Savaş Yılları

Mustafa Ekmekçi, 1939'un Haziran ayında ilkokulu bitirir. Ekmekçi için artık yeni bir dönem başlamaktadır. Hadim'den Konya'ya o sıralar kamyonla kasaba ve köylerde konaklaya konaklaya ancak dört günde gidilebil­mektedir. Ekmekçi, yollara düşer. Konya lisesi orta kısmında yatalı olarak okumaya başlar. Ailesine ve doğ­duğu yerlere olan özlemi yüzünden her fırsatta  Hadim'e annesinin elini öpmeye gelir; Halkevi'ndeki etkinliklere katılır.

"Meryem Ablam, benim ikizim gibiydi. Ancak, benim gibi kara değildi. Yüzü biraz daha açıktı. İlkokulu bitirdik­ten sonra, ortaokula giderken okul dönüşlerinde (Konya'dan sömestr tatilinde gelişi- M.A.), Halkevi'nde, tem­siller yapardık. Kız oyuncu bulamadığımız için, bir arkadaş kadın, kız rolüne çıkar, çeşitli oyunlar oynardık.

Bir gün ablam, çeşmede su doldururken bizim oyunlardan birini gören genç memurlardan biri, beni sanarak seslenir:

-Mustafa!

Ablam da döner bakar. Sen misin dönüp bakan!

-Vay canına, demek kadın kıyafetine girdin deyince, ablam testisini bırakıp hızla kaçmaya başlar. Memur ko­valar:

-Kaçma, seni yakalayacağım!

Kaçarken 'Anaaa' diye bağırır ablam. Bereket ev yakın, kendini eve atar, kurtulur. Adam, gerçekten ablam ol­duğunu öğrenince çok utanmış!"1

"Anam okuma yazma bilmezdi. 'Millet Mektepleri' kampanyası sırasında, birkaç gün kursa gitmiş, ancak oku­mayı, yazmayı tam söktüremeden bırakmak zorunda kalmıştı..... Manilerle konuşurdu, keyfi yerinde oldu­ğunda...

'Ben buranın yerlisi,

Yüzü, gözü kirlisi...'

derdi. Dağdan, taştan ibaret, yoksul kasabayı bir türlü bıraktırıp, kentlere göçememiş bu yüzden babam. Oralarda doğmuştu, oralarda ölecekti. Öldü de. Amma, bırakmadı baba-dede yurdunu...

Anamın konuşmalarını uzun zaman, küçücük defterime not almıştım, ortaokul sıralarındayken. (Hadim'de 1939-1942 yılları arası- M.A.)

O bir yandan konuşur, ben bir yandan not tutardım, çok kez yorulurdum. Yitirdim o defteri, yok.

Bir gün arkadaşları ile evde oturuyor, konuşuyorlardı. Arkadaşları da kimler? Mahallenin -belki- en yoksulları, garipleri. 'Egisteli Ebe' dediğimiz, bir yaşlı arkadaşı. Anama 'Cennet komşum' derdi. 'Silifkeli karı' derler bir başkası vardı. 'Zıpır karısı' bir başkasıydı. Hiç unutmam, bir gün kadınlardan biri, evin içinde soyunmaya kalktı. Anam uyardı:

-Deli karı, bak burda çocuk var, ne yapıyorsun?

-O, benim evladım sayılır...

Şıkır şıkır oynadıydı. Ben habire notlar alıyorum. Kimler ne dediyse. Birinin dikkatini çekti bu...

-Ne yapıyor, bu oğlan burda gı?..

-Bizim konuşmalarımızı yazar.

-Eleh... Öyle şey mi olurmuş. Ne biçim ev burası. Ben durmam burda, bi daha da gelmem...

Anam:

-Sizi değil, anasının konuşmalarını yazar. Ne yapayım?

Tadı kaçtı, yazamadım...

Konuşmaları, düşünceleri kitaplarda okuduklarımıza hiç benzemiyordu. Dedikodular yapılır, kim hangi kızı ka­çırmış? Filanın hastalığı aslında neymiş, buna benzer şeyler. Bir yandan da kirman eğirirlerdi. Bazı yemeğe de alıkordu konuklarını. Bir ağabeyimden sakınırlardı, anamın arkadaşları. 'Herkesi dolduruyorsun eve' demesin­den yılarlardı. Beni, küçük olduğumdan pek kaale almazlardı. Bir ayak sesi duysalar, konuşmayı keserler, sonra da:

-Mustafa'ymış gı, Halit değilmiş, derler, konuşmalarına devam ederlerdi.

Anamızın konuşmalarını, yaşayışını eleştirirdik. Yeni sözcüklere dili dönmediğinden 'aaa, anam bak nasıl söy­ledi?'  diye takılırdık. O bize bakar, bakar:

-Sarımsağım, soğanım, kel karıdan doğanım... derdi. Yani 'siz okudunuz, okuyorsunuz ama, beğenmediğiniz ananız doğurdu sizleri. Yaaaa' demek isterdi. Kuşlar gibi kanatlarını gerdi üstümüze taaa ölene dek."2

"BAĞLARDA ÜZÜMLER NASIL?"

"Çocukluğumda ilçeden ile ortaokula giderken, anam kulağıma fısıldamıştı...

-Bilirim, baban çok para göndermez. Oralarda harçlıksız kalırsan, mektubun bir köşesine, 'bağlarda üzümler nasıl?' diye yaz; ben anlar, sana para ulaştırırım!

Ortaokul öğrencisiyken, uzun uzun mektuplar yazardım. İkinci Dünya Savaşı yıllarıydı. Gazetelerde okudukla­rımı, mektubuma aktarır, dünyanın durumu ile ilgili ayrıntılı bilgiler de verirdim. Mektupları kardeşlerim okur, anam babam da dinlerlerdi...

İlçenin kaymakamı bir gün babama şöyle demiş:

-Amca, bende gazeteler var, istersen vereyim de okuyun...

-Yok, demiş babam, bugün Mustafa'dan mektup geldi, onu okuyacağız!

Uzun uzun sayfaların arasında da bir ufacık tümce:

-Bağlarda üzümler nasıl?

Her mektupta, bağlardaki üzümleri merak edişim üzerine babam şöyle dermiş:

-Yahu bu çocuk, bağa meraklı birisi değil. Dinlenmeye geldiğinde de bağın, üzümün semtine uğramaz. Niye her mektupta, 'bağlarda üzümler nasıl?' diye sorar.

Anam, hemen lafı ağzına tıkarmış:

-Çocuk, merak ediyor işte. Özlemiş demek, bağları, üzümleri. Merak etmese kızarsın, merak etse kızarsın sen de!

Aradan çok geçmez, ilçeden gelen bir yakınımız arar, bulur. Şöyle derdi:

-Al, bu on lirayı anan gönderdi.

Nasıl sevinirdim. Saflığımdan olacak, hemen bir de teşekkür mektubu yazardım:

'Anacığım, gönderdiğin on lirayı aldım...'  filan.

Tabii, mektubu babam da dinliyor. Evde bir kızılca kıyamet. Babam:

-Canım, ben zaten para gönderiyorum. Bir de sen niye gönderiyorsun? Çocuğu israfa alıştıracaksın.

Yinelediğim mektupların birinde, yine 'bağlarda üzümler nasıl?' diye sorunca, anam içinden; 'bekle sen bağlar­daki üzümleri, akılsız oğlan, para gönderdiğimi niye mektuba yazıyorsun?' diye geçirirmiş. Ama, çok geçmez yine de beş on lira bulur, buluşturur gönderirdi. Bu ana yüreğiydi.

Okula döndüğüm zaman, gömleğimin, ya da ceketimin kolunun içine bir beze sarılıp dikilmiş, üç beş kuruşu elimle koymuş gibi bulurdum."3

Yörede 'kız kaçırma' bir gelenek haline gelmiştir. Bu geleneğe Ekmekçi'nin babası da uymuştur! Babasının anasını kaçırarak evlendiğini öğrendiğinde Ekmekçi ortaokul öğrencisidir; kaçırma olayının öyküsünü Ayşe Teyzesi'nden dinlemiştir. Öykü,  Ekmekçi'nin o kadar hoşuna gitmiştir ki; bunu daha sonra yazılarında okuyu­cularıyla da paylaşmıştır.

"-Bir kış gecesiydi. Zemherinin ayazı. Ben gelin olmuştum. Evde annen, Zeliha Teyzen, bir de anam var. Babamız çoktan ölmüş. Baban, daha birkaç yakını geliyorlar köye. Bekliyorlar soğukta, herkesin yatmasını... Anan, 'gitmeyeceğim...' diye çırpınıyor. Sabahleyin gördük: Kapıyı tutan parmaklarının izi buz olmuş, don­muştu...

"Ağabeyimden sordum, o da bir bölümünü anlattı:

-Daha kaçırmaya girişmeden dışarıda konuşmuşlar, aman, demişler, bir yanlışlık yapmayalım. İki kız var, biri küçüğü onu kaçıracağız. Mehmet sen, iyice yokla, küçük olanı değil, ele geleni kap. Sakın yanlışlık yapma rezil oluruz...

Kaçırırken evi de ateşe vermişler mi?.. Sözde, ev yanınca korkacaklar da, arkalarından gelmeyecekler. Gelecek kimleri var?

Anamın köyü, babamın köyüne yürüyerek üç-dört saat çeker. Gecenin bir yarısı, omuzunda kız, koşuyorlar. Yolu da şaşırıp, tarlaların arasındaki buz gibi su dolu havuza düşüyorlar mı?.. Anam-babam sırılsıklam... Biri:

-Mehmet, böyle köye giremeyiz. Şu köydeki akrabalara gidelim. Kızın üstünü, başını değiştirsinler. Akşamı bekleyelim... Köyümüze öyle gideriz.

-Olur... diyor babam. O köydeki yakınlarına uğrayıp, ıslanan çamaşırlarını kurutuyorlar. Akşama değin bekle­yip, köylerine öyle yola çıkıyorlar.

Köyde de hemen herkes, kaçırılan kızı beklemekte. O gözleri ağlamaktan kızarmış. Bir odaya koymuşlar, ağ­lasın bakalım:

Babamda da bir merak. 'Şu kaçırdığımız kızı, yakından bir görelim hele...' diyerekten, kapının anahtar deliğine gözünü uydurmuş, uyduracak, dedemin sesi:

-Mehmet, çekil bakayım oradan. Yoluna doğru git!..

Bir utanmış, bir utanmış..."4

"Anamın köyünden, teyzemin çocukları da alacakları kızı kaçırarak evlendiler. Kaçırdıklarından birkaç gün sonra ilçeye karakola getirirlerdi tabii. Kaçırılan kızları da bizim evde görürdüm. Ufacık yalınayak, bazı koca­man kunduralı kız çocukları olurdu. Anama sorardım:

-Ne var ana, ne oldu?

-Hakkı Dayın kaçırmış. Hakkı Dayını mapusa atmışlar. Baban gitti, karakolda dövmesinler diye.

Sonra mahkemeye çıkarırlar, kız yargıca 'Hakim  bey, ben kaçırdım  [kaçtım], o beni kaçırmadı' der, Hakkı Dayım da içerden serbest bırakılır..."5

"O zamanın yasalarındanmış, yetim, yoksul bir kızı alan gencin askerliği ertelenirmiş. Dünya savaşını, belki bu yasadan yararlanarak atlatmış, ama ardından Kurtuluş Savaşı yetişmiş. Haydi bakalım, doğru cepheye...

Savaş yıllarında çok yoksulluk çekmişler. Ekmek yapacak un yokmuş evde. Anamdan dinledim, yoksulluk yıllarını. Cumhuriyet'ten sonra doğdum. Yokluk, yoksulluk çekmedik."6

"Anam, bizler okudukça yuvadan birer ikişer uçacağımızı anlamış olmalıydı. Ufacık ilçeden ayrılmamamız için hiç değilse bir-ikimizin baba ocağını tüttürmemiz için nasıl yalvarırdı:

-Herkes alim olmaz. Kimi alim, kimi zalim olur... derdi. Yani bizlerde, hep okuyup da ne yapacaktık, oturup başka bir iş görmeliydik.

Olmadı anamızın dedikleri. Babamın dedikleri oldu. Anadolu'da okuyan kurtarır kendini. Bir baltaya sap ol­muşsa, hele efendi olmuşsa, değme ananın, babanın keyfine o vakit. Amma, çoğu öyle kaymakam, yargıç fi­lan olamaz. Gitse gitse astsubay okuluna -parasız yatılısı varsa- öğretmen okullarına gidebilir.

Anam okuma-yazma bilmezdi ya, değme ozanlar onun söylediklerini kolay söyleyemezlerdi anlaşılan. Nerdeyse punduna getirir, manilerle konuşurdu. Öğütleri de öyleydi:

-Atlı sığmış, itli sığmış dünyaya sen mi sığamıyorsun hay oğlum?

Ankara'yı, İstanbul'u görmedi anam. Konya'yı bile ölümünden önce hasta haliyle, otel odasından seyretmişti bir iki gün. Dünyası da bu... Çok analar böyledir, daha."7

Çok mu yaramazdım, çok dayak yerdim babamdan. Kızlar, dayak yemezlerdi. Meryem de, Nazmiye de. Babamın tek üzüntüsü kızları okutamamak olmuştu. Çevrenin baskısı ağır basmış, kızlar ilkokuldan sonra, evde koca bekler durumda kalmışlardı. Biz okullara giden üç erkek kardeş Halit Ağabeyim, ben, Ahmet, onlara karşı her zaman kendimizi borçlu saydık. Hala o borcun altında ezilirim.8

Ekmekçi, yıllar sonra, baba ocağından anı olarak yalnız babasının gece feneri ile anasının kirmanını alıp, ge­riye ne kaldıysa ablası Meryem'e bıraktıklarını yazmıştır.

Ağabeyi  Yargıtay Üyesi Halit Ekmekçioğlu'nu 27 Eylül 1993 günü kaybettiğinde çok sarsılır...

"Pazartesi gününden beri çocukluk anılarıma gittim. Onlarla yaşıyor gibiyim. Annemi, babamı, kardeşlerimi ya­şıyorum..... Ağabeyimle aramızda 12 yaş var, ama, birbirimize çok benzeriz.

Tanrıya inanmış, tam bir Müslümandı. Ama, hiçbir zaman bağnaz olmadı. Namazını gösterişsiz, sessizce kı­lardı. Hacca gitmedi. Ne namaz kılıp kılmadığımıza, ne de oruç tutup tutmadığımıza karışırdı. Bayramlarda eşimle, bayramlamaya giderdik. Bir bayram, Şeker Bayramı mı, Kurban Bayramı mı neydi, unutmuşum. Sofrada, masanın üzerinde, bir viski şişesi duruyordu, açılmamış:

-Abi, bu viski ne oluyor?  diye sordum.

Meğer, arkadaşlarına:

-Bayramda kardeşim gelecek, onu ağırlamak istiyorum, ne yapayım? diye sormuş. Arkadaşları:

-Kardeşinin eğilimi ne?  demişler.

-Ha, kardeşim solcudur, yanıtını vermiş.

-O zaman, demişler, sen viski al, solcular viski içer!

Hatırı için bayram sofrasında, bir kadeh içtim artık!

Bayramlarda da el öpmezdim, öyle alışmıştım. Arkadaşlarına:

-Solcular el öpmez!  derdi,  bizim birader de öpmez!

Ama, ona saygımı bir gün yitirmedim. Böyle dürüst yargıç da görmedim...

O ölünce, sanki çocukluğum öldü!"9

EKMEKÇİ LİSE ÖĞRENCİSİ

Hadim'deki ailesinden uzakta ortaöğrenimini sürdürmeye çalışan Ekmekçi, bir sürü sorunla boğuşmak zorunda kalmıştır. Önce Konya'ya icra memuru olarak atanan Halit Ağabeysinin yanında; ancak onun askere gitme­siyle beş çocuklu bir akrabasının evinde oturan Mustafa Ekmekçi, sonuçta birinci ve ikinci sınıfta bütünle­meye kalır, ama üçüncü sınıfta yeniden yatılı  olur, elemeleri de başarıyla verip lise birinci sınıfa atlar.

İkinci Dünya Savaşı'nın tüm şiddediyle devam ettiği 1942 yılında lise birinci sınıfta iken şanssızlıklar Ekmekçi'nin yakasını bırakmaz: Biyoloji öğretmeniyle tartışması O'na bir yıla malolur. Babası bunun üzerine O'nu okula göndermek istemez, ama Halit Ağabeysinin ısrarı ile yumuşar, izin verir; ancak 1943 yılı başlarında bu kez de ağır bir tifoya yakalanır, Hadim'e döner. Babası O'nun sağlığına kavuşması için üzerine titrer. Mustafa Ekmekçi, iyileştiğinde bir eğitim dönemini daha kaybetmiştir. O sırada 15 lira maaşla eleman ihtiyacı bulunan Maliye'ye girer; bir yıl süreyle burada çalışıp, sı­kıntı içindeki ailesine destek olur. Liseye ara vereli üç yıl olmuştur. Eğitimine devam etmesi yolunda Hadim Kaymakamının babasına yaptığı ısrarlar üzerine yaşını iki yıl küçülterek öğrenimine yeniden döner; yıl 1945'tir.

Lise yıllarında sınıf arkadaşlarından biri Turgut Özal, yıllar sonra Türkiye'nin 8'inci Cumhurbaşkanı olur; ancak kendisiyle yıldızı hiç barışık değildir. Lise yıllarında Türkiye'deki Turancı milliyetçi ve muhafazakar düşüncele­rin etkisinde kalan 152 (okul numarası) Mustafa, 1948'de  edebiyat kolundan iyi derece ile mezun olur. (Diploma No: 1548) Lise arkadaşı Muammer Yüzbaşıoğlu, o dönemde Turancıların yoğun etkisi altında kalma­larına karşın kendisinin ve Ekmekçi'nin hiçbir zaman ırkçı ve dinci  görüşleri savunmadığını; çağdaş yaşa­mın değerlerine özellikle önem verdiklerini; Konya Halkevi'ndeki  tüm etkinliklere katıldıklarını, kendi aralarında dans ettiklerini; Varlık ve Türk Dili dergilerini sü­rekli okuduklarını, hatta yerel Yeni Konya, Ekekon (?) ve Babalık (?) gazetelerinde yazılar yazdıklarını anlat­mıştır. Çalışkan ve iddialı bir öğrenci olmamasına karşın okumayı çok seven Ekmekçi, lisedeyken kütüphane­den en fazla kitap alıp okuyan öğrenci ödülü bile almıştır.

Lise yıllarında Ekmekçi, sosyal ilişkileriyle de dikkat çeken bir öğrencidir. Tiyatroya büyük ilgi duymakta  kla­sik eserlerde korkmadan rol alabilmektedir. Lise son sınıfta Akıl Taciri ve Müfettiş gibi oyunların yanı sıra, Hamlet' te, kral rolünü oynamış, büyük başarı sağlamış­tır. O dönemlerde liseyi bitirebilmek için olgunluk sına­vını da başarıyla vermek gerekmektedir. Ekmekçi, tartış­tığı biyoloji öğretmeninden bir kez daha geçerli not alamayınca bütünlemeye kalır; Halit Ağabeysi'nin savcı ol­duğu Cihanbeyli'de Toprak Mahsulleri Ofisi'ne memur olarak gi­rer. Ertesi yıl olgunluk sınavını vererek İstanbul Hukuk Fakültesi'ne kaydını yaptırır. Her ay, babası 85, Savcı Halit Ağabeysi de   50 lira harçlık göndermekte­dir.

Küçük kardeşi Ahmet Ekmekçi, 1950 yılının Nisan ayında ölen Mareşal Fevzi Çakmak'ın cenaze törenine gereken önemi vermediği iddiasıyla hükümeti protesto eden öğrenci gösterilerine  Mustafa Ekmekçi'nin de katıldığını ve gözaltına alındığını anlatmaktadır. Bu sırada, Hadim Hükümet Konağı'nda çıkan  yangın sonucu ilçenin tüm nüfus kayıtları da yanar. Ekmekçi'nin Cumhuriyet' te 15 Nisan 1997 tarihinde yayımlanan Ankara Notları' nda belirttiğine göre, yeniden yazım sıra­sında doğum tarihi 1924 olarak kütüğe geçer; ancak nüfus müdürlüğünün mahkemeye sunduğu bir kayıttan bu kez de doğum tarihinin 1927 olduğunu öğrenir! (BELGE NO: 1/a-1/b) 

  • 1. ______ "Uygar Kişi Sayrıevinde Ölür...," Cumhuriyet, 24 Nisan 1997.
  • 2. ______ Gün Ola Harman Ola, s.138-139.
  • 3. ______ Eylül Yazıları, s.148-149.
  • 4. A.g.e., s.60-61.
  • 5. Mustafa Ekmekçi, Gün Ola Harman Ola, s.335.
  • 6. ______ Eylül Yazıları, s.61.
  • 7. ______ Gün Ola Harman Ola, s.89.
  • 8. ______ "Güç Bir Yazı Denemesi," Cumhuriyet, 15 Nisan 1997.
  • 9. ______ "Çocukluğumun Ölümü," Cumhuriyet, 30 Eylül 1993.