Mustafa Ekmekçi Ve Basın Paneli1
[TUTANAK NO: 3]
ÇGD GENEL BAŞKANI İSMET DEMİRDÖĞEN: Mustafa Ekmekçi, kasetlere, kitaplara sığdırılmayacak belli özellikler taşıyan dürüst bir insandı. İnsandı her şeyden önce. Üzerine titrediği değerler vardı. Arkadaştı, ağabeydi. Biraz sonra dinleyeceğiniz konuşmacılar onun gazetecilik anlayışını, insanlığını, okulunu anlatacaklar. Ben onlara söyleyecek bir şeyler bırakmak için kısa tutmak istiyorum. Ama Türkiye'nin içinde bulunduğu özellikle düşünce ve düşünceyi ifade özgürlüğünün içinde bulunduğu durum hakkında kısa bir değerlendirme yapmak istiyorum ki; yitirdiğimiz Ekmekçi'nin değerini bir kez daha anlayalım, yarattığı boşluğu daha doğru kavrayalım.
Türkiye'de bugün iletişim alanında üç temel yasak var. Birincisi "düşünmek yasak, düşünceyi ifade etmek yasak." Türkiye'de 156 yasa, 700 dolayında madde de ve 200 dolayında yönetmelikte düşünceyi açıklamanın önünde engel ve yasaklamalar var.
İkincisi "düşüncenin serbestçe dolaşımı yasak." Buradan tekelleşme olgusuna geçmek istiyorum; olağanüstü hal yasaları, sansür-sürgün kararnamelerine dikkat çekmek istiyorum. Yani düşünce ürünü olan düşünceyi taşıyan, yayacak olan ürünlerin Türkiye'de dolaşımı yasak. Dağıtım tekeli kurulmuş, istediği gazeteyi kitabı dağıtıyor; istemediğini dağıtmıyor. Dağıtmadığı gazeteleri yani muhalif gazeteleri kapanmaya zorluyor. Sonra yasalardan kaynaklanan o yasaklarla da ülkenin coğrafyasının bir bölümüne kimi gazeteler, kimi yayınlar sokulmuyor.
Üçüncü olarak bence en vahim yasaklardan biri de "düşünceyi üretenlerin serbest dolaşımı yasak..." Bugün kartelleşmiş olan matbuatta biz gazetecilerin serbestçe dolaşması yasak. Biz ancak patronların izin verdiği, medya patronlarının izin verdiği yayın organlarında onların çizdiği sınırlar çerçevesinde çalışabiliyoruz. Bu, Türkiye'nin yeni tanıştığı bir uygulama. Somutlayalım, Medya Plazalar'da iki medya grubu arasında (Dinç Bilgin ve Aydın Doğan grupları, M.A.) sizin "ben bu kuruluşta çalışmak istemiyorum" deme hakkınız yok. Diğer basın kuruluşuna geçemiyorsunuz; sizin çalıştığınız patron izin vermediği sürece. Transfer teklifi mi aldınız, önce patronunuzdan izin alacaksınız! Yani futbolcu gibi olduk. Onların hiç değilse ellerinde lisansları var. Satılıyorlar. Biz satılmıyoruz, ama lisansımız patronumuzun elinde. Eğer lisansımızın satışına izin verilirse biz (gazeteciler) bir başka basın kuruluşunda çalışma hakkı elde edebiliyoruz.
Çok fazla uzatmadan son uygulamadan birini daha dikkatinize taşımak istiyorum. Artık gazeteci kimliğini edinmemiz de engelleniyor, yasaklanıyor. Nasıl? Mesleğe yeni başlayacak arkadaşlarımı ürkütmek için çok fazla açık söylemek istemiyorum. Artık patronlar 212 sayılı Basın Yasası'na bağlı gazeteciler olsun istemiyorlar, kıdem tazminatı yükünü üstlenmemek için. 1475 sayılı İş Yasası'na tabi olarak çalıştırıyorlar gazeteci arkadaşlarımızı. Onların basın kartı edinmelerini de bir ölçüde engellemenin yolunu buldular.
Sonra mesleğimizdeki kirlenmeye dikkatinizi çekmek istiyorum. Son bir yıl içinde Mustafa Ağabey'in yarattığı boşluğu dolduramadık derken, son bir yıl içinde gördük ki özendirilen saldırganlar karakollarda, meydanlarda gazetecileri dövmekten artık cüretlerini öyle bir noktaya taşıdılar ki mahkeme salonlarında döver oldular gazetecileri. Biz Metin Göktepe'nin katillerinin cezalandırılması için mücadele ederken, işkenceci polisler meslektaşlarımızı savunma avukatları ile birlikte mahkeme salonunda dövdüler. Bunun yol açtığı tahribatı, yol açtığı yıkımı gidermeye çalışıyorduk ki türedi bir -türedi de değil aslında, belirli bir merkezden yönlendirilmiş ifadelerden kaynaklanan- bir hedef gösterme furyası başladı. Öyle ki kendi arkadaşını ihbar eden, hedef gösteren bir kirlilik yaşanıyor. İnsan hakları savunucularını, demokratları, yurtseverleri hedef gösteren bir gazetecilik kirliliği ile karşı karşıya kaldık. Bunlar son bir yıl içerisinde bir çırpıda aklıma gelen kimi olumsuzluklar.
Bunları şunun için anlattım; Mustafa Ekmekçi Ağabey, gerçekten bir insan olarak, bir aydın olarak, sorumlu bir yurttaş olarak bütün bunlara karşı mücadele etti. Onun anısı önünde saygıyla bir kez daha eğilirken, bu toplantının düzenlenmesinde bize yardımcı olan ve bu salonu bize açan Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanlığı'na, katıldığınız için sizlere teşekkür ediyorum. Ve sevgili konuşmacıları izninizle "Mustafa Ekmekçi ve Basın" konusu ile benim bir ölçüde olumsuz ya da acımasız bir şekilde çizdiğim basındaki tabloyu tartışmak üzere masaya davet ediyorum.
PROF. DR. KORKMAZ ALEMDAR: Mustafa Ekmekçi, Çağdaş Gazeteciler Derneği'nin düzenlediği en son toplantılardan birinde beraberken o muzip haliyle şöyle demişti:
-Siz koca adamlarsınız, başkan olmadan da konuşmaları idare edebilirsiniz.
Onun için bizim başkana ihtiyacımız yok! Mustafa Ekmekçi, o güzel adam üzerine konuşulduğu vakit aklıma hep güzel sıfatı gelir; o hoşluğu, zarafeti ve hatta o muzipliği, o çocuksuluğu! Bir taraftan "koca adamsınız" der, öbür taraftan da gülerdi; yani öyle misiniz değil misiniz onu da kestiremezdiniz. Bazen bir toplantı için herkesi toplar fotoğraf çektirmek isterdi. Fotoğraf çekilirken de;
-Şimdi bu fotoğraf MİT'in eline geçerse, görüyor musun hepsi birden toplanmış hepsini bir araya getirmişler, derler! diyerek gülerdi.
Neresinden başlayacağız bilemiyorum. Mustafa Ekmekçi, yıllar önce bir defa benim sınıf arkadaşımdı. Belgeselde Metin Aksoy onu atlamış, belki onu tamamlayacaktır. Mustafa Ekmekçi 1965 yılında Basın Yayın Yüksekokulu açılırken, gazeteci kontenjanından kabul edilen meslekten gelen öğrenciler arasındaydı. Bir yıl biraz idare etti, derslere geldi gitti. Şimdi tam hatırlamıyorum ikinci yıl devam etti mi? Arada sırada gelirdi. Sonra; "Artık ben yapamayacağım; çünkü iki iş birlikte gitmiyor" dedi. Gerçekten fakültede dersler bütün hızıyla sabahleyin başlayıp öğleden sonra devam ederken, onun da gündem toplantısı, basın toplantısı, haber kovalamak gibi hiç vazgeçemediği o gazetecilikte önem verdiği temel işlevi vardı. Hatırlarım, biz de onu ziyaret ederdik, hem öğrenci hem gazeteci ağabey diye. Milliyet gazetesinin eski binası, yine Adalet Partisi'nin eski binasının karşısındaki sokakta bulunurdu, Kızılay'da. Orada üst katta küçük bir odada çalışırdı. Bir masası vardı. "Derslere gelemiyorum gidemiyorum" derdi. Bazen başkaları alınmasın, bir yanlış anlaşılma olmasın diye bir şeyleri de çok açık söylemezdi. Galiba eğitime başladıktan sonra bir şey keşfetti ki, diploma iyi güzel, ama o diplomayı almak için gelip gitmekle gazetecilik yürümüyor. Onun için sessiz sedasız bıraktı. Diploması belki olmadı Basın Yayın Yüksekokulu'ndan, ama Cebeci'de Siyasal Bilgiler Fakültesi'nin bir-iki odasında, dersliğinde öğrenciliğimizi yürütürken, o tarihte Süleyman Demirel'i izlemek daha önemli bir konuydu ve onu tercih etti.
Ekmekçi'nin sonraki yıllardaki heyecanını anlatmama gerek yok. Çünkü Metin Aksoy onları hoş aktarmış. Ve galiba çok da hoşuma gittiğini söylemek isterim. Hani o binlerce doların döküldüğü bir belgesel değil de Mustafa Ekmekçi'yi olduğu gibi aktaran, hatta bir ölçüde belki onun tüm uzun yaşamını dikkate alırsanız yeterince olmayan görsel malzemeyi de hoş değerlendiren bir belgeselle Mustafa Ekmekçi'nin o içtenliği, cana yakınlığı ve dostluğu yansıtılmış... Hiç unutmuyorum; Milliyet' in İzmir Caddesi'nde daha sonra geçtiği binasında yine onu ziyarete giderdik. Bazen de üniversitenin öğretim üyeleri olurdu. Benim hatırladığım, Alaattin Şenel bir gün karşısında oturuyordu. Onu büyük bir dikkatle dinlerdi. Herkesi dinlerdi.
Ekmekçi'nin esas kaygısı haberdi. Haberin de sadece basit bir şey olmadığını, gerisinde insan ve insanla ilgili düşüncenin gelişiminin de çok önemli rolü olduğunu, onu yakalamaya çalışmak gerektiği kaygısını Ekmekçi'nin sürekli duyduğunu da burada vurgulamak istiyorum. Alaattin Şenel ki; hiç haber olacak, haberle ilişkili bir şey verecek insan değildir. Buna karşın Ekmekçi, O'nu dikkatle dinlerdi. Yalnız bir taraftan da cigarasını -o tarihte sigara içmenin çok kötü bir şey olduğunu algılayamıyorduk, biz daha küçüktük- inanılmaz bir coşkuyla onu içmekten de öte, yutardı! Fakat şimdi düşünüyorum. Acaba sigara coşkusundan mı yoksa habere ayıracağı zamanının biraz azalmasından mı heyecanı ya da bu sıkıntıyı çekerdi? Onu hiçbir zaman sormadık, o da hiçbir zaman söylemedi. Ama diyor ya, belgeselde de vardı: Eleştiri, ama kimseyi rencide etmeden, incitmeden yazmak çok zordur, çok da güçtür. Belki onu yakalamaya izin veriyordu.
Ekmekçi, bu salonda da konuşmacı olarak bulunmuştu, hatırlıyorum; hatta aynı toplantıda birlikteydik. Ekmekçi, bir yıl sonra dönüp baksa Türkiye'deki sorunların aynen bugün de devam ettiğini, bunda şaşırtıcı bir taraf olmadığını bilerek, hatta gülerek, eğlenerek söylerdi.
-Yine toplantınızda aynı konuları söyleyeceksiniz. Bakalım nasıl değişik şeyler söyleyebilecek misiniz?" diye de takılmadan edemezdi. Gerçekten bazılarını benim de izlediğim katıldığı her toplantıya renk katar hiç duymadığımız, işitmediğimiz, insanlara sadece hazırlıksız bir konuşmanın ürünlerini değil de geçmişten, yaşadıklarından, unutulmuşluklarından hiç kimsenin hatırlama çabasını gösteremediği bir takım pırıltıları, renkleri yakalayıp getirirdi. Yeni İstanbul' dan nasıl kovulduğunu anlatmasını hala hatırlarım.
Gazetecilik fakültesi öğrencilerinin çok dikkatle izlemeleri gerekir. Çünkü aslında bir şey söylemeye uğraşırdı:
-Türkiye'deki pek çok problem yeni filan değil! Öteden beri devam ediyor; biçim değiştiyor, ama bunu kavramak bununla hesaplaşmak için de ayrıntılarda olayı yakalayıp onun üstüne gidebilmek gerekiyor.
Mustafa Ekmekçi'nin galiba -bugün biraz daha iyi anlayabildiğimi düşünüyorum- bir filozof yanı vardı. Fakat bu filozof yanı daha çok kendine ayırdığı bir alandı. Gazeteci olarak herkese akıl vermekten nasihat etmekten kaçınırdı. Ama o filozof yanı olayların gerçekten nasıl geliştiğini, yakalamasına, anlamasına izin verdiği için büyük bir ciddiyet ve ısrarla olayın ve haberin üzerine giderdi. Ancak o dokunun gerçekleri anlamak için insanların gözlerini açmaya yardım edeceğini düşünür ve onu dantela gibi işlerdi. Koşuşturup dururdu.
TÜM dergisini çıkartırken yanındaki en küçük eleman bendim. Çünkü fakülte bitmemişti. Ona uğruyorduk arada sırada. O da böyle bir dergide çalışıp çalışmayacağımı sormuştu. Çokta uzun sürmedi. Bir buçuk ay filan sürdü. Geliş gidişler. Dergi kapandı. Milliyet' ten aldığı kıdem tazminatını da orada harcadı. Dergi bitti. Sonra bana dedi ki:
-Sana borcum ne?
Bu kadar gidip geldim, bir şey de yapmadım aslında. Bir şeylere bakınıp duruyordum. Öğrenir miyiz diye. Tam tersine bizim borçlu olduğumuzu söylediğimiz vakitte çok bilgiç, o filozof gülüşleriyle bakardı. Bir şeye çok dikkat ederdi. Mutlaka yanında çalışırken karnınızı doyurmanıza özen gösterirdi. Ve derdi ki:
-Küçükler daha zor doyar!
En çok parçaları ya da getirdiği büyük miktarları da onlara ayırırdı. Öyle bir heyecanı, öyle bir insansı, öyle bir çocuksu yanı, bir içten yanı vardı.
Dönüp baktığımızda en büyük coşku ve mutluluğu herhalde kendi düşüncelerini açıklayabildiği yayın organlarında çalıştığı dönemler de duymuş olsa gerek, diye düşünüyorum. Çünkü o geçiş dönemlerinde, zor dönemlerde bir yerlerde çalışmasının çok büyük mutluluk verdiğini zannetmiyorum. O'nu yine de Cumhuriyet' teki yılları, olayları ve düşünceleri insanlarla coşkuyla paylaştığı dönem heyecanlandırırdı. Etrafında ona coşkuyla bir şey anlatmak için gelen insanları keyifle, bazen onu biraz yorsalarda yine vakit ayırarak dinlemeye çalışırdı. Çok keyifliydi. Fakat dediğim gibi belki üniversiteden katılan ve onun yakınında birisi olarak bir iki cümleyle İsmet Demirdöğen'in dikkatimize sunduğu konulara yani medyanın genel olarak içinde bulunduğu duruma değinmek gerekirse Ekmekçi'nin vefatından sonra olayların daha hoş geliştiğini söylemek mümkün değil. Hatta iyiye gittiğini bile söylemek mümkün değil. Bir taraftan çok ezici ağır dünya koşulları. Bu dünya koşullarına Türkiye'nin uyarlanmasına yardım eden güçlerin inanılmaz istek ve arzusunun medya dünyasını da çok güç durumda bıraktığını söylemek zorundayız.
Ankara'nın hangi semtleri daha zor bunu yaşıyor derseniz, biri herhalde Emek'tir. Çünkü orada bir iletişim fakültesi var. İkincisi Cebeci'dir. Orada da bir iletişim fakültesi var. Üçüncüsü radyo binasının olduğu Sıhhiye'dir. Orası da bir iletişim aracı. Sonunda da belki Oran'a doğru uzanan o aks üzerindeki özel sektörün radyo-televizyon yayıncılığı yaptığı alan var. Buralarda hava sürekli kapalı, bulutlu, yağmurlu, fırtınalı. Belki insanlar sular seller altında değiller, ama bu sıkıntıyı sürekli olarak yaşıyorlar. Emekçiler, gazeteciler bu işe gönül vermiş insanların zannediyorum çok mutlu olduklarını söylemek mümkün değil. Fakat seçeneksizlik, tıkanıklık ve Türk siyasetindeki tıkanıklık belki bu gerginliği ve atmosferi daha da ağırlaştırıyor.
Mustafa Ekmekçi, bu konularda mücadele verdi, çok emek sarfetti. Benim tek üzüntüm fakültede onun için düşündüğüm bir küçük noktayı gerçekleştirememek oldu. Çünkü Ekmekçi belki biraz bunu anlamıştı; öğrenciler onunla çok sık mülakata gider olmuşlardı. Basın tarihi dersi çerçevesinde ona bir saygı sunma hazırlığı içindeydik, yani onun geçmişini, şu belgeseli onun vefatından, aramızdan ayrılmadan önce bir miktar hazırlayabilme heyecanı duyduk. Hatta o yolla ona hiç bu güne kadar gerçekleştiremediğimiz bir fahri doktora verip veremeyeceğimizi düşünüyorduk. Bunu kendisine açtığımız zaman ciddi bir engel olduğunu; çünkü öteden beri domuz eti konusunda sürekli yayın yaptığını, bir fahri doktora için bunun engel olabileceğinin söylendiğini dile getirdiğini de duymuştuk. Ama biz ona çok aldırmıyorduk. Sadece belki araştırmalarımızı tamamlayamadık. Belki çalışmalarımızı sona erdiremedik. Ekmekçi'yi sahnede sunmak istiyorduk öğrencilerle birlikte. Onun yaşarken geçmişini paylaşmak istiyorduk. Olmadı. Teşekkür ederim.
TALİP APAYDIN: Mustafa Ekmekçi'nin dostları elbet benim de dostlarımdır. Hepinize saygılar. Bendeki Mustafa Ekmekçi, bir yanı köyde Türk halkının tabanında bir yanı Türkiye'nin yetiştirdiği en ileri aydınların ortamı içinde. Yani aklının ve kalbinin bir tarafı halkta bir tarafı en ileri düşüncelerin, fikirlerin ortamı içinde. Alabildiğine sevimli bir adamdı. Yani benim zaman zaman kızdığım anlar olmuştur. Fakat sonradan kendi kendime düşünmüşümdür; bu adama kızılır mı? Yani kızılamayacak kadar sevimli sevecen bir insandı. Halktan getirdiği o insan değerlerini hiç yitirmeden; ama Türkiye'nin en aydın insanlarının içinde de aynı sevgiyi saygıyı toplayabilen insan. Kendisiyle ilgili birçok anılarım var. Anekdotlar var.
Türkiye öğretmenlerine, kıyılan, haksızlıklara uğrayan, sürülen ordan oraya atılan, mahkemelerde süründürülen, ne bileyim her türlü haksızlıklara uğrayan öğretmenlere Türkiye'de en yakın gazeteci Mustafa Ekmekçi olmuştur. Özellikle Köy Enstitüleriyle ta baştan bu yana çok yakından ilgilenmiştir. Onun için biz Köy Enstitülüler Mustafa Ekmekçi'yi kendimizden sayarız. Hatta kendimizden daha çok Köy Enstitülü olarak kabul ederiz. Bir de Türkiye'de başı sıkışan, bir sorunu olan; ne bileyim idare ile, mahkemelerle bir sorunu olan herkesin Ankara'ya geldiği zaman ilk gördüğü insan Ekmekçi'dir. Ben de bunu 1966'da yaşadım. Aynı şeyler oldu.
Amasya öğretmen okulundayken bakanlık emrine alınmıştım. Neden bakanlık emrine alındığımı bile anlayamamıştım. Çünkü bir ay önce bakanlıktan takdirname almıştım. Bir ay sonra durup dururken "fikirleri ve davranışları öğretmenlikte çalıştırılmasını sakıncalı kıldığından" diye beni bakanlık emrine aldılar. Ankara'ya geldim. Arkadaşlarla görüştüm. Dediler ki:
-Bunu sen Ekmekçi'ye anlat.
Ekmekçi'yle de yüz yüze gelmemiştim hiç. Tabii daha evvel okuyordum yazılarını ilgiyle. Takip ettiğim, sıcak bulduğum bir yazar. Fakat ilk defa yüz yüze geldik. Gittim. Anlattım.
-Ben Talip Apaydın...
-Aaa! dedi.
Eskiden beri tanışıyormuş gibi kucakladı. Odasında oturduk. Derken telefon çaldı. Başladı telefonla konuşmaya. Ben orada unutuldum. Biraz sonra bir telefon daha... Arkasından bir telefon... Adamın ömrü telefonda geçiyor. En sonunda biriyle konuştu gene uzun uzun...
-Ya öyle mi, yapma! filan diyor arada.
-Acaba diyorum. Kim acaba, kiminle konuşuyor?
En sonunda dedi ki:
-Paşam, aldırmayın. Bunlar olur. Türkiye burası.
O zaman anladım ki bir paşayla konuşuyor. Ben tabii ki taşradan gelmişim. Bir paşayla nasıl böyle konuşulur anlayamıyorum bir türlü.
-Yahu kiminle konuşuyorsun?
Genelkurmay Başkanı'yla konuşmuş. Hemen düğmelerimi iliklediğimi hatırlıyorum! Öyle rahat bir insan. Yani hem halktan birisi hem de Genelkurmay Başkanıyla "Ya öyle mi paşam" diye konuşabiliyor; benim aklım havsalam almadı. Böyle rahat bir insandı. Herkesle iletişim kurabiliyor. Herkesin dostu, ahbabı.
Türkiye'nin her yerinde nereye gitsek; "Ekmekçi'yi görüyor musun? Ekmekçi'ye selam söyle" diye O'nu soruyorlar. Herkesin tanıdığı bir adam. Yani adeta kıskanırdım. Bir insan nasıl bu kadar geniş bir kitle ile iletişim içinde olabiliyor ve bu kadar çok insanın sevgilisi haline geliyor? Arkadaşlar da anlattılar sevimliydi gerçekten.
Bir anımı anlatmak ve sözlerimi bitirmek istiyorum. Birlikte Londra'ya gittik. 1994'te... Londra'da büyük bir salon. Balkonlara kadar dolu. Boş değil, şimdiki gibi. Server Tanilli toplantıyı idare ediyor; konuşmacılar ise İlhan Selçuk, Melih Cevdet Anday, Mustafa Ekmekçi ve ben. Herkes Köy Enstitülerini anlattı. Yalnız Server Tanilli dedi ki:
-İçimizde Köy Enstitülü olan sadece Talip Apaydın var. Ama bizler Köy Enstitülerini severiz. Köy Enstitülerinin dostuyuz.
Herkes Köy Enstitülerini överek anlattı. Sonra sıra bana geldi. Ben de yoksul, karanlıklar içinde bir köy çocuğu olarak Köy Enstitülerine nasıl girdiğimi, nasıl değiştiğimi, nasıl bir eğitimden geçtiğimi, o aydınlanma eğitimi içinde nasıl kendi insan değerlerimizi anladığımızı, bugünlere nasıl geldiğimizi anlattım. Sıra geldi Ekmekçi'ye. Ekmekçi mikrofonu aldı. "Benim iki konudaki yazılarım çok beğenilir: Köy Enstitüleri ve domuz" deyince salonda bir gülüşme oldu. Ben garip hareketler yapmışım "Köy Enstitüleri ve domuz" deyince. Daha çok güldü millet. Bir tuhaf oldum. Kendimi bir an domuz gibi falan gördüm. Sonra usulca eğildim; "Ekmekçi, sorarım bunu senden!" dedim.
Neyse Ekmekçi anlattı uzun uzun. O da bitti. Aşağıya indik. Kitap imzalayacağız. Fakat herkesin yanında olmuyor. Ertesi gün Türkiye'ye dönmek üzere uçağa bindik. Uçak tenhaydı.
-Arkaya gel birlikte oturalım.
Yakasından tuttum. "Seni uçaktan aşağıya atacağım. Ne yaptın sen beni orada?" diye şakalaşırken hostes geldi. Bizi kavga ediyor mu ne zannetti.
-Size birer viski getireyim sakinleşin...
-Peki!
Viskiler geldi. İçtik. Tabii kavga filan değil; ama "Ekmekçi, fena yaktın orada. Köy Enstitüleri ve domuz olunca herkes bana domuz gibi baktı" dedim.
Ekmekçi'yle ilgili bir küçük fıkra daha anlatayım. Ekmekçi geç evlendi biliyorsunuz. Ankara'daki arkadaşları ikide bir yemeğe çağırıyorlar. Ağırlıyorlar. Ekmekçi bir gün demiş ki:
-Yav arkadaşlar, hep beni utandırıyorsunuz. Bir gün de ben kendim yemek yapacağım. Bana buyrun. Ben ağırlayacağım sizi...
-Peki! demişler.
Ekmekçi, etli kuru fasulyeyi çok severdi. Her gittiğimiz yerde yemek yerken illa etli kuru fasulye isterdi. Fasulye almış. Bakmış biraz kirli; ıslamış önce. Bakmış yine kirli, yani lekeler var üzerinde "fay!" dökmüş. Ovuştura ovuştura yıkamış iyice. Ama anlaşılan iyice durulamamış. Pişirmiş fasulyeyi. Çağırmış arkadaşları, gelmişler oturmuşlar sofraya. Başlamışlar yemeğe...
-Amma güzel pişirmişsin. Çok güzel! Yalnız köpürüyor benim ağzımda!
-Benim de ağzım köpürüyor!
-Arkadaşlar bırakın yemeği.
-Niye?
-Yav ben fayla yıkamıştım. Onun için iyi yıkayamamışım. Bırakın lütfen!..
Hepsinin önünden toplamış tabakları. Geriye ne kaldıysa onları yemişler.
Ekmekçi, hayatı yani yaptığı işi, görevi çok ciddiye alırdı. Hem de; hem yaşamında hem yazılarında, satır aralarında belirgin bir ironi vardı. Yani hayatı alaya alabilmek. Yani bu, bir yaşam sevincinden gelir. Çok ünlü kahkahaları hala kulağımızdadır. Bazen zamanlı zamansız telefonu açar, bir şey sorar: Köy Enstitüleriyle ilgili soru. Cevap veririm. Fakat yerine getirir; bir kahkaha atar böyle. Hemen telefonu uzaklaştırırım. Çünkü kulağımın zarı patlayacak gibi olur. "Ekmekçi yavaş, kulağımı patlatacaksın" derdim. Bir kahkaha daha atar. Böyle müthiş güzel kahkahaları vardı. Sevimli bir insandı. Sevecen bir insandı. Yani Türkiye'de bu kadar çok insanın sevdiği başka insanlar belki vardır, ama pek azdır. Ekmekçi, benim 30-35 yıllık arkadaşım. Sevdiğim dostlarımdan birisi. Uğurlar olsun Ekmekçi. Şu dünyaya çok iyi bir çektin gittin.
MUSTAFA BALBAY: Sayın Apaydın bu telefonla ilgili anıları anlattıkça benim de aklıma geldi. Biz Mustafa Abi'nin ev telefonu meşgulse sevinirdik. "Oh evde!" derdik. Çünkü telefon çalıyorsa, evde yok demektir.
Sevgili dostlar, konuşmaya başlamadan önce bir haberi sizlerle paylaşmak istiyorum. Eminim Mustafa Abi de paylaşmak isterdi. Bazılarınız biliyordur. Haberleri izlemişsinizdir. Akın Birdal'a saldıranlar yakalandı. Susurluk bağlantılı çıktı. Bir tanesi Yeşil'le bağlantılı çıktı. Bir tanesi tetikçiler, Bahri Eken ve Kerim Deretarlı ve özellikle uzman çavuş Cengiz Ersever çıktı bir tanesi. Buraya gelmek üzere bürodan çıkarken arkadaşlar Cengiz Ersever'in Cem Ersever ile akrabalığı var mı onu araştırıyorlardı. Uzman çavuş; ama ne uzmanı olduğunu anlıyorsunuz. Birinin Flash TV baskınına da katılan kişi olduğu ortaya çıktı. Bu bilgiler dün gece Akın Birdal'a ulaştırılmış, teyit etmiş. Özellikle o tetikçiler bölümünde "Evet" demiş. Şu ana kadar bizim polis-adliye muhabirimiz Evin Göktaş'ın da aldığı bilgiler kadarıyla! Ama bu bilgilerle de her şey tamam demek çok zor. Ama yine de faillerin yakalanmış olması, belli bir mesafe alınmış olması sevindiricidir. Çünkü Türkiye'de pek çok olay faili meçhulle kaldı. Ama Akın Birdal'la ilgili olay "faili muhtelif" kalacaktı. Herkes bir yere yığmaya çalıştı. Kimisi iç hesaplaşma demeye kalktı. Kimisi bambaşka anlamlar yüklemeye kalkıştı. En azından aydınlatılmış olmasının sevindirici olduğunu vurgulayalım.
Sevgili dostlar, Ekmekçi ile birlikte çalışmış olmanın gerçekten -dün mezarı başında da aktarmaya çalıştığım- hem güzellikleri var hem de pek çok şeyi "keşke" daha çok paylaşsaydık duygusu. İçimde hep o duygular var; ama sanıyorum bu "keşke" duygusunu insana veren, çok paylaşmış olunması. Çok şey paylaşmış olmasak belki, daha çok paylaşsaydık demezdik. Belki de bu paylaşma duygusu "yetersizliğin" de kardeşi herhalde. Çünkü insan daha çok paylaşınca, "keşke daha çok olsaydı" diyor.
Mustafa Ekmekçi, öncelikle benim pek çok kişinin ilk kez elini sıkmamı sağlayan kişiydi. Bu yanıyla ilk aklıma gelenler; Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Mahmut Makal, Dursun Kut, Şinasi Özdenoğlu. İlk onun odasında tanışmıştım. Çünkü odası açık olurdu zaten. Ne zaman odasının önünden geçsem, "Balbay, bak seni kiminle tanıştıracağım?" der. Mutlaka o kişiyle tanıştırır ve ortak bir payda yakalamamızı sağlardı. Pek çok meslek büyüğü bundan çekinir. Kendi ilişkilerini paylaşmak istemez. Ankara'da belki de tanıdığım pek çok kişiyi ilk kez Ekmekçi aracılığı ile tanıdım. Tabii onun aracılığıyla kurulan köprüden sonra da dostluğu pekiştiriyordum.
Türkçe konusunda -biraz önce Korkmaz Hoca da vurguladı- hakaret etmemek yani olabildiğince nazik olmak, konusunda da çok hassastı. Bir gün benim odamda konuşuyoruz. Şevket Kazan Adalet Bakanı. Dedi ki: "Balbay, ben bu adama küfretmek istiyorum. Ama nazik olmak istiyorum. Ne yapacağız?" Ben de aynı şeyi düşünüyordum. Ve o gün hatta yazıya başlamıştım. İşte "Adalet Kazan, Şevket kepçe" diye bir başlık koymuştum.
-Ben de aynı şeyi düşünüyorum. Neler var bir söyle bakalım...
-Artık adaletin çivisi Kazan'ın elinde; al çak, diyeceğim!
-Dur ben biraz daha nazik olanını, biraz daha ağır olanını bulmaya çalışayım...
Farklı şeyler bulmuştu; ama "Adalet Kazan, Şevket kepçe" ye takılmıştı. Tabii gazeteyle bağı gerçekten yaşamının son demine kadar güçlü ve sıcaktı. Hatta hastaneye kaldıracağımızdan bir gün önce gece aramıştı: "Yarın ben İzmir'e gidemeyeceğim. Uçak bileti de boşa gitmesin. Bunu açığa alalım." Sonra da ne yazık ki yaşama döndürememiştik. Son güne kadar da bu kadar aktifti. Hafta içi genellikle gazetemizde saat 9.30'da sabah toplantısı olur. 10.00'da biter. 10.00-10.30 arası Cüneyt Arcayürek'le sabah kahvesi ve günün değerlendirmesini yaparız. Sonra gün başlar... Bazen Mustafa Abi de katılır buna. Ama katılmadığında da evden bir arar saat 9.00-9.30 arası. Hafta sonu güne bir saat geç 10.00-10.30'da başlıyoruz. Bir gün sohbet ederken dedi ki:
-Yav Balbay, hafta sonu gazeteye kimse gelmiyor...
-Yapma Mustafa Abi. Neden?
-Geçen aradım, pazar günü kimse yoktu.
-Kaçta aradın abi?
-9.15...
-Ama abi hafta sonu biraz geç geliyoruz.
-Yav o günde, o saatte de insan olsa iyi olmaz mı?
-Mustafa Abi, bu da insan haklarına aykırı olmaz mı?!
-Tamam. Hafta sonu biraz geç arayayım. Bastı kahkahayı. Ondan sonra da hafta sonları daha çok öğle saatlerine doğru aramaya başlamıştı.
Sevgili dostlar, tabii dost deyince insanın aklına hep kötü gün dostu gelir. Kötü gün dostu güzeldir tabii. Ama bence en az kötü gün dostu kadar iyi gün dostuna da ihtiyaç var. Çoğumuzun iyi gün dostu azdır. Yani kötü gün dostu, kötü gününüzü sizinle paylaşacak. Onun da ilacı zaman aslında. Ama iyi günü paylaşmak sanıyorum çok zor. Pek çok insan için. Ama Mustafa Ekmekçi, iyi günü de paylaşan kişiydi. Bunun benimle de ilgili pek çok yanı var. Ama o ayrıntılara girmek istemiyorum. Benim özgüvenimi çok artıran bir paylaşım olmuştu. Gerek Cumhuriyet' in yönetimi konusunda gerekse günlük yazılar konusunda. Tabii sevgili Metin Aksoy'un eline sağlık, çok güzel bir belgesel hazırlamış. Korkmaz Hocam'ın söylediği gibi hani kimileri binlerce dolar harcayıp bunlara giriyor. Ama sanıyorum bu kadar sıcak olması da çok zor olurdu. O teknik yetersizlikler de Mustafa Ekmekçi'ye özgü doğallık olmuş.
Mustafa Ekmekçi'nin haberle bağı, tabii ilgili olanlar bilirler, o yanıyla da ilgili pek çok anı var. Bir tanesini aktaracağım.1991 yılı 19 Ağustos sabahı. Sovyetler dağılmanın arifesindeydi. Sabahın erken saati parkta dolaşmaya başladım, başlayacağım. Mustafa Abi. Kulağında radyo. Birkaç yüz metre uzaktan bir ses: "Balbay! Balbay! Darbe oldu. Gorbaçov gitmiş. Yerine şu gelmiş. Genelkurmay Başkanı şu olmuş." Bütün parkta yankılanan bir sesle ilk aldığı haberleri vermişti. Ve darbeyi de ilk ondan öğrenmiştik. Gerçekten günlük akışla ilgili çok yoğun temasları olurdu gazeteyle. Ve özellikle akşam saatlerinde kullandığı ilk tümce şu olurdu: "Haberlerden ne var?" İlk onu söylerdi. Ardından biz de "haberlerden şu var, bu var" diye sıralardık. Mutlaka kendisinin katkıda bulunup bulunamayacağını sorardı. Aramızda azda olsa iletişim fakültesinden öğrenciler var. Geçen aylarda iletişim fakültesinde bir panelde iletişim dünyasını, medyanın içinde bulunduğu durumu anlattıktan sonra öğrenci arkadaşlardan biri sordu. Dedi ki:
-O kadar karamsar bir tablo çizdiniz ki, şu anda hayal bile kuramıyorum. Lütfen benim için bir hayal kurun.
Bende geriye dönüp baktım: Sanıyorum gelişmeleri biraz acımasız anlatmışız... Ama bugün o hayali bugüne taşımak gerekirse gerçekten Mustafa Ekmekçi, pek çok olumsuzluğuna karşın gazeteciliği bütün yönleriyle yaşayan, bütün olumsuzlukların ayırdında olan; ancak yaşam sevincini hiç kaybetmeyen bir insandı. Belki de yeni kuşaklara aktarabilecek en güzel miraslarından biri de buydu. Bir atasözümüz vardı: "Öfkeyle kalkan zararla oturur." Mustafa Ekmekçi, bazen öfkeyle kalkardı: Bir şeye bozulduğu zaman... Ama zarar vermeden! Sonra odayı terkederdi. Öfkesi işte buydu!
Cumhuriyet çalışanları medyadaki tüm olumsuz koşullara karşın halkın doğruları öğrenmesi için gazetenin yayınını sürdürmeye çalışıyorlar. Şu anda pek çok teklif geliyor: "Gelin plazanın 4 katı, 5 katı sizin olsun. Bırakın bu bağımsız gazete vaziyetlerini." O zaman bizde biliyoruz ki Cumhuriyet' in içi boşalır. Belki yükseğe çıkar; ama içi boşalmış olur. Genel medya yapısı, gazete sahipliği yapısı değişince bu bütün yapıyı etkiledi. Ve tabii gazete sahibi gazeteci olunca, başyazıyı da zaman zaman o yazardı ve deyim yerindeyse mürekkep yalamış kişi olurdu. Bir kişi mürekkep yalamışsa başka bir şey yalayamaz. Ama mürekkep yalamamışsa aklınıza gelebilecek her şeyi yalar. Yanlış anlamayın; parmağını yalar! Ve pek çok değerler de o zaman yalama olur. Bugün biraz gazetecilik, daha doğrusu medya dünyasında bir yanıyla bunu yaşıyoruz. Örneğin bugün bir uç örnek vermek gerekirse bir zamanlar bir milyon tirajı yakalamış, bugünlerde kapandı kapanacak aşamasında; ama yine de gazete sahibidir. Günaydın gazetesinin sahibinin lakabı şu arkadaşlar: "Altın kabzalı tabanca taşıyan kumarhaneler kralı!" Pek çok kişi "medyokrasi" diyor bunun adına, birinci güç diyenler oluyor -ben buna katılmıyorum- medyaya çok güç vererek güçsüzleştiriyorlar.
Bugün artık medya gücü yok. Güçlerin medyası var. Bu çok temel bir ayırım oldu arkadaşlar. Artık medya gücü yok; onun yerini güçlerin medyası aldı. O zaman tabii kamuoyunu bilgilendirmek, bağımsız habercilik yapmak kaygısı taşıyan kişiler artık medya sahibi değil... Medya artık o güçle gücüne güç katmak isteyen kişilerin eline geçti. Tabii durum böyle olunca sevgili dostlar, örneğin, geçen birkaç yıl önceydi, bu her yere uzanan bir televizyon var; çimento fabrikalarını sürekli haber yapıyor. Biz arkadaşlarla takıldık:
-Bunlar çimento fabrikalarını satın alacaklar.
Gerçekten birkaç ay sonra çimento fabrikalarını satın aldılar. Bugün hala parasını ödemediler. İşte medya gücünü bu şekilde ele geçirince o, gerçekten artık amaç olmaktan çıkıp araç haline dönüşüyor. Doğal olarak bu gazetecileri de etkiledi.
Ben Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunuyum. Bizde öğretilen; gazeteci haber kaynağıyla, devlet büyüğüyle hep mesafeli olur, mesafeyi korur, ilişkilerini düzenler. Ama seksenlerin ortasından itibaren bu yapı da değişti. Ve artık köşe yazarı için haber kaynağıyla kurduğu mesafe değil, onunla yakınlığı, iç içeliği özellik haline geldi. Yani bir anlamda Başbakan'ın sürekli aradığı, sürekli onun özel uçağında olan kişiler belirdi. O zamanda tabii Türkçe'yi iyi kullanan, topluma bağımsız bir şekilde haberi ulaştıran kişiler değil; onun yerini artık başkana yakın olan, devlet yönetimine yakın olan kişiler, öne çıkan kişiler almaya başladılar. O dönem özellikle 80'lerin ortalarından itibaren Özal mantığıyla başlayan bu yapı öylesine gazeteciler arasında bir ayrıma neden oldu ki biz gazetecileri o dönem ikiye ayırırdık; uçan gazeteciler, sürünen gazeteciler. Uçan gazeteciler, sürekli özel uçakta ve sürekli orda olunca da ister istemez o gün ülkenin sorunları değil, "Semra Hanım ne yedi, niye yedi, yemezse olmaz mıydı; Turgut Bey ne verdi?" gibi konular haber ve yazı konusu olmaya başladı. Ve onlar da üste çıkınca alttan gelen kuşak da bundan etkilendi.
En sevdiğim gazeteci tanımlarından biri -geçenlerde bir deftere böyle gazeteci tanımları yazmaya çalıştım, yüze yakın tanım- "haber, tarih taslağının ilk aşamasıdır." Gerçekten yıllar sonra bugünü araştıracak kişiler gazetelere bakacaklar. Bir diğeri ise Gabriel Garcia Marquez'nin tanımlaması: "Gazeteci yaşadığı çağın tanığıdır." Ama biraz önce anlattığım mantık, genel medyadaki pek çok gazeteci dostumuzu yaşadığı çağın tanığı değil sanığı haline getiriyor. Ve bu, toplumdan korkma, beraberinde ülkenin sorunlarından da kopmayı getirdi... Son dönemde gazetelere bakarsanız, örneğin birkaç gün önce bir gazetede manşet: "SSK devletin üzerinde neden yük?" Yani kapatılsın bunlar, kaldırılsın. Oysa seksenlerde gazeteci şöyle yazardı: "Gültepe'ye niçin belediye otobüsü gitmiyor? SSK Etlik Hastanesi'nde polikliniklerde niçin az doktor var?" Şimdi ise "Bu poliklinik neden açık?" diye yazıyorlar. Neden? Çünkü kendi özel doktoru var artık. Kendi yaşamıyla ilgili değil orası, kendi dünyası ayrı bir dünya. Bu yüzden de ülkenin sorunlarıyla ilgilenmek yerine, daha doğrusu artık medya sahibinin kaygıları doğrultusunda kalemi kullanma ya da o haberlerin ön plana geçmesi söz konusu. Tabii burada bütün meslektaşlarımı karalamak istemiyorum. Gerçekten bunu usulende söylemiyorum. Çok nitelikli, çok dürüst arkadaşlar da var. Ama onların yazdığı haberler diğer gazetelerin tek sütunluk bölümlerine manşet olabiliyor. Ya da arşive manşet oluyor. Birinci sayfaya çıkan haberlerde bunlar oluyor. Bir örnek vermek gerekirse; SSK, diyelim ki yılda 500 milyar zarar ediyormuş... 300 milyarını özel şirketler vermemiş bu kuruma. Sonra oraya eleman doldurmuşlar, her gelen bilmem ne yapmış içi boşaltılmış; aynı gün diyelim, iç borçlanmayla medyalara ait bankalar devletten milyarlarca lira almışlar. Bugün biliyorsunuz bütçenin yarısı faiz ödemesi. Onlar hiç yük değil, SSK hastanesi yük. Neden ? Çünkü o özelleşecek, o alana da girecek, sırada o var çünkü.
Okullara girildi. Enerji alanında da çok büyük bir paylaşım var biliyorsunuz. Ve öyle bir paylaşım ki bu, biraraya geliyorlar; herkes hakkına razı olacak, "sakın mahkemeye gitmek yok" diyorlar ve önceden paylaştırıyorlar kendi aralarında. Diyelim ki bir tanesine az verilme olasılığı var, çok alan onu ortak ediyor kendi şirketine. Yani böyle bir yapıyla karşı karşıyayız. Örneğin, bir kilovat enerjinin, yanılmıyorsam, maliyeti 70 lira, bunu alan holdingler size 4 bin liradan satacak; 70 lira, 4 bin lira! Ödemediğiniz gün zaten kesecek; çok büyük bir nakit, para akışı. Bunu tamamladığımızda arkadaşlar, bu son dönem, Türkiye'de, çok fazla işlemeyen bu çok hususi şirketlerle ilgili haberler fazla ön plana çıkmadı. Onlar şimdi kendi anayasalarını yapıyorlar. Bu MAI-Çok Taraflı Yatırım Anlaşması ile artık şirketler de kendi anayasalarını oluşturuyorlar. Ne yapacaklar? Diyelim Türkiye'de yatırım yapıyorlar; Petrol Ofisi'ni aldın, 7 bin kişi çalışıyor orada, bir Amerikan şirketi bir gün bir form vermiş diyor ki 2 bin kişi çok verimli olur, diyor: 5 bin kişiyi atacak yani. Böyle bir hukuki durum olduğunda, Danıştay, idare mahkemesi hiç yok hükmünde sayılacak arkadaşlar. Ne olacak, uluslararası kendi mahkemesi etkin olacak. Bu yapının Halkla İlişkiler Daire Başkanlığını medya üstlenmiş durumda. Ve şu anda medyanın düşünün işte, bir gazete sahibinin televizyonu var, bankası var, radyosu var, pazarlama şirketi var, fabrikaları var. Fabrikasının, gazetesinde reklamını yapıyor. Ürünlerini pazarlama şirketi aracılığıyla pazarlıyor, bankası biraz kar etmişse hemen şirketlerine kredi olarak dağıtıyor, bankasının karını şirketlere veriyor. Ve bu çark öyle bir tamamlanmış durumdaki arkadaşlar, örneğin bu çark içinde devletten yılda 10 trilyon lira teşvik alıyorsunuz, bunun 250 milyarını devlete vergi olarak veriyorsunuz, vergi rekortmeni olarak madalya alıyorsunuz. Yani en yurtsever kişi ilan ediliyorsunuz ve madalya alıyorsunuz. Bu yapının bir tek İstiklal Marşı ile para birimi eksik, onu da Ankara sağlıyor. Böylece "körler, sağırlar birbirini ağırlar" örneği bu iki yapı birbirini tamamlayıp ülke gerçeklerinin dışında bambaşka bir yapı oluşuyor.
Dün, bilmiyorum Meclis'i izleyebildiniz mi arkadaşlar? RTÜK yani Radyo Televizyon Üst Kurulu Yasası'ndaki radyo ve televizyonların kuruluşlarına ilişkin hükümler değişiyor. Bu yasada arkadaşlar, 4 hüküm değiştiriliyor. İki tanesi şu: Ortaklık yapısı serbest bırakılıyor, bir de devlet ihalelerine girmek tamamen serbest bırakılıyor. Zaten gelişmiş ülkelerdeki demokrasi ile bizdeki arasında küçük bir fark var: Onlarda serbest olan bizde yasak, onlarda yasak olan bizde serbest. Medya bölümü de böyle işte. Hiçbir ülkede arkadaşlar, televizyonu olan kişiye aynı zamanda gazete yaptırtmazlar, banka ise hiç yaptırtmazlar. Çünkü o onun başka bir güç olduğunun ayırdındadırlar. Ama bugün ne yazık ki, dün Meclis'te görüşülmeye başlanan bu yasa, iktidar ortağı milletvekilleri de aleyhindeler; "Olamaz! Çok kötü!" Meclis Başkanı'nın dün akşam bir kokteyli vardı; miletvekillerine tek tek sordum, tümü, aleyhte olduğunu söylüyorlardı:
-Ama mecburuz!
-Niye mecbursunuz?
-Mecburuz!
Dört beş milletvekili aleyhte oy vereceğini açıkça söyledi. Önümüzdeki günlerde onların aleyhinde haberlere de hazırlıklı olmak gerekecek. Bu yasayla ilgili önümüzdeki çarşamba günü görüşülmeye devam edilecek. Ben sözü uzatmayayım, bu yasanın ayrıntıları çünkü, yarın ki Cumhuriyet gazetesinde! Teşekkür ediyorum beni dinlediğiniz için.
MAHMUT T. ÖNGÖREN: Ben önce, Sayın Korkmaz Alemdar için bir şey söyleyeceğim, kendisi çok özür diledi. Programın bu kadar uzayacağını tahmin etmediğini; bir başka programa yetişmek zorunda olduğunu belirtti; herkesten özür diliyor. Şimdi, buraya geldiğimiz zaman; dışarda, konuşurken, hocamız Sadun Aren'den öğrendim ki; Akın'ı vuranlar yakalanmış. Ben de bir yazı yazmıştım Cumhuriyet' e göndermek üzere, şimdi çantamda duruyor o yazı; ilk satırı: "Bu katillerin yakalanacağına hiç inanmıyorum" diye başlıyor. Şimdi eğer Mustafa Ekmekçi burada olsaydı o güzel kahkahasını atardı, bunu ben söylediğim zaman. Benim bir huyum var, bilmiyorum iyi mi, kötü mü; çok sevdiğim insanları yitirdikten sonra onları böyle ayrı ayrı zamanlarda, ayrı ayrı mekanlarda hep "ben şöyle söyleyince şöyle yaparlardı, şöyle derlerdi; ben şunu yanlış yapsam şöyle eleştirirlerdi" diye düşünüyorum. Yani onlarla beraber yaşıyorum. Bunlardan biri Emil Galip Sandalcı'dır, ikincisi Yılmaz Güney'dir, beraber çalıştık dostluk kurduk, bir başkası Adem Yavuz'dur, televizyonda beraber çalıştığımız bir arkadaşımız, tabii Mustafa Ekmekçi biri de.
O'nu, kahkahasıyla tanıdım. Arkadaşımız Metin yönetmen oldu biraz kıskandım doğrusu! Çok sıcak bir belgesel izledik, orada da sözü ediliyordu; 1961 yılında Öncü diye bir gazete çıkardı Ankara'da. Ben, o zaman Ankara Radyosu'nda çalışıyordum, her gün o gazetede yazardım. Önce Faruk Güvenç vardı, müzikçiydi; o yazardı, sonra her gün yetiştirememeye başladı yazıları... Bana söyledi. Ben imzasız yazardım; çünkü devlet memuruyum, eleştiri yazısı yazamam özellikle de çalıştığım yerle ilgili. Sonra Ekmekçi de orada çalışıyormuş. Ekmekçi'yi tanımıyorum, bir yerlerde tanıştık; ama çok ayaküstü, çok yüzeysel bir tanışma. Ben imzasız yazıyorum, o da diyordu ki:
-Yahu kim bu, hep sizi eleştiriyor.
Sonunda ona dedim ki; "benim o!" Sonra düşündüm, madem yazacağım her şeyi göze alayım; imzamı da atayım. Ve imza atmaya başladım. Ve bekledim, bir şey olsun diye, yani bir amir, birisi kalksın gelsin "nasıl yazarsın, devlet memurusun, hem çalışıyorsun hem yazıyorsun" diye. Kimse bir şey söylemedi yani, iki yıl yazdım orada...Tabii bedava yazıyorduk o zaman, gazeteler para vermezdi.
Sonra 1960 yılında Devlet Planlama Teşkilatı kuruldu, çok önemli bir teşkilattı ilk kurulduğu zaman. Çünkü politikacılar istedikleri zaman kendi seçim bölgelerine yatırım yapacağız, bilmem neyin fiyatını artıracağız... diyemezlerdi. Onlar hep Planlama'dan geçerdi. Yani planlı bir ekonomi ve yaşam biçimine sözde girecekti Türkiye. Tabii sonra kimsenin işine gelmediği için ondan vazgeçildi. Ama bir ara çok ciddi bir dönem yaşadı başlangıcında. Ve beni de radyodan oraya görevli olarak verdiler. Planı tanıtan programlar yapacağız, radyo programları, aynı zamanda yazılı basında da. Bir gün yeni Meclis'te yeni bir büro tahsis edildi Devlet Planlama Teşkilatı'na, benim de çalıştığım bölüme. Şimdi galiba Meclis Başkanı'nın oturduğu yer... Biz de gittik odalara, möbleler döşenmiş lüks bir yer...
-Hangisi bizim çalışacağımız yer?
-Şurası...
İçerde hiçbir şey yok; sadece yerde bir telefon duruyor, açtım işliyor; fakat sorduk sağa sola:
-Bunun numarası nedir?
Bir türlü cevap bulamıyoruz. Koca Meclis'te bir bilen yok! Birden telefon çaldı, açtım:
-Ben Ekmekçi!
Mustafa ile tanışmışız, merhabamız var; ama en uzun ilk konuşmamız işte böyle oldu. Bana planla ilgili sorular soruyor, ben de bildiğim kadar anlattım, tam kapatacakken dedim ki:
-Mustafa buranın numarası kaç?
Mustafa bir an durdu ve o kahkahayı attı. Ve o kahkahayı ilk defa ben orada duydum. İçimden dedim ki bu, sıcak bir insan, bununla dost olunur, buna güvenilir.
TRT daha kurulmamıştı. Mustafa ile ilişkimiz, Öncü gazetesinde biraz mesafeli olarak başlayan ilişkimiz, o kahkahadan sonra devam etti. O da telefon numarası olayını Milliyet gazetesinde Hasan Pulur'un "Olaylar ve İnsanlar" köşesinde yazdı. Mustafa, benden Planlama'da görevli olduğum sırada özel bilgiler istedi. Fakat çok ilginçtir, doğrudan doğruya beni zorda bırakacak bilgiler değil. Bunu çok açık olarak söyledi bana; ama o Hasan Pulur'un köşesinde veya o tür yerlerde çıkacak fıkralar, olaylar... vs. O sırada, Yüksek Planlama Kurulu toplanıyordu, hala toplanıyor; ama o zaman çok önemli olay olurdu; çünkü çok önemli kararlar alınırdı. Mustafa ordan bilgi istiyor, ama dediğim gibi beni zorda bırakacak bilgi değil anekdotlar. Ve işin gülmece yanı ağır basan olaylar olursa. Ben de "öyle bir toplantıda gülmece yanı ağır basan olay nasıl olur" diye düşündüm, herkes de giremiyor o toplantıya; ancak özel renkli kart verilen kişiler giriyor toplantıya. Ben de giriyorum, biraz dinliyorum, ekonomi vs. bazen ilginç geliyor, bazen sıkılıyorum çıkıyorum. Ama son toplantıydı galiba o dönemdeki, İsmet İnönü başbakan, Kemal Satır ve diğer bir-iki bakan Yüksek Planlama Kurulu'nda olan, sonra uzmanlar. Bir uzman, İsmet İnönü'ye bilgi veriyor, o uzmanın adı Turgut Özal, Elektrik Etüd İdaresi Genel Müdürü. Keban yapılacak, daha yapılmamış, hatlar döşenecek, hatlarda çok yüksek gerilimli cereyan bulunacak, gibi. İsmet Paşa da böyle zamanlarda süt içiyormuş, ben de bilmiyordum orada gördüm:
"Acaba bu mu?" dedim, "Ekmekçi'ye verilecek şey..." Meğer herkes Paşa'nın süt içtiğini biliyormuş. Turgut Özal yüksek gerilimden bahsederken birdenbire İsmet Paşa sordu:
-Kuşlar ne olacak?
Turgut Özal anlamadı. İsmet Paşa yineledi:
-Yani kuşlar konarsa ne olur bu gerilim varken?
Galiba bir şey olmuyor. Eğer kuşun biri ayağı toprağa basar, öbür ayağı telde olursa mahvolur. Fakat öyle bir durum olmasına da imkan yok. Ben bunu anlattım. Ekmekçi, gene o gevrek kahkahasını attı ve çok hoşuna gitti.
-Tam böyle şeyler istiyorum senden, dedi.
Sonra aradan yıllar geçti. Televizyon geldi. Varlık Özmenek ve Adem Yavuz'la orada çalışmaya başladım. Ve artık Ekmekçi ile adamakıllı kaynaştık. O sırada da bazı gazetelerde, Bayram gazetesi çıkardı, biliyorsunuz; fıkralar anlatılır, tartışmalar olurdu. Gazeteci önce insan mıdır yoksa önce gazeteci midir gibi konuşmalar. Benim de, hiç hoşuma gitmezdi. Şimdi Mustafa'nın yazılarına bakınca kendisini tanıyan ya da tanımayan bir insan olsanız bile hem insan hem gazeteci yanını görürsünüz. Medyanın, yalnız basının değil, bugün içinde olduğu durumu gördüğümüz zaman bazı insanlar salt gazeteci... Onları kınamıyorum, mesleğini bilen, mesleğini iyi yapan; ama insan yanı olmayan... Mustafa Ekmekçi benden özel bir bilgi isterken beni zorda bırakmayacak bilgiyi istiyor. Ama işin gülmece yanını, deminde anlatıldı, kendi yaşamının o çelebi yanını vurgulayan, yaşamı daha kolaylaştıran, yani yaşamın zorlukları sürerken o zorluklara dayanabilme gücünü insana veren, o gülmeceyi arayan insan; gazeteci, hem insan hem gazeteci.
Geçen yıldı galiba Kırıkkale MKE Silah Fabrikası'nda bombalar patladı. Ve bunu bir kameraman çekti, tam infilak ederken, patlarken. Defalarca televizyonlarda gösterdiler. Bir özel televizyon da çekti. Orada bana çok ilginç gelen bir durum vardı ve hep Mustafa'yı hatırlarım, çünkü o anı yakalamak çok önemli bir kameraman için. Ama ses de alıyor makina, yani kameranın üzerinde mikrofon da var, kendi sesini de almış; "Çektim! Çektim!" diye bağırıyor. O infilakta, sonradan öğrendik ki hiç kimse ölmemiş. Ama binlerce insan ölebilirdi. Yani orada onu çeken insan büyük bir beceri sonrasında yapıyor. Ama orada insanlıkla gazetecilik arasındaki ince nokta ortaya çıkıyor. Sevinçle bağırıyor "Çektim!" diyor; ama belki orada binlerce insan ölmüş. Hangisi ağır basacak? İşte bu dengeyi Mustafa Ekmekçi bence o çelebi yanıyla yazılarında çok güzel ayarlayan, dengeleyen bir insandı. 12 Eylül'den sonra Mustafa ile beraber çok kötü dönemler yaşadık.12 Mart dönemi, 12 Eylül dönemi. Hep yazardı, benden önce de söyledi arkadaşlar, başı dertte olan, ezilen, haksızlığa uğrayan insanları hep yazardı. Bunların bazılarını tanırız, bazılarını tanımayız, yani bazıları ünlü bazıları ünsüz... Ve çok ince bir şekilde yazardı. Bence çok ince bir insandı Mustafa.
Onu eleştiren de çıkmadı değil; eleştirirken "köylü" diye benim yanımda bir-iki defa söz eden insanlar oldu. Yani küçümsüyor. Köylü yani kaba mı demek istiyor? Bilmiyorum. Oysa bana göre, ister köylü ister şehirli hiç farketmez, çok ince bir insandı, çok nazik bir insandı. Başınız dertte olduğu, bir haksızlığa uğradığınız, bir acınız olduğu zaman hemen sizi arar; gazetecilik yapmak için değil, sizin gönlünüzü almak için, "bir yardımım dokunabilir mi?" diye. Çok büyük bir rastlantı ben annemi yitirdiğim zaman Mustafa ile beraberdim. Annem çok yaşlıydı, bekliyorduk ölümünü, kitap fuarındaydık Ankara'da. Telefon geldi, ben tahmin ettim, eşim haberi verdi. Yanımda Mustafa vardı, olayı paylaşabileceğim tek insan veya ilk insan oydu. Ve onunla beraber olmaktan o anda çok büyük bir mutluluk duydum. Çünkü öyle davranışlar yaptı, öyle bir-iki söz söyledi ki... Annem, kolay mı? 94 yaşında, çok da çekti hastalıklar yüzünden on yıl kadar hep yatakta geçirdi, onun verdiği o ağırlık sırasında Mustafa ile beraber o anı paylaşmak, benim hiç unutamayacağım anlardan biri oldu. Onun için ben Mustafa'yı çok ince, çok nazik bir insan olarak daima anarım... Şimdi o eleştirileri duymuyorum; ama yanımda bu eleştirileri yapan insanlara da benden beklemedikleri şekilde, çok sert bir şekilde cevap vermekten kendimi alıkoyamadım. Böyle bir gazeteciyi, böyle bir dostu yitirmek, onsuz yaşamak, bir yıl geçti, ben bunun acısını, ağırlığını, eksikliğini her zaman duyuyorum. Yalnız bir insan, bir dostu yitirdiğimiz için değil bir de gerçekten meseleleri iyi kavrayan, iyi anlatan, iyi değerlendiren bir gazeteci yokluğundan ötürü.
Konuşmanın ikinci yarısında, bir de medyanın içinde bulunduğu duruma değinmemiz istendi; RTÜK yasasına değinecektim. Ama Balbay bana fırsat vermedi. Yalnız bir noktayı belirtmek istiyorum, gerçekten bugün Türkiye'de yalnız gazeteler bakımından değil özel radyo ve televizyonlar bakımından da korkunç bir tekelci hegemonya kuruldu, kuruluyor ve bunu pekiştiriyorlar bu yasayla. Bu Türkiye'nin çok aleyhine olacak. Yani, düşünce özgürlüğünün aleyhine olacak, halkın aleyhine olacak ve pek çok çevre de bunun pek ayırdında değil gibi geliyor. Ama bir noktaya değinerek sözlerimi bitirmek istiyorum. Cumhuriyet' te okudum, haber olarak benim araştırdığım bir olay değil, bazı sosyal demokrat milletvekilleri bu yasaya karşı çıkıyorlar... Fakat, karşı çıkmayacaklarını da ayrıca söylüyorlar! Yani karşılar, öyle düşünüyorlar; ama bu konuda hiçbir şey yapmıyorlar, yapmayacaklar. Bunu açıklamakta bir sakınca görmüyorlar, bazı CHP milletvekilleri; çünkü eğer karşı çıkarlarsa medya onları eleyecek. Ufak parçalara bölecek. Yok edecek. Bütün korkuları bu. Yani bir yandan medyanın bu duruma gelmesi çok kötü. Bir yandan, ben sosyal demokrasiye inanan bir insan değilim; ama en azından sosyal demokratların bazı konularda bir birikimi olması gerektiğini düşünüyorum, onlardan bunu bekliyorum. Onun cesaretini bile gösteremiyorlar. Bu yasa bağıra bağıra çıkacak ve yıllarca bu ülkede yayıncılığın, radyo-televizyon yayıncılığının aleyhine, ama büyük tekelci çıkar çevrelerinin lehine de bir gelişme gösterecek. Bunu cesaretle, açıkça, dürüstlükle söylemek lazım. Eğer Mustafa hayatta olsaydı, eminim bunu söyleyecek olan gazetecilerden bir tanesi de o olacaktı. Teşekkür ederim.
VARLIK ÖZMENEK: Bu toplantının Ankara İletişim Fakültesi'nde yapılacağı söylendiğinde, bunun Mustafa Ekmekçi'yi anmanın ötesinde Ankara İletişim Fakültesi öğrencileri için çok büyük bir şans olduğunu düşündüm. Çünkü Mustafa Ekmekçi Gazeteciliği, bir okuldur. Bazen İletişim fakültelerinden öğrenciler gelir; sorarlar:
-Hangi kitapları okuyalım?
-Piyasada eskiden pek yoktu, şimdi çok güzel kitaplar çıkıyor. Fakat bence Mustafa Ekmekçi Gazeteciliği'ni araştırın, iyi gazeteci olursunuz, demek isterdim.
İyi gazetecilik ne? Paralı gazetecilik var, iyi gazetecilik var. İyi gazetecilik illa ki paralı, servet sahibi gazeteciliği getirmiyor. Ama, ikisi de, Mustafa Ekmekçi Gazeteciliği'ni iyi öğrenmek zorundalar. Biri "ben böyle yapacağım" diye, biri "sakın böyle yapmayayım" diye. Yani ikisine de yarar. Üniversite nedir? Üniversite bilginin nasıl araştırılacağını öğreten yer. Mustafa Ekmekçi Gazeteciliği, "Bulanık suda balık avlamak" diyor... Onu yapmak lazım...
İşte Mustafa Ekmekçi Gazeteciliği bu. Doğruyu sürekli aramak. Bulmak değil! Hani derler ya "çok esaslı gazeteci; doğruların yılmaz savunucusu falan filan..." Hepsi palavra... Gazeteciliğin tanımı, "çağın tanığı, çağın sanığı olma..." Bilirsiniz belki bilmeyenlere duyurayım, Mustafa Ekmekçi öldükten sonra Akın Birdal ile DGM'de yargılanıyordu. Mübaşir:
-Mustafa Ekmekçiiiii... diye duruşmaya çağırdı; yardım ve yataklıktan, "Kürt" dedi diye. Efendim, çağın hem sanığı hem tanığı olmak; hem de sürekli bıkmaz usanmaz bir fırıncı gibi ekmeğin iyisini, haberin doğrusunu iletmek... Mahmut Bey, "kendisini eleştirirler, köylü derlerdi" dedi. Evet biliyorum, ben de eleştirirdim. Burada da eleştireceğim. Mesela Mustafa Ağabey'in iyi gazeteci olması, iyi insan olması tamamda, fakat çok iyi insan olmasına biraz değil oldukça kızardım; hala da kızarım. Fakat o kadar iyi bir insan, o kadar çok iyi bir insan ki mesela, 12 Mart'ta çalıştığı ajansta haber yazmasın diye para veriliyor. Haber yazmaması için, kendisi anlatıyor bir yazısında Eylül Yazıları' nda, eve gidiyor. İlk önce "fena değil para geliyor. Evde otur" diyor. Sonra "'bu ayıp' dedim" diyor. Bakmışlar ki niyeti kötü; 12 Mart'ın devlet bakanı, AİG ajansa gelmiş, pazarlık yapmış patronla:
-Ekmekçi sizden kaç lira aylık alıyor?
-Ayda bin lira.
-Size ayda dört bin lira, basın-yayın verecek, çalıştırmayın onu. O hükümet içinde bir kanadı tutuyor, hükümet zor durumda.
Mustafa Ekmekçi Gazeteciliği'ni, bu mesleği para sahibi olmak için isteyenler varsa, bunu öğrenmek zorundalar. Ekmekçi, olayı anlatırken "AİG" diyor. İşte Mustafa Ekmekçi'yi ben buradan eleştiririm, sevmiyorum bu huyunu. A.İ.G. nin adını açık et!.. Biraz önce evden geliyorum şoför "ağabey" dedi; bilmiyor buraya geldiğimi, gazeteci olduğumu, Mustafa Ekmekçi için konuşacağımı da bilmiyor, Ödemiş'tenmiş, az önce radyodan dinlemiş:
-Duydun mu Akın Birdal'ı vuranlar yakalanmış.
-Duydum...
-Ağabey be sadece doğru haber istiyoruz, bu gazeteler nedir yav? Bu radyolar televizyonlar nedir yav? Sadece doğru haber istiyoruz.
İnanın arkadaşlar hiç lafa başlamadan ilk o lafa başladı. Akın Birdal'ın medyada hedef gösterildiği gün, bir şey hissettim, bir şey oldu bana, bir rahatsızlık. Mustafa Ekmekçi'nin olmadığını düşündüm. O kadar yalnız hissettim ki kendimi...Vay vay vay! Fakat arkadaşlar, bizim bu ses atmosferimizde, bizim yaşamımızda; insanlık, azalırken değerlenmiyor. Azalırken değerlenmeyen bu günlerde, bu serbest piyasada bu küreselleşmenin iz düşümü bu ülkede azalan insanlık...
Türkiye'de gazetecilik nasıl doğdu biliyor musunuz? Dünyadaki ilk örneğinde görüldüğü gibi yerden çıkmadı, gökten indi Türkiye'ye. İtalya'da adı da "gazetta", oradan geliyor. Hollanda da itirazdan çıktı: Halkın, yönetilenlerin, yönetime itirazından, bunu sesleştirmesinden, onu yazısal olarak ortaya koyma gereksiniminden çıktı. Yani yerden çıktı. Yukarıdan "al sana, gazete çıkart" diye çıkmadı. Ama Türkiye'de 1831 yılında "Batıda olan bizde de olsun, yalnız şu şartla; devlete, padişaha ve dine bağlı olmak kaydıyla" gazete çıktı; bitti iş. Ve gazeteci de şöyle kuruldu; saraya bağlı olmak... Saray ne? Kutsal iradenin temsil edildiği yer; bitti iş. Bugün o müesseseler, kurumlar hala sürüyor. Önce devlete ve modernleşmenin bugünkü ekonomik gücüne bağlı olacaksınız ki adam gibi olasınız! Mesela adam dergi çıkaracak, saraya bağlılık imzası atıyor, senet veriyor: "Saraya aykırı bir şey yazmayacağım! Al sana para!" Mesela biraz üzüleceğiz; ama ben Namık Kemal'i iyi bir gazeteci sanıyordum... Namık Kemal'in saraya mızmızlık ettiği ne zamanlarmış biliyor musunuz? Saraydan para almadığı zamanlar! Padişah, Namık Kemal'i uyarırmış:
-Oğlum sen şiir yaz; vatan millet bak güzel gidiyor! Ama gazetecilik yapma!
-Gazetecilik yapayım... diye üstelermiş Namık Kemal de...
Doğru haberciliği, doğru basın tarihini aramak gerekiyor. Mustafa Ekmekçi Gazeteciliği' nin yükselme devri var:12 Mart sonrası... Kendisi de;
-Çok güzel yazılar yazdım, diyor.
Şimdi orada Oktay Etiman'ı görüyorum, dün bana bakın ne söyledi:
-Biz hapisteyken, gerçekte ne olduğunu Mustafa Ağabey'in satır aralarından çıkartırdık.
Çünkü okuyucunun hava ve su kadar gereksinimi var doğru habere. Doğru haber hava ve su kadar aziz ve mübarek. İşte Mustafa Ekmekçi Gazeteciliği Ahmet Rasim'lerden, Zekeriya-Sabiha Sertel'lerden, Aziz Nesin'lerden, geliyor. Örsan Öymen'i de ben bir köprü bağlacında oraya yerleştiririm.
Akın Birdal hedef gösterildiğinde insanlığımızı kaybettik derken, boşuna söylemiyorum; gerçekten o gün kendimi çok yalnız, kolum kanadım düşmüş, güvensiz, sevinçsiz bir kişi olarak hissettim;
-Gazeteci olarak ben neden böyle oldum? Mustafa Ekmekçi yok...
Bu meslekte zirveye, doruklara kayaların başına yalçın dağların tepesine yılanlar gibi sürünerek çıkmakta vardır; kartallar gibi uçarak konmakta vardır. Nedense kartal iyi bir şey diye dilimize girmiş. "Aslan gibi" deriz; ama aslanın ormanda pek bir işe yaramadığını biliriz. Aslan olupta ne oluyor yani? Aslan aslan da, domuz neden kötü? Mustafa Ekmekçi Gazeteciliği' ni benzetmek gerekirse; bu gazetecilik doğru habere ulaşma, doğru haberi okuyucusuna iletme sorumluluğu... İşte İletişim fakültelerinde okutulması gereken ders, kur-pratik yapılması gereken olay bu... Mustafa Ekmekçi Gazeteciliği' ne yapardı? Hangi yolu izlerdi? Bulanık suda balık avlamayı izlerdi. Bakın gayet açık. Peki yöntemi ne olurdu? Ekmekçi'ye bir gün bir açıkoturumda sordular:
-Yahu Ekmekçi, sen 12 Mart'ta da 12 Eylül'de de amma cesur yazılar yazdın, nasıl yazdın onları, hiç korkmadın mı?
-Hayır, ben korka korka yazdım!
Şimdi izlediği yöntem; bir insanda olması gereken ve insanla gazeteciliğin kan dolaşımı gibi düzgün, düzenli bir tansiyon uyumunda dolaştığı bir birliktir. Bir sentezdir insan gazeteciliği. Hapislik var, öldürülme var. İzlediği yol korka korka; eğer gerçek, doğru bilgi, doğru haber dağın ardında ise ve tepeden geçmek gerekiyorsa zirveden, yalçın uçurumlardan geçmek gerekiyorsa buradan da geçilecek. İzlediği yöntem, pek bilinmiyor, pek söylenmedi; ama keçi gibi inatçı... Yalnız bu keçi gibi inatçılığı, insani ölçeklerde alırsak, tabii doğadan geliyor; insan aslandan aslanlığı alıyor, kaplandan kaplanlığı alıyor, keçiden de inadı alsın insanlaştırsın, insani bir inada dönüştürsün. İşte Mustafa Ağabey keçiden aldığı bu inadı insanileştirip, doğru habere gitmede aynı tavrı sergiliyordu. Biliyorsunuz keçi yollarına "izlek, patika" deriz. Mesela aslan kayaların tepesine çıkamaz kaplan da... Fil nerde geçecek? Kimisi kartal gibi uçup konarak; kimisi yılan gibi sürünerek kayaların doruklarına ulaşır. Hayır, Mustafa Ekmekçi, keçi yollarını izleyerek hareket ederdi. Gerçekten keçiyi çok severim; anneannemin bir keçisi vardı, aman ne güzeldi! Benim kızım var onu da "sarı keçi yavrusu" diye severim. Bir gün Datça tarafında ıssız bir yere gittik. Hiçbir canlı orada yaşayamaz gibi; ama en tepede bir keçi! Adeta orada bayrağı sallıyor. Ben buraya uçarak gelmedim, konarak gelmedim, sürünerek de gelmedim; ben buraya çıktımda geldim, yürüdüm de geldim, yürürken düz cetvel gibi de yürümedim; korka korka; ama aşa aşa. Mutlaka aşılacak o yol, doğru bilgiye gitmek için.
Bunu yapmak için arkadaşlar, insanın kutsal bir değere inanması gerekiyor: İnsan, insan, insan... Ben nasıl gideceğim oraya, doğru habere nasıl ulaşacağım? Çünkü o doğru habere ulaşmak "Özlem!" Özlemime nasıl varacağım? Eylemle!.. Bakın hiç kimseye söylememiştir; bana hiç söylemedi, ben hiç duymadım, bu kadar değer verdiği yaşam koşusunda bu yaşam yolculuğunda bu güzel bu yüce mesleğe bu kadar yüce anılar, deneyler eylemler getirmiş. Bir yaşamı armağan etmiş. Mustafa Ekmekçi'nin gizi. Onu da Aldoğan Hanım, sevgili eşinin ona armağan ettiği çocuklarına veriyor. Gizinin adını çocuklarına ad olarak veriyor. Eylem ile Özlem'e doğru... İşte Mustafa Ekmekçi Gazeteciliği. Çünkü eylemsiz özlem olmaz. Amaca doğru eylemi, eylemle özlemi, araçla amacı uyumlu hale getirmek... Özlemsiz eylem de olmamalı...
Doğru haber, aziz bir olaydır. Halkın doğruları öğrenme hakkı o kadar aziz bir şey ki; ancak Türkiye'de doğru bilgiyi öğrenmek kolay olmuyor. Kendi içimdeki doğru haberi size iletmeye çalışıyorum, inanın bugün ülkede gazetecilik, bu insani ölçüsünden çok şey kaybetmiş durumda. Hiç olmazsa burada dedim iletişim fakültesinden arkadaşlar olur da onlara anlatırım... Öbür taraf anılar... Başınızı ağrıttım. Teşekkür ederim.
MAHMUT T. ÖNGÖREN: Ben gizli başkan(!) olarak şunu söyleyeyim, Mustafa için söylenecek daha çok söz var. Bir yıl daha yaşayıp, sonra tekrar onu burada her gün anacağız; ama tekrar bir yıl sonra burada veya başka bir yerde gene anmak üzere, bol Mustafa'lı anlar yaşamak üzere "hoşça kalın" diyeyim.
- 1. DÜZENLEYEN : Çağdaş Gazeteciler Derneği ve AÜ İletişim Fakültesi
YER : Ankara SBF Avrupa Topluluğu Salonu
TARİH : 22 Mayıs 1998
KONUŞMACILAR : Çağdaş Gazeteciler Derneği Genel Başkanı-Yeni Yüzyıl Gazetesi Ankara Haber Müdürü İsmet Demirdöğen
AÜ İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi
Prof. Dr. Korkmaz Alemdar
Eğitimci-Yazar Talip Apaydın
Cumhuriyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Mustafa Balbay
Gazeteci-Yazar Mahmut T. Öngören
Gazeteci-Yazar Varlık Özmenek