bir beceri, o akıl almaz Anadolu çocuğu sevimliliğini de kullanarak bir yere girmek istiyor. 16 Mart günü Kara Kuvvetleri Komutanı'nın yanına giren bu adam bu lafları -Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler düşünebiliyor musunuz?- Faruk Gürler'e söylüyor...1970'leri hatırlayanlar bilirler: Mustafa Ekmekçi açıyor telefonu ya da çalıyor kapılarını Mamak'taki Askeri Cezaevi Komutanıyla, Ankara Sıkıyönetim Kurmay Başkanıyla, Faruk Gürler'den sonra oraya gelen Kara Kuvvetleri Komutanıyla, Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanıyla görüşüyor. O dönemde Kurmay Başkanları filan çok önemliydi. İyi anlamda çalmıyordu kapılarını. Şu anda bu anıları da Mustafa Ekmekçi ile bağlantılı olduğu için anlatıyorum tabii ki. Onlardan sadece haber ve bilgi almazdı; sonraki yıllarda çok usta­lıkla o korkunç insan sevgisini de birleştirerek pasaport meselelerini çözmek için de kapılarını aşındırırdı. Onları azarlardı, onları ikaz ederdi. Mustafa Ekmekçi bu idi. Mustafa Ekmekçi korkusuz, pervasız bir adamdı.

Mustafa Ekmekçi döküman oluşturmak üzere incelenmesi gereken bir adamdı. O müthiş insancıllığı o müthiş yumuşaklığı ve özellikle bilerek dağınıklılığı. Bilerek dağınıktı. Bu yüzden de Mustafa Ekmekçi hiç güncelliğin adamı olmadı. Mustafa Ekmekçi büyük ışık tutmadı. Deniz fenerleri adamı değildi. Yer yer loş köşelere küçük ışıklar tuttu. Fakat o ışıkları tutmak için inanılmaz şekilde çok koştu. Ordan oraya koşturdu, burayı aydınlattı ve mücadele etti. O aydınlık orada işe yarasın diye kavga verdi. Bu son derece önemli; pervasızlığı, korku­suz­luğu... Mustafa Ekmekçi sadece mahkemelerde sürünmenin ötesinde sadece benim bilgim dahilinde -dostlarından, eşi Aldoğan'dan bile saklıyordu- yirmi tane ölüm tehdidi aldı. Gülüp geçiyordu. Medeni cesaret­ten de öte bir olaydır. Başka türlü bir korkusuzluktur. Çok heybetli bir adamdı. Aslan gibi bir adamdı. Çok de­ğişik bir adamdı.

12 Mart'ın çok sıkışık günlerinde tırnak içinde "biz altında imzası bulunanlar" kalıbıyla başlayan Türk politika tarihindeki ilk dilekçeyi hazırlıyoruz. Erdal Öz, rahmetli Doktor Ergin Atasü, rahmetli çok değerli, müstesna in­san Erdoğan Berktay, Ömer Polat, Uluç Gürkan, Adalet Ağaoğlu ve bu arada bir takım isimsiz kahramanlar, bir takım sevgi dolu insanlar Mamak Askeri Cezaevi'ndeki tutuklulara o tarihte yapılmış olan bir insanlık suçu uygulamasını protesto edeceğiz. Çok ağır kelimeler seçmişiz. Ama nereye duyuracağız, nasıl duyuracağız? Elbette Cumhuriyet gazetesi var. Elbette Nadir Nadi, İlhan Selçuk var; bir de Yeni Ortam var. Mustafa Ekmekçi sırtlamış götürüyor Yeni Ortam'ı. Sevgili Uğur da bir ara yardımcı oldu. Kulakları çınlasın şu anda Paris'te Kültür Ataşesi olan Vecdi Sayar da onların çömezi olarak hiç çekinmeden ayak işleri denen işlere ko­şar, çanta taşır, ordan burdan bilgi alıp getirirdi. Mustafa, teknik olanaksızlıklar içinde matbaalara koşar. Satır, paragraf atlar, hiç önemi yok! Yeni Ortam çıkar. Zehir zemberek çıkar Yeni Ortam. Yeni Ortam'da da bu met­nin paralelinin çıkarılmasının uygun olacağını düşündük ve Mustafa'ya projeden söz ettik. Mustafa projenin or­tasına bir gülle, buldozer gibi düştü o müthiş becerisiyle. Dedi ki:

"Arkadaşlar sözcüklerden korkmayalım, çatısını iyi kuralım. Zaten biz neler yazıyoruz, ama bu kadar ağır söz­cüğü de bir arada sekiz satırda hiç yazmadık. Sekiz satır zehir zemberek olsun, ama tartalım bütün kelime­leri... Madde bir: Kalıbı nasıl koyacağız? 'Biz yurtsever, insanlık sever Türk Aydınları' mı diyeceğiz? Yoksa daha kestirmeden. 'Biz aşağıda imzası bulunanlar' mı diyeceğiz? Aynı zamanda bir taleptir o."

Sonradan Türk politik ve sosyal yaşamında çok kereler kullanılan bu kalıbı Mustafa Ekmekçi'ye borçluyuz. O çok hakim olduğu Türkçesiyle bize; "Bunu talebe çevirelim ve talebi kelimeler içine yazmayalım, biz aşağıda imzası bulunanlar şeklinde ifade ede­lim" dedi. Harika oldu. İngiliz ve Fransız basınından kafamızda bir takım örnekler vardı; öyle şeyler görmüştük, fakat Türkiye'de ilk defa yapıyorduk.

Mustafa'nın bir diğer özelliğine geleceğim, bu öykü dolayısıyla... Son derece özverili oluşunun yanında alçak­gönüllü ve kalender bir adamdı. Yeni Ortam dönemi, benden önce de konuşmacıların anlattığı hikayelerde ol­duğu gibi komutanları gagalıyor(!) Komutanlar ondan çekiniyor. Herkesin ödünü patlatan koskoca Mustafa akıl almaz bir biçimde alçak gönüllü. Bir taktik icabı dedi ki; "Biz bu işin peşinde çok koşturduk. İsimlerimizi oraya koymayacağız serpiştireceğiz." O dönemde de 800 imza toplamıştık. Olağanüstü bir olaydı. İnsanların asker­lerden korktuğu, Ziverbey dönemi, Mamak kapısı dönemi; kılcal dengeler üzerinde yürüyen, ürküntünün hakim olduğu, güçlü aydın diye bildiğimiz insanların bile maalesef evlerindeki dokümanları yakma gereği duyduğu bir dönemdi. Öyle bir dönemde 800 tane imza topladık, son derece büyük bir başarı. Cumhuriyet şanlı bir şekilde birinci sayfadan verdi. İmzalar Nadir Nadi, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, İlhan Selçuk, Melih Cevdet Anday öyle gidiyor. Harika! Pek çok aydın Yaşar Kemal, Fazıl Hüsnü destek veriyor; uçuyoruz sevinçten, harika! Biz kendimizi dağıttık. Ben kendimi 366. sıraya koydum; Uluç'u da 350'nci... Erdoğan Ağabeyi başlara koydum; ama o bile sekseninci filandı. Mustafa bütün alçak gönüllülüğüyle "Yav hiç önemi yok, ben de 700 bilmem ka­çıncı sırada olayım" dedi. Kırık dökük teknik olanakları dolayısıyla Yeni Ortam' da 750'nci sıradan sonraki isimler yer alamadı. Tabii Ekmekçi'nin adı da çıkmadı. Mazlum ve mağdurların düşmez kalkmaz iyilik makinesi, dostu Mustafa Ekmekçi, "biz köylü çocuğuyuz" diye geçiştirirdi kalender bir şekilde. O müthiş alçak gönüllü­lüğünün kurbanı oldu adını görememekle. Yetmişlerin ikinci yarısında Mustafa Ekmekçi ile dostluğumuz bir başka anlamda ve antifaşizan pistlerde yeniden buluştu. Yetmişlerden bahsederken genelde 1971 12 Mart'ını çok ön plana çıkarırız. Yetmiş beşten sonrası sanki hiçbir şey olmamış gibiydi. Bu arada belli belirsiz, yalan yanlış hepimizin umut sandığı o dönemde -öyle de bir kavram vardı- onun peşinde gidiyor toplum. Demokratik seçimlerle gelinecek iktidara ne kadar güzel! Ne güzel kendimizi avutuyorduk. Yetmişlerin ikinci yarısı, sivil görünüşlü askeri faşizmdir. MC'dir. MC'nin mimarlarının bu toplumun hala kaderine hakim olacak noktalarda bulunmaları da diğer bir büyük talih­sizliğimizdir. O, MC'ye karşı ve artık sadece geçmişin Yeni Ortam'ının değil, tapınak bellediği o koskoca Cumhuriyet' in Ankara Notları' nın Mustafa Ekmekçi'si olarak akıl almaz bir müca­dele vermiştir.

Ekmekçi, 27 yıllık dostluğumuz sırasında 15-20 günde bir sabah 06.30-07.00 telefonlarıyla beni uyandırırdı. Toplam 400-500 defa uyandırmıştır. "Yav, Mustafa Ekmekçi, sen galiba köylü çocuğusun, şehirli adamlar 07.00'de uyandırılmaz" diye takılırdım. Artık, bir yıldır uyandırmıyor. Çok fena! Arıyorum, her sabah telefo­nunu...

JÜLİDE GÜLİZAR: Mustafa Ekmekçi'yi tanıyanlar anlattılar. Ekmekçi bu toplum için, bu ülke için çok şeyler yaptı. Hepsi birbirinden önemliydi; ama benim için en önemlisi zaten konuşmasına başlarken Sayın Selçuk'un da vurguladığı gibi 12 Eylül döneminde insanlar arasında kurduğu iletişimdi. Yaşayanlar bilirler; 12 Eylül önce­sinde, Türkiye'nin herhangi bir kentinde herhangi bir olay olsa yarım saat sonra bütün ülkede duyulurdu. Bütün ülkede duyulur ve gereği yerine getirilirdi. 12 Eylül generallerinin en başarılı işi benim açımdan, insanların ileti­şimini sıfırlamaları oldu. Ama Mustafa Ekmekçi "şöyle mi demiş ne? Falan Bakan şunu mu yapmış ne?" gibi o çok basit görünen üslubuyla "Ebem dedi ki, Bibim dedi ki" öyküleriyle satır aralarına sıkıştırdığı haber değerin­deki düşünceleriyle bu toplumu bir şeye alıştırdı: Satır aralarını okumayı öğretti topluma. Ekmekçi'nin o dö­nemki yazıları ona satır araları mimarı unvanını kazandıran yazılardır. Biz artık nerede ne olduğunu anlar du­ruma gelmiştik. İşte Mustafa Ekmekçi'nin o dönemi benim için çok çok önemli. O dönemini çok iyi bilen bir ar­kadaş var aramızda: Varlık Özmenek.

VARLIK ÖZMENEK: Kaç gündür benim dilimde bir söz var, bir duygu seslenmesi. Bunu düşündüm; bir kayıp, bir ıssızlık, yalnızlık duygusu. Geçende 12 Mayıs günü, olayı biliyorsunuz Akın Birdal olayını, ben şöyle bir kendimi yokladım, bir düşündüm, bendeki en büyük, en baskın, en belirgin duygu birikimi insanlığımızı yitirdi­ğimize dair oldu. Hemen bununla birlikte mesleğimin perspektifinden, merceğinden, geçmişinden geleceğine doğru bir bakış yapmaya çalıştım. Gene yalnızdım. Mustafa Ekmekçi yok. Demek ki böyle durumlarda Mustafa Ekmekçi denen bir şey varmış. Hava eksildiği, su azaldığı zaman nasıl değerlenirse işte öyle bir şey... Kimyacı Doç. Dr. Osman Gürel'e sordum:

-Altın az olduğu için mi değerlidir, değerli olduğu için mi azdır?

-Tabii ki az olduğu için değerlidir.

O zaman şunu düşündüm; bende böyle bir duygu birikimini, yüklemini yaratan bu olay Mustafa Ekmekçi. Tabii ki benim dostum, benim ustam, benim meslektaşım, ama bunlar benimle ilgili. Ben onu severim, kızdığım yan­ları olur, onlar benim öznelim. Ve bunu gelip de size anlatmak... Doğrusu dostlar çok iyi anlattılar.

Şimdi ben, dün Ankara İletişim Fakültesi'ndeki  konuşmada da bir parça söyledim: Mustafa Ekmekçi Okulu; insanlığımızın halk okulunda Mustafa Ekmekçi deneyi ile meslek yaşamıyla, insan varlığıyla, insanlıkla, mes­leği kan dolaşımına geçirmiştir. Halkın vicdanı gibi çok soyut bir şey vardır. Halk nedir? Ben derim ki: "Mustafa Ekmekçi gibi bir şey!" Halkın vicdanı da Mustafa Ekmekçi gibi bir şey...

Acaba bu 167 yıllık basın tarihi içerisinde kırk yılı aşkın Mustafa Ekmekçi Gazeteciliği nasıl bir yere sahip ya da sahip mi? İşte buna bakıyorum, evet 167 yıl önce Türkiye'de gazetecilik nasıl başladı, gazete nasıl baş­ladı? Her şey o kadar ters ki! Bizde gazetecilik baş üstüne, tepe üstü gelmiştir. Yerden çıkmamıştır. Gökten indirilmiştir. "Batıda olan bizde de olsun" diye Sultan 2. Mahmut'un reformist hareketlerinden bir tanesidir. Ama ilkeyi de koymuştur. Ve o ilke hep kendini hissettirmiştir. Kısacası; saraya ve dine bağlı olmak. Gazeteci de böyle çıkmıştır Türkiye'de; yani tepe üstü gelmiştir. Saraya ve dine bağlı olacaksın. Bu 167 yıldaki gelişme içerisinde bu iki bağlılık, bağımlılık kutsallaşarak ve nicel değişmelerle daha kapsamlı, ama hep kutsal addedi­len, varsayılan hatta iman edilen bağımlılıklar ilişkisiyle gelmiştir. Devlete ve bir inanca bağlı olacaksın. Halka bağlılık nerede kaldı? Oysa gazetenin İtalya'da ilk çıkışı, Hollanda'da ilk basılışı o gereksinimden çıkıyor: Halkın yönetime karşı şikayet ve eleştiri isyanından çıkıyor. Zihinsel ve eleştirel isyanından çıkıyor...

Bizim basın tarihinde bir okul, bir sapak var, bir ayrışma var... Doğal gelişimde bu da çıkıyor tabii. Ahmet Rasim'lerden, Sabiha-Zekeriya Sertel'lerden, Aziz Nesin'lerden gelen bir Mustafa Ekmekçi Okulu, Mustafa Ekmekçi Gazeteciliği... Halka bağlı olmak. Aziz Bey bir gün şöyle demişti:

"Ben gazeteciliğe başladığım zaman solcu değildim, inanır mısınız Marks'ı da okumamıştım, fakat ne yapayım, gazeteciyim; yazacağım, çizeceğim. Kerterizim her zaman şuydu: Şu olay, bu haber halkın yararına mı zara­rına mı? Kerterizim buydu. Oraya bakardım, zamlar ayarlama mı, ekonomiye katkı mı yoksa halkın ekmeğinin azalması mı? Öyle bakardım, her olaya böyle bakardım. Ve bana dediler ki; sen solcusun, komünistsin kızıl komünist Moskof uşağı!.."

-Allah Allah demiş, bir okuyayım şu Marks'ı... Demek ki Marksizm de şuymuş: Halka bağlıysan, halka bağım­lıysan bizatihi bağımsızsın, bireysin. İşte Mustafa Ekmekçi Okulunu, Mustafa Ekmekçi deneyiyle, Mustafa Ekmekçi atölyesinin işçiliğiyle, emekçiliğiyle oluşturan değer ve kurum. Bunu yaşatmak gerekiyor. Şimdi bu­rada, "unutmayacağız" diyoruz, ben de diyo­rum; unutulur unutulur. Neler unutuluyor: Yirmi yıl önce "Bedrettin Cömert'in katili nerede?" demesini unuttuk biz. Biz "Doğan Öz'ün katili nerede?" demesini de unuttuk. O za­man başbakan olan Bülent Ecevit, şimdi örtülü başbakan, başbakan yardımcısı ve geçen gün Akın Birdal ola­yından sonra, aman yarabbi midem döndü, "üzüntüm büyük" dedi. Bedri Karafakioğlu öldürülürken, Doğan Öz'ler öldürülürken ve katiller bulun­mazken Ecevit gene "üzüntümden kahroldum" diyordu. Aziz Nesin hiç unutmuyorum şöyle demişti:

-Bu gidişle Ecevit üzüntüsünden, biz de vurularak biteceğiz.

Hayır, kaybettiğimiz insanlığımızı kazanırsak, bulursak kazanacağız: Yaşatarak... Yaşatmak ne demek? Mustafa Ekmekçi Okulunun mesleksel ve insansal- tarihsel çerçevedeki izini, yolunu iyi görmek. Mustafa Ekmekçi Okulu, Mustafa Ekmekçi Gazeteciliği yöntemdir. İletişim fakültelerinden genç arkadaşlar "hangi ki­tap­ları okuyalım?" diye sorarlar. Bakın hala Türkiye'de gazeteci analizi yoktur. Mesela bir kurumdur, Ahmet Rasim gazeteciliği kurumdur. Onu okursan, bakarsan: Ne yöntem izlemiş, hangi yollardan geçmiş? Halka mı yoksa kutsal iradeye mi bağımlı? Nusret Hızır Hoca'ya bir gün öğrencisi Veysel Öngören sormuş:

-Hocam, materyalizm nedir, idealizm nedir?

-Evladım, zihni öne alırsanız idealist olursunuz, maddeyi önüne alırsanız materyalist olursunuz.

Peki şmdi ne yapmak lazım? Ekmekçi'nin yaşam deneyimine yakışanı yapmak gerek.

Onun için Mustafa Ekmekçi Gazeteciliği, tarihsel durumdaki maddi dayanakları;  maddi,  deneysel  yöntemleri,  durumları,  durum  alışları  ile  okullaşmalıdır. Ve halkevleri "Mustafa Ekmekçi Halkokulları"nı oluşturmalıdır. Bu bir gereksinim. Çünkü Ekmekçi'nin bütün derdi şuydu benim bildiğim; doğru bilgiye ulaşma çabası. Bir 47 yıllık meslek yaşamı, hadi 40 yılı aşkın diyelim, hep doğru bilgiye ulaşma çabasını gösterdi. Doğru bilgiye kimin ihti­yacı var, doğru bilgiye halkın ihtiyacı vardır. Çünkü halkın dışında bir de siyasal otoritenin, siyasal iktidarın ve ekonomik güç merkezlerinin kendi doğruları var. Ve yönetenle yönetilenlerin "doğru"ları çoğu kez çelişir, çatı­şır. Zaten işte bu nedenle öncelikle ve en başta insanların, halkın ihtiyacı var doğru bilgiye. İşte gazeteci se­çimini yapacak; ben buna mı bağlı olacağım, yoksa yukardan bana bildirilen şu şudur bu budura mı? Mustafa Ekmekçi okulunun çok yağız, çok çarpıcı ayracı bu...

Bakın doğru bilgi o kadar netameli, o kadar belalı, o kadar çetrefilli bir iş ki: Muhabir olarak 12 Mart 1971 tari­hinden sonra çalıştığı Türk Haberler Ajansı'nda patron tedirgin. Ekmekçi, kitabında yazıyor: Kadri Kayabal be­nim de patronumdu, rahmetle anıyorum, diyor ki; "buna haber yazdırmayın!" Parasını veriyorlar. Bin lira pa­rayla, Mustafa Ekmekçi evinde emekli gibi oturmak zorunda bırakılıyor. Kitapta diyor ki:

"Başta hoşuma gitti böyle yan gel yat para kazan. Fakat biraz zaman geçince rahatsız oldum; ne demek yat­tığın yerden para kazanmak? Gittim.

O zamanki bakanlardan A.İ.G., ajansa gelmiş pazarlık yapmış, patrona sormuş:

-Ekmekçi sizden kaç lira alıyor?

-Ayda bin lira...

-Size ayda dört bin lira. Basın yayın verecek. Çalıştırmayın onu, o hükümet içinde bir kanadı tutuyor, hükümet zor durumda..."

Doğru haber verecek diye hükümet zor durumda. Dün Mahmut Tali Öngören dedi ki; "çok iyi bir insandı, çok çok iyi bir insandı." Ben Ekmekçi'ye her bakımdan katılmıyorum. Gerçekten çok iyi bir insandı; olmaz ki böyle! Her şeyin bir tadı var, tuzu vardır. Burada "A.İ.G."nin ismini niye vermiyorsun Mustafa Ekmekçi? O da diyor ki; "onu da sen bul!" Ali İhsan Göğüş, Gazeteci. İşte Türkiye'de böyle bir gazeteci de var. Bir geleneği temsil ediyor Ali İhsan Göğüş. O yukarıya, öbürkü halka bağlı. İşte burada çatışıyorlar. Fakat burada irdelenmesi, tartışılması gereken çok önemli şeyler var. Bugün de var bu. Diyor ki; "Basın-Yayın'dan vereceğiz." Cebinden versene! Basın-Yayın'ın parası kimin? Devletin parası... Devletin parası kimin? Benim param. Gazeteleri oku­yayım okumayayım benden alınıyor o para. Onu alıyor Mustafa Ekmekçi haber yapmasın, yazmasın diye... Sana devletten dört bin lira maaş vereyim diyor A.İ.G. Bu yargılanmadı... Bu yargılanmazsa Mustafa Ekmekçi'yi biz buralarda hep ağlayarak -tabii bu da insancıl olur- anmak durumunda kalıyoruz Ama okullaştır­mak gerekiyor, kazanmak gerekiyor. Kaybettiğini kazanacaksın arkadaş. Ben insanlığımı, Mustafa Ekmekçi Gazeteciliği'ni  kaybettiysem onu arayacağım. Nerede bulacağım? Kaybettiğim yerde. İnsanlığın battığı yerde, insanlık çıkacak. Ben umutsuz değilim, her şey bitti gitti demiyorum; onun için diyorum ki Mustafa Ekmekçi'yi öldürmeyelim. Mustafa Ekmekçi de ölecek adam değil.

Mustafa Ekmekçi de doğadan, keçiden aldığı inadı in­sanlaştırarak bir yolculuğa çıktı. Ve o yolculuğu başından sonuna kadar getirdi. Okul böyle bir okul. Bakın, yalçın dağlar yarlarla bölünmüş. Gerçek, eğer doğru o dağın arkasındaysa o Kaf dağı da olsa onu aramaktır Mustafa Ekmekçi Okulu... İşte ben öyle bakıyorum, doğru bilgi Kaf dağının arkasındaysa ve o tepelerden geçmek, o sarp kayalıkları aşmak gerekiyorsa Mustafa Ekmekçi keçi inadını alarak yola başlıyor. Keçi yolla­rını, patika dediğimiz, izlek dediğimiz o yolları bula bula, çilelerle, kayaları dönerek, kayaların altını karıştırarak, bulanık sularda balık avlayarak, balık avlama çabasını sürdüre­rek o keçi izleğinde, o izleklerin yolculuğunda Mustafa Ekmekçi; gerçeğin, doğru bilginin peşindedir... Ama kime karşı? Halkın doğruları öğrenme hakkına­ doğru... İçinden geldiği halkın bir borçlusu olarak bu yolu sür­dürdü. Şimdi o kadar da, büyük dramlar vardır iç­sel dramları vardır. Nasıl olmasın? Aziz Nesin de bir gün hiç unutmuyorum 14 Şubat 1995'te ölümünden iki bu­çuk ay önce Yargıtay'da yargılandı arkadaşlar. Belki bilme­yenler vardır. Aziz Nesin elli yıllık gazeteci, yazar. O gün Yargıtay'da neden yargılandı biliyor musunuz? Aziz Nesin'e hırsız ve zimmetçi demek suç değildir şek­lindeki Yargıtay kararı için oraya gitti. Ergun Göze bir gaze­teci; Aziz Nesin için hırsız ve zimmetçi demiş, mahkeme mahkum etmiş. Yargıtay bozmuş, böyle şey denebilir Aziz Nesin'e diye. Onun murafaasına gitmiş­tik. Çıktık, yemek yedik, evine gittik. Aziz Nesin böyle duruyor, teypte sesi de vardır, sonra buldum rastlantı sonucu... Şöyle baktım:

-Aziz Bey, ne diyorsun?

-Kendimi boş bir çuval gibi hissediyorum, bu halk insanlığını yitirmiş...

Aman allayıp pullamayalım bu halkı. Bütün halklar da böyledir. Kaybettiğin de insanlığı bulacaksın... Bence bu anlamdaki gazetecilik mesleği de, insanlık mesleği de ülkemizde evrensel bir yoldur. Bu Mustafa Ekmekçi'nin yoludur. Bir okuldur.  Eylemle Özlem'e doğru. İşte Mustafa Ekmekçi okulunun, haberciliğinin, gazeteciliğinin okul değerinin atölyesel, görkemli deneyi... Doğruyu arama telaşı, çabası, soylu yüce bir çaba... İşte onun için o halkın doğruları öğrenme hakkı var. Doğru bilgi mukaddes bir bilgidir, kutsal bir bilgidir. Ve o doğru bilgiyi halka iletme çabası; ama işte Mustafa Ekmekçi izleğinde o telaşı, o çabayı ve o borcu duyabilmek... Mustafa Ekmekçi, bir de şey anlatır; haber yazdıracak. Birisi karşıdan, "Ekmekçi kodla!" diyor. O da kodluyor: "Ankara'nın Ç'si!" Adam soruyor: "Yav Ankara'da (Ç) yok ki!" diyor. Ekmekçi taşı gediğine koyuyor : "Ama ça­kal çok!" diyor... Teşekkür ederim.

JÜLİDE GÜLİZAR: Mustafa Ekmekçi, çoğuna olduğu gibi bana da hocalık yaptı. Ben 1982'den 1987'ye kadar Cumhuriyet' te çalıştım, başlarken de anlatmıştım; onun masasını, dolabını, daktilosunu gasp ederek. Otuz yıl­lık TRT yaşamımın on beş yılını haber okuyarak geçirdim. Ama Cumhuriyet' e geldiğim zaman haberin ne oldu­ğundan haberim yoktu. Çünkü biz sadece okurduk. Bir de şöyle bir rahatlığımız vardı; biz haber peşinde koş­mazdık, TRT haber peşinde koşmazdı. Haberi yayınlatmak isteyenler TRT'nin peşinde koşardı. Öyle bir rahatlık içindeyiz. Ben Cumhuriyet' te işe başladım, hiç haber kovalamak, haber izlemek böyle bir düşünce yok ka­famda. Ekmekçi'den öğrendim.

-Ne bekliyorsun? dedi.

-Haber gelsin yazayım diye, dedim.

-Yahu haber gelmez, haberi sen gidip kovalayacaksın, yakalayacaksın, dedi. Ben Cumhuriyet' te haberi kova­lamayı, haberin ne olduğunu Ekmekçi'den öğrendim, aynı masayı paylaştığımız için sözüm ona. Bir şey daha öğrendim Cumhuriyet' te, onu da Yalçın Doğan'dan -Ankara Temsilcisiydi o zamanlar- bizler eğitimimiz, yaşı­mız, eğitim aldığımız yıllar nedeniyle kutsal devlete koşullandırılmıştık, devlet bizim için her şeyin üstündeydi. Sonra hep devlet memuru oldum, TRT dahil buna. Hep kutsal devlet kavramı var. Bir gün çok iyi bir haber ya­kala­dım."Ben Jülide Gülizar, Cumhuriyet'ten arıyorum elektriğe zam yapacakmışsınız" diye o günün müsteşa­rına telefon ettim. Zamlar söylenmez genellikle; "evet yapacağım" dedi.

-Ne kadar yapılacak?

-Yüzde elli...

-Kamil Bey dedim, siz TRT zannediyorsunuz galiba, ben TRT'de değil Cumhuriyet'teyim!

-Evet Cumhuriyet'ten aradığını biliyorum, söyledin, dinledim.

Ve hiç sormadığım bir şeyler de anlattı bana. O ara hayretler içindeyim, 12 Eylül olmuş, ifadeler vermişim, yargılanma sürecindeyim ben aradığım devlet memurları tarafından suratıma telefon kapanacak diye bekliyo­rum. Ve arayamıyorum. Yalçın Doğan'ı da kandırıyorum; aradım yoktu diye. Bir gün başımda durdu "ara baka­lım" dedi. Kamil Tokbaş Enerji Bakanlığı Müsteşarı. Öyle haberler veriyor ki verilmemesi gereken haberler. İşaret ettim Yalçın'a "telefonu kaldır" diye. "Aaa sahiden söylüyor, vallahi söylüyor" diyor Yalçın. Kapatıyor telefonu.

-Hadi şimdi bu haberi yaz, dört dörtlük bir haber olsun!

Ben oturdum yazdım. Bu arada devleti kollayarak, devlete bir zarar gelmemesine özen göstererek... Haberi götürdüm Yalçın'a verdim:

-İyi ki paralel telefonda  dinledim. Haber bu değil, dedi. Bir sürü şey söyledi.

-Ama Yalçın, devlet! dedim.

-Devlette değil Cumhuriyet'tesin ona göre yaz, dedi. Ben ilk gazetecilik dersini, haber dersini Ekmekçi'den al­dım. Devleti Cumhuriyet' ten ayrı düşünmek gerektiğini de Yalçın Doğan'dan öğrenmiştim.

Çok konuştuk, sıkıldınız mı bilmiyorum; ama konuşanların hepsi birbirinden tatlı şeyler anlattılar, güzel konuş­tular. Şimdi biraz müzik, mini bir dinleti Dikmen Halkevi'nden Sinan Sarıateş'in dinletisi. Alkışlarınızla... Teşekkürler Sinan. Şimdi Dikmen Halkevi'nden Sayın Sümer Demirel.

SÜMER DEMİREL: Sevgili dostlar ben çok sona kaldığım için uzun bir konuşma hazırlamıştım. Aslında Sayın Ekmekçi'yi anlatmak ne saatlere ne de günlere sığar. Ama gördüm ki hepimiz aynı dili aynı düşünceyi bir ola­rak konuştuk... Bizim, benim düşüncelerim: "Ekmekçi'yi unutturmayacağız, onu yaşatacağız." Bu duygularla hepinizi selamlıyorum.

  • 1. DÜZENLEYEN   :     Dikmen Halkevi

    YER   :     Yılmaz Güney Sahnesi-Anıttepe/ANKARA

    TARİH :     23 Mayıs 1988

    KONUŞMACILAR      :     Gazeteci-Yazar Jülide Gülizar-Yönetmen

                Gazeteci-Yazar İlhan Selçuk

                Yayımcı-Yazar İlhan Erdost

                ODTÜ Öğretim Üyesi Prof Dr. Erhan Karaesmen

                Gazeteci-Yazar Varlık Özmenek

                Dikmen Halkevi Müdürü Şükran Eken

                Dikmen Halkevi Yöneticisi Sümer Demirel