Bölüm 4: Mustafa Ekmekçi Paneli

Mustafa Ekmekçi Paneli1

 [TUTANAK NO: 2]

MUSTAFA ŞERİF ONARAN : Bugün yetmiş yaşında, hiç ölmemesi gereken bir yaşta hayatını noktalayan sevgili Mustafa Ekmekçi'yi anmak için buradayız. Aslında biz, Mustafa Ekmekçi ile ilgili görüşlerimizi, düşün­celerimizi anlatırken, belki değişik yorumlarla aynı şeyleri söyleyeceğiz. Ve daha çok salondaki dinleyenleri­mizin katılımını isteyeceğiz. Ben, öyle bir girişten sonra, yazılı olarak hazırladığım konuşmamı kimi zaman atla­yarak, kimi zaman bazı noktalarına yeni şeyler katarak anlatmaya çalışacağım.

Değerli dinleyenler, tanıdığım Mustafa Ekmekçi, Ankara'nın simgesi sayılabilecek bir yazardı. Başında bir mujik kasketi, üstünde yakası ilikli bir spor gömlek, her zaman ceketi üstünde, her zaman yüzünde hafif bir gülüm­seme... Anıların izinde, bir kente bakarken; evler, sokaklar, alanlar, yaşadığımız günlerle bir anlam kazan­mışsa, daha çok çeker ilgimizi...

Mustafa Ekmekçi'yle toplumsal etkinliklerde, yazar eylemlerinde, açık oturumlarda, seçici kurullarda uzun yıl­lar birlikte olduk. Alçakgönüllü, üretken, insan canlısı bir arkadaştı. Kalbinden rahatsız olduğunu, ameliyat şansı bulunmadığını biliyordum. Sağlığına özen göstermeye çalışıyordu. Toplantılara katılsa, bir şeyler yiyip içmesi gerekse bile ölçüyü kaçırmıyordu. Kimi zaman elinde kadeh içer gibi yapıyor, daha çok yakınlık duy­duğu söyleşilere kulak veriyordu. Elinde ses alma aygıtı, önem verdiği konuşmaları banta çekiyordu. Herkesin kendi havasında olduğu bir ortamda, ses alma aygıtını uzatıvermesi, ayaküstü, yorulmadan yapılmış bir ça­lışma izlenimi verir. Köşe yazıları üstüne görüşlerimi söylerken anlatacağım gibi, bir takım konuşmaları da banta çekerdi. Sonra çapakları ayıklar, sabırla çözerdi bu bantları...

Bir toplu görüşmede, beş altı ay önce, kalbine yenilerek, bu dünyadan göçen sevgili Mustafa Ekmekçi'nin anısını yaşatırken, köşe yazarlığı sorununa da biraz değinmek gerekiyor. Edebiyatın bir türlü meslek olamayı­şına karşılık, abartısız söylüyorum, binlerce köşe yazarı var. Bu köşe yazarları yaşamını kurtarmış görünüyor­lar. Üstelik kimi köşe yazarları, köşeyi kullanmasını, köşeyi dönmesini de biliyorlar. Hiç bilmediği konularda bile, "ahkam kesen" köşe yazarları var. Aziz Nesin, köşe yazarının her konuda kalem oynatmasını yadırgar, iyi bildiği belli konulara yönelmesi gerektiğini söylerdi. Zaten usta köşe yazarı da belli konular üzerinde durur. Yinelediği sanılan yazılarında belli bir konunun ayrıntılarını aydınlatır. Önemli olan kendine özgü bir bakış açısı olması, bir "üslup" edinmesidir.

Bu genel anlayış çerçevesinde Mustafa Ekmekçi'nin köşe yazarlığına bakılırsa; önce, sağlam, inandıklarından ödün vermeyen, ikili oynamayan, içtenlikli bir kişilik çıkar karşımıza. Mustafa Ekmekçi'nin bağnazlığa savaş açan, aydınlanmaya ışık tutan bir yazar, bir konuşmacı olduğunu özellikle belirtmeliyim. Konuşmaya girişirken küçük olaylardan, küçük anılardan yola çıkar, taşı gediğine koyar, en ağır eleştirileri söylemekten çekinmezdi. Bir köşe yazarının güvenilir bir kişiliği olması gerektiğini unutmayalım.

İki yıl kadar önce, haziran ayında, Karaman'a çağrılıydık. UNESCO 1995'i Yunus Emre Hoşgörü Yılı olarak be­nimsemişti. Karaman; hem Karamanoğlu Mehmet Bey'in Türkçeyi ses bayrağı olarak kabul ettiği, hem de Türkçe'nin duru şiirlerini yazan Yunus Emre'nin doğduğu yer olduğu, anlayışından yola çıkılarak; bu iki olayı bir bayram havasında yaşatıyordu. Yunus Emre'yi kendi yorumuyla benimseyen Karaman'daki gerici kesim de toplantıya katılanlar arasındaydı. Mustafa Ekmekçi gene, havadan sudan, günlük işlerin tekdüzeliğinden söz açarak konuşmaya girişmiş, veryansın etmişti gericilere. Bulunduğu ortama göre konuşmayı, nabza göre şer­bet vermeyi dürüstlük saymayan bir yazardı. Karaman'nın Sosyal Demokrat Belediye Başkanı, "Bu adamları toplantılara alıştırmaya çalışıyoruz. Şimdi geri çekilirken saldırgan olmaya başlayacaklar" diye yakınmıştı.

Mustafa Ekmekçi, yumuşacık bir söyleşi havasında konuşsa bile, en ağır eleştirileri konuşmasına şaka yollu soksa bile, etkili olmasını bilen bir yazardı. Yazılarına bakılırsa kesin bir yargı yok gibi görünür. O kesin yargı­lar hep soru biçimindedir. Sanki Jacque Rigauld'nun görüşünü benimsemiş gibi, "Cet si J'affirme J'enterrogeouler", "Kesin de söylesem gene sormaktayım" diyen bir söz... Aslında, soru biçiminde görünen, o anlatışta bir çeşit yargı vardır. "Falanca böyle mi yapmış?" demesi soru olarak anlaşılmamalı, o sorunun altın­daki suçlamayı görmelidir.

Mustafa Ekmekçi, iki yönden Ataç'ın yazı biçemine özen gösterirdi. Dil devrimine inanan bir yazar olarak öz­leşmeye yatkın duru bir Türkçeyle yazardı. Devrik tümce kullanır, "ve" bağlacına yazılarında yer vermezdi. Bir köşe yazarı için, geniş okur topluluklarını kazanmayı zorlaştıracak özelliklerdir bunlar. Ne var ki Ekmekçi bu sakıncaları aşan yumuşak bir biçem kullanmasını bilirdi. Gerek özleşme diline gösterdiği özen, gerek "ve" bağlacını kullanmaması, yazılarında yeni bir kurguya götürdü onu. Tümcedeki öz Türkçe sözcüklerin yadır­ganmadığı bir yapıydı bu. Sözcük tutumuna özen gösterdiği onu yalın bir anlatıma götürdüğü bir tümce ya­pısı... Mustafa Ekmekçi'nin yazılarında insan coğrafyasının yer aldığı, bir ortam vardır. Seslerin, yüzlerin, dav­ranışların, anıların zenginleştirdiği bu ortam Ekmekçi'nin yazılarında toplumumuzun bir özelliği olarak ortaya çı­kar. Önemsiz gibi görünen bir konuşma, ev içi yaşamı, gölgede kalmış bir siyasetçi, yazısının akışı içinde ye­rini alırdı.

Mustafa Ekmekçi'yle uzun yıllar "Madaralı Roman Ödülü" Seçici Kurulu'nda çalıştık. Danışarak, yapıcı bir ça­lışmaya önem vererek raporunu hazırlardı. Oy çokluğu sağlanmadığı durumlarda, romanların dil özelliklerine varıncaya dek ayrıntılı bir eleştirisini yapar, ne kadar dikkatli bir okur olduğunu gösterirdi. Yazarlığın okumayla beslendiğine inanan bir yazardı Ekmekçi... Bir köşe yazarının bilir bilmez her konuya el atmasının doğru olma­dığına değinmiştim. Giderek her köşe yazarı kendine özgü konuları seçer, o konuların ayrıntılarını işler.

Mustafa Ekmekçi'nin son birkaç kitabından yola çıkarak hangi konular üzerinde durduğunu anlatmaya çalışa­yım.

"Öksüz Yamalığı" Köy Enstitüsü sorunlarını anlatan bir kitap. "Domuzuna Yazılar" beslenme sorununun çözü­münde, protein gereksiniminin karşılanmasında, domuz etinden nasıl yararlanacağımızı, kör inançları nasıl yık­mamız gerektiğini anlatan bir kitap. Bu iki kitap bir konu bütünlüğü içinde sorunları ele alıyor. "Tilkiyle Kuyruğu" adındaki bir başka kitabı da "Ankara Notları" başlığı altında yazdığı köşe yazılarının birinci kitabı olarak yayım­lanmış. Köy Enstitüsü sorunlarına değişik yorumlarla ışık tuttuğu "Öksüz Yamalığı" na yazdığı önsözde Mahmut Makal, bu deyimin yoksulluk anlamına geldiğini anlatır. Yoksul köylü avuç içi kadar yamaları büzüş­türe büzüştüre yırtığını kapatmaya çalışır. Mustafa Ekmekçi, şöyle açıklıyor bu yoksulluğu:

"Anadolu'da lapa lapa yağan kara 'öksüz yamalığı' derler. Bu, üşütücü karın büyüklüğünü olduğu kadar, evinde odunu, tezeği olmayanların acınacak durumunu da anlatır. On bin köyün okulsuzluğu, buna karşılık Köy Enstitülerinin, Halkevlerinin kapatılmış olması, ışık bekleyen kafalara, 'öksüz yamalığı' büyüklüğünde ka­ranlığın yağdığını, toplumumuzu dönülmez bir ortaçağ anlayışına hızla sürüklemekte olduğunu gün gibi apaçık göstermektedir."

Mustafa Ekmekçi, bu yazıyı 1959'da yazdığına göre kırk yıla yakın bir zamandır bu sorunla ilgileniyor demektir. Köy Enstitüleri yasası 1940'ta Meclis'ten çıktığı zaman, tutanakları inceleyerek, milletvekillerinin davranışını öğrenmek ister. Şu sözü çok önemli: "Asıl o yıllarda Meclis'te, merdiven altında yapılan kulisleri izlemeli ki, işin içyüzü ortaya çıksın." Bilinen gerçeklerin içyüzünü merak eden Mustafa Ekmekçi, "mutfak siyaseti" de denen o merdiven altı kulisle­rini öğrenmek çabasındaydı. "Öksüz Yamalığı" Köy Enstitülerinin Meclis'teki kabulünden kapanışına dek geçen zamanı, çeşitli aşamalarında; anılara, belgelere, gözlemlere dayanarak sergilemektedir. Köy Enstitülerini, köylünün gücünden korktukları için kapattılar. Zamanın siyasetçileri açıkça söylüyor bunu. Mustafa Ekmekçi, şöyle yazıyor:

"Daha kuruluşundan üç yıl sonra 1943'de Eskişehir Milletvekili Abidin Potuoğlu, kendisinin Sivrihisar'da büyük toprakları vardır, şöyle demişti: 'Bunlar yetiştikleri zaman, bizim kafalarımızı keserler.' Reşat Şemsettin Sirer de galiba Tonguç'a şöyle demiş: 'Sen bu köylüleri okutuyorsun, ama sonra başımıza iş çıkarmasınlar.'"

Mustafa Ekmekçi, kırk yıla yaklaşan emek birikimiyle, akıl almaz ayrıntıları derleyerek tamamlamış "Öksüz Yamalığı" nı... Mustafa Ekmekçi'nin bir başka yeni kitabı "Domuzuna Yazılar" İsmail Gülgeç'in çizgileriyle süs­lenen bu ki­tapta, domuz sorunuyla ilgili 44 yazısına yer verilmiş Ekmekçi'nin. Demek ki, "Domuzuna Yazılar" da kendi içinde bütünlüğü olan bir kitap. Mustafa Ekmekçi bu kitabı çalışmalarıyla bu konuda öncülük eden Prof. Fehmi Yavuz'un anısına adamış. Ayrıca kitaba, kutsal kitaba göre sakıncalı görünen domuz etiyle ilgili görüşlerin, söylendiği gibi sakıncalı olmadığını ortaya koyan Fehmi Yavuz'un yazdığı bir inceleme de eklenmiş. Hindular'ın ineği kutsal saydıkları, Müslümanlar'ın ise domuzu pis saydıkları için yenmesine yasak koymalarının ne denli yanlış olduğu anlatılıyor kitapta. Ülkemizdeki beslenme sorununun, özellikle protein eksikliğine bağlı sorunların, domuz yetiştirilerek büyük ölçüde çözümleneceği anlatılıyor. Domuz etinin sakıncaları üzerinde du­rulurken bilime, mantığa sığmayan bir yığın saçmalıklar da öne sürülüyor. Üstelik kimi bilim adamları da bu yanlışlıklar için kullanılıyor. İslamlıkta bile, farklı inanışlar domuz eti konusunda kesin bir tavır almadıkları, kimi durumlarda sakıncalı görülmediği, bildirildiği halde, bir takım bağnaz kişiler domuz sorununu tırmandırmaktadır.

Mustafa Ekmekçi bu sorunu içtenlikle, önemle ele aldı. Ne yazık ki hafifsenmekten kurtulamadı. Üzerinde dur­duğu konunun önemi görmezden gelindi. Oysaki domuz eti sadece açlık sorununu çözmekle kalmayacak, ülke ekonomisi için de büyük bir girdi sağlayacaktı. Domuz üretiminin özendirilmesi belki iç tüketimi büyük ölçüde artırmayacaktı. Çünkü besin tüketiminde alışkanlığın önemli payı vardır. Bilerek yerken domuz etinden tiksi­nebilirsiniz de, bilmeden yediğiniz zaman tat alabilirsiniz. Hiçbir yazar Mustafa Ekmekçi gibi bu sorunu kendi­sine dert edinmedi. İnadına bu sorunun üzerine gitti Ekmekçi. "Domuzuna Yazılar" ı bu bakımdan "İnadına Yazılar" diye yorumlamak gerekebilir.

Sözlerime başlarken önem verdiği kimi konuşmaları ses alma aygıtına çekip yazısına aktardığına da değinmiş­tim. Öncelikle Mustafa Ekmekçi'nin bu türlü yazılarını yadırgamıştım. Zamanla anladım ki önemli bir iş yapıyor Ekmekçi. Küçük salonlarda, sayılı dinleyici toplulukları karşısında söylenip sönüveren öyle sözler var ki, onla­rın yazıya dökülüp geniş okur kitlelerine açılması, belge değeri kazanması gereken şeylerdir. Yazılarında yal­nız insan coğrafyasına yer vermiyordu Ekmekçi. Böyle bir belge zenginliğine de olanak sağlıyordu. Bu türlü yazılarının ayrı bir kitapta toplanmasının yararlı olacağına inanıyorum.

Mustafa Ekmekçi olayların içinden, yaşamın içinden gelen bir yazardı. Kim tutuklandıysa onun yanında yer alırdı. İlgili çevreleri de uyararak tutukluya destek olmaya çalışırdı. Bilirdi ki tutuklanan sahipsiz bırakılmamalı­dır. Ona sahip çıkacak başka yazarlarla, milletvekilleriyle güç oluşturma olanakları arardı.

Kolay yazının arkasında değildi Ekmekçi. Masa başı rahatlığına alışamamıştı. Belli konulara ağırlık verse bile, aydınlanmaya gölge düşüren olayların karşısında yer alırdı. "Ankara Notları" konu zenginliği, olay zenginliği, in­san zenginliğiyle yüklüydü. "Tilkiyle Kuyruğu", "Ankara Notları" nın birinci kitabıydı. Umarım başka "Ankara Notları" da ilgi uyandırır, o yazıların gazete sayfalarında yitip gitmesi önlenmiş olur. Günümüz gazetecilerine şöyle bir öğüdü var Mustafa Ekmekçi'nin:

"Bıraksınlar lider konuşmalarından yazı yapmayı. Dedikodu yazarlığını bıraksınlar, yeni konular yaratsınlar. Örneğin dursunlar Köy Enstitüleri gerçeği üzerinde, dilin özleşmesi üstünde. Domuz eti üstüne yazsınlar. Ne olur, biri yazsın da dişimi kırsın!"

Mustafa Ekmekçi özleşme dilini işleyerek yazdı yazılarını. İnandığı konuların izini sürdü. Köşesini; kendi çıkar­larını kollamak için değil, Atatürk devrimlerini, aydınlanma düşüncesini korumak için kullandı. Yüreği insan sevgisiyle dolu bir halk adamıydı Mustafa Ekmekçi. Onun giyim-kuşamındaki sadeliğine, köy enstitüsü sorun­larını savunmasına bakanlar enstitüyü bitirdiğini sanırlar. Konya lisesini bitirmişti. Köylülere özgü açık yürekli, içtenlikli bir davranış içindeydi. Gazetesinin yazarlarıyla birlikte olduğumuz bir yemekte, onun aranan bir yazar olduğunu söylediğim zaman, sıkılıp önüne bakmıştı. Gösterişli çıkışları sevmezdi. Mustafa Ekmekçi'yle iyi bir dost, bir aydınlanma emekçisi de ölmüş oldu. Onu yaşatmak için dostluklarımızı pekiştirelim, aydınlanmaya doğru yolumuza devam edelim. Saygılarımla.

Benim şu kadarcık tanıdığım Mustafa Ekmekçi'yi geniş ölçülerde tanıyan iki önemli dost; sağımda ve solumda. Son sözü İlhan Selçuk'a bırakacağım. Önce Sevgi Özel'i dinleyelim. Sevgi Özel onunla hem Dil Derneği'nde uzun yıllar beraber çalıştı, hem Dil Kurumu'nda. Ama hangi Dil Kurumu'nda?.. Atatürk'ün Dil Kurumu'nda. Sanıyorum Sevgi Özel bunlara, en güzel açıklıkları getirecek.

SEVGİ ÖZEL : Teşekkür ederim. Mustafa Ekmekçi'nin dostlarını sevgiyle selamlıyorum. Böyle bir toplantıda elbette ağlamak için değil, sevgili dostumuz Mustafa Ekmekçi'yi anmak için buradayız. 1974 yılında Atatürk'ün Türk Dil Kurumu'nda çalıştığım yıllarda tanıdım Mustafa Ekmekçi'yi. Çok kısa bir süre sonra, yakın arkadaş ol­duk. Ülkülerimiz, inançlarımız çok ortaktı, paylaşımlarımız ortaktı. 1980'lerde bu dost­luğumuz yoğunlaştı. 1983'te, Atatürk'ün Türk Dil Kurumu kapatıldıktan sonra daha da yoğunlaştı ve ölümüne değin çok daha fazla şeyleri paylaştık.

İstanbul TÜYAP Kitap Fuarı'nda, günlerdir düşünce özgürlüğü, yazma özgürlüğü üzerine açık oturumlar yapılı­yor, konuşmalar yapılıyor. Bu yılki fuarın konusu Mustafa Ekmekçi'nin bütün bir yaşam boyu, savunduğu ve koşturduğu temel konuydu. Geçtiğimiz yıllardaki fuarlara çoğunlukla üç dört günlüğüne gelen Ekmekçi, inanı­yorum ki ana konusu düşünce ve yazma özgürlüğü olan bu fuarda sonuna kadar kalırdı. Ve bu kürsüde, bu kürsülerde Ekmekçi'nin küçük ses alıcısı mutlaka kendisiyle birlikte yer alırdı. Ses alıcısı nedeniyle kendisine çok takılırdık Ekmekçi'nin. Neredeyse sağ elinin başparmağı ses alıcısının açma kapama düğmesine yapışık gibi gezerdi. Nerede nasıl olduğunu kestiremediğimiz durumlarda bir bakardık Ekmekçi'nin ses alıcısı çıkmış cebinden hemen, düğmeye de basmış. Bununla ilgili ilginç anılarımız var. Ben bu konuşmada onları da aktar­mak istiyorum.

Dil Derneği'nin düzenlediği bir açıkoturum vardı. Ekmekçi konuşmacıydı. Uğur Mumcu, Ali Sirmen de konuş­macıydı; açıkoturum 18.30'da başlayacaktı. Ekmekçi 17.30'da benim işyerime geldi, o zamanlar Bilgi Yayınevi'nde çalışıyordum. O sıralarda Dil Derneği'nin de Genel Yazmanıydım. Ev sahibiyim; bir saat önce git­mem gerekli. Birlikte yola çıktık. Ankara'nın Mithatpaşa caddesini bilenler anımsar. Yokuş aşağı yavaş yavaş iniyoruz. Sanki Ekmekçi'nin bütün dostları yolun iki tarafına sıralanmış. Bir on dakikamız onlarla hoşbeşle geçti. Tam Mithatpaşa'yla Ziya Gökalp'in kesiştiği kavşağa gelirken bir baktık; polis arabaları, sirenler, pan­kartlar, sloganlar. Herkes bir yerlere kaçışıyor, dükkanlara giriyor; gençler, Siyasal Bilgiler ve Hukuk fakülte­lerinin öğrencileri eylem yapmışlar. Polisler onları otolara tıkmaya çalışıyor. Herkes kaçışıyor, Ekmekçi de beni kolumdan tutmuş sanki polislerden korumaya çalışıyor; neyse, kaçış yok. Gittik, ne olduğunu ne bittiğini anla­yamadık. Ekmekçi, bir polisi tuttu konuşmaya başladı; ne oluyor diye anlamaya çalışıyor. O arada da baktım ses alıcısını da çıkarmış yine, o patırtının içinde. Bir on beş yirmi dakikamız orada geçti, polis otolarının numa­ralarını filan almaya çalıştı. Çok sayıda genci otolara doldurdular. Cumhuriyet gazetesi çok yakındı... Önce oraya uğradık. Ekmekçi orada olayı bir yerlere haber verdi, aldığı plakaları söyledi. Konuşabildiği, adını öğre­nebildiği gençleri bildirdik. Oradan çıktık, Dil Derneği'nin toplantısının yapıldığı TÜRK-İŞ salonunun önüne gel­dik. O sıralarda, biraz sonra söz edeceğim, Dil Derneği kurulması yasak derneklerden sayılmıştı başlangıçta. Eksik olmasın, Ankara Valiliği Dil Derneği'nin bütün etkinliklerine ne kadar polisi varsa gönderiyordu. Salondaki din­leyiciden çok, kapıda polisimiz oluyordu bizim.

TÜRK-İŞ salonunun önüne, kaldırıma kadar polis minibüsleri çıkmış, sivil-resmi polisler. İnsanlar salona gire­mi­yor, kimileri de salonun önünden geçiyor gibi yapıp gidiyor. Bir on beş dakika da onlarla tartıştık. En azın­dan Ekmekçi'yle polis otolarını salonun önünden çektirmeyi başarmıştık; ama açıkoturum başlamıştı. Biz sa­lona ulaştığımızda açıkoturumu Ali Sirmen yönetiyordu. İnsanlar merak ediyorlar; genel yazman yok, ben ev sahi­biyim, Ekmekçi yok. Ali Sirmen demiş ki salondaki konuklara: "Merak etmeyin! Sevgi Hanım gecikmezdi, mut­laka Ekmekçi'yle birlikte geliyordur." Biz salona girer girmez bir kahkaha patladı. Ali Sirmen kürsüden "deme­dim mi?" diyerek gülümsüyordu. Niçin geç kaldığımızı anlattık ve o toplantı öyle geçti. Daha sonra yollardaki, o olaylarda aldığı sesleri dinledik. Kasette yalnızca kendi sesi ve kendi soruları vardı; polisi konuşturamamıştı çünkü.

Ağır ağır yürürdü. Bir elinde kitapları, gazetelerinin olduğu torbaları. Söylediğim gibi öteki elini çoğunca boş bı­rakırdı. Kasetine ulaşmak için. Sonra Sayın Onaran'ın da belirttiği gibi, hiç üşenmeden bantlarını çözer, yazının dökümünü yapar; bantlarda dinledikleriyle yetinmezse, o konuştuğu, konuşturduğu kişileri tekrar arar, yeniden bilgi alır; eğer onunla da yetinmezse o kişilerden başka kişilere ulaşır ve yazılarını çoğunca öyle yazardı.

Ekmekçi'yle Dil Derneği'ni kurarken çok daha yoğun çalışmalar içinde olduk. İlkönce yedi kişiydik, Dil Derneği'ni kurmak için yola çıkan. Daha sonra, otuz dört kişiye ulaştık ve kurduk. Eski Türk Dil Kurumu üye­lerine ulaşmaya çalışıyorduk. Bu konuda içimizde en çok çalışan ve eski kurum üyelerine en çabuk ulaşan Ekmekçi'ydi. O günleri Aldoğan Ekmekçi çok iyi anımsar. 34 kurucuyu belirledik, tüzüğü hazırladık. Tüzük on dört sayfaydı sanıyorum. Dernekler yasasına göre kurucular her sayfayı imzalamak zorunda; kurucuların kim­lik belgeleri gerekiyor. O sırada gazetelerde Dil Derneği'nin kurulacağına ilişkin yazılar çıktı. Bunları değerlendi­ren İçişleri Bakanlığı Ankara Valiliğine bir buyruk vermiş: "Basında çıkan yazılara bakılırsa eski Türk Dil Kurumu üyeleri bir dernek kuruyor, kurulmasına izin vermeyin." Ama devlet kurumları arasındaki kimi zaman bu yazılar kaplumbağa hızıyla gittiği için, biz bu gizli yazıyı haber aldık, kuruluş çalışmalarımızı hızlandırdık. Kuruluş belgelerimizde, Suphi Karaman'ın da adı, kimlik belgesi var, ama imzaları yok; tam ona imzalatacağı­mız günlerde Sayın Karaman kayboldu Ankara'dan. Kuruluş belgelerinden adını silemeyiz. Hem Sayın Karaman'a çok ayıp olur; çünkü çok istekli ve çok çalışan, canla başla derneğin kurulmasına katkıda bulunan insanlardan biri, hem de silinti yapamıyoruz belgelerde. Ertesi gün Ekmekçi köşesinin altına bir not düştü. Haberleşme köşesiydi biliyorsunuz aynı zamanda ve 1980'den sonra bu konuda çok önemli bir işlev üstlen­miştir Cumhuriyet gazetesinde Ekmekçi'nin köşesi. "Sayın Karaman, Haldun Özen ve Sevgi Özel seni arayıp duruyorlar Ankara'da yok musunuz ne?" diye bir not! Suphi Karaman, Antalya'daymış... Telefon etti. O gece otobüse bindi, ertesi günü geldi, belgeleri imzaladık ve İçişleri Bakanlığına verdik.

Ekmekçi'yle pek çok anımız var. Bu konuşma için bunları gözden geçirirken, hangisini size yansıtayım diye düşünürken, başka bir şey de düşündüm. İnsanlar, yitirdikleri dostlarının, sevdiklerinin, çok değerli düşün, sanat, bilim adamlarının arkasından konuşurken ya da yazarken nasıl duygular taşıyordu? Yıllar önce bu duy­gular bana biraz uzaktı. Bu sabah düşündüm ve bir iki dostuma da söyledim. Artık, zaman zaman kimi dostla­rım için konuşma yapmak ya da yazı yazmak durumunda kalıyorum ben de. Ya dünya hızlı dönüyor ben çabuk büyüyorum ya, sevdiklerimiz bizi erken terkediyorlar diye düşündüm. Sözlerime başlarken dedim ki Ekmekçi'nin ses alıcısı burada yok ve bu fuarın pek çok kürsüsünde bu büyük bir eksiklik; ama ben buraya gelirken Dil Derneği'nin belgeliğinden, 1990'da ki 58. Dil Bayramı'nda 26 Eylül günü düzenlenen toplantıda Ekmekçi'nin çok coşkulu bir konuşması vardı. O bayram sırasındaki -o bayram izlencesini hazırlayanlardan biri de Ekmekçi'ydi- konuşmasını getirdim. Böylece Ekmekçi de size, 1990 yılından seslenmiş olacak. Dile bakı­şını, özleşmeye bakışını ben değil Ekmekçi anlatsın:

"Müjdat Gezen' in ilkokul üçüncü sınıf kitaplarında bir yazısı vardı. Bu yönetim yazıyı kaldırmış. Dedim ki; 'Bunu çıkınca kürsüden söyle.' 'Yok, sen söyle' dedi. Ben de söylüyorum. Bir gün Süleyman Demirel' i aradım, bulamadım. Sonra, bir kez daha aradım, buldum. Dedim ki; 'Süleyman Bey sizi aradım telefonunuz yanıt ver­medi, pardon cevap vermedi.' Demirel, 'Söyle, söyle! Yanıtı falan biliyoruz artık' dedi.

"Şimdi dilde özleşmeye bir zamanlar karşı gibi görünenler bile o sözcükleri kullanabiliyorlar. Fazla uzatmaya­cağım... Basında dil özleşmesi üzerine birkaç söz söylemek istiyorum. Çocukluğumda başladım dille ilgilen­meye... Anamın arkadaşları vardı. Konuşurlardı. Köylü kadınları... Ben de ortaokul, lise çağlarındayım... Onlar ne konuşurlarsa, yazıyorum. Ama her şeyi konuşuyorlar, böyle açık saçık konuştukları da oluyor, hatta kadın­lardan biri bir gün anadan doğma soyunuverdi.

-Oğlan var, çocuk var  dediler. Anam,

-Deli karı! O benim evladım dedi, şıkır şıkır da oynamaya başladı.

Ben notları alıyorum yine; bir gün dediler ki;

-Bu çocuk ne yapıyor burda? Anam gayet sakin...

-Bizim konuşmalarımızı yazıyor.

-Aaaa... Ne biçim ev? Burda konuşulmaz mı, herşey yazılır mı burda? Anam;

-Meraklı, yazıyor dedi. O notlar ne yazık ki yanımda yok. Atatürk'ün kurduğu Dil Kurumu ödül vermişti; 1964 yılıydı sanıyorum. Milliyet gazetesindeydim. Milliyet' te özleşmeye büyük önem veriyorduk, fakat herkes aynı duyarlıkta değildi. Örneğin, gazetenin başlığında şöyle bir şey vardı; 'Ankara Hususi-Hususi muhabirimiz' Dedim ki;

-Bu hususiyi özel yapalım.

-Olmaz, bu gazetenin adı kadar önemli dediler. Kolay kolay değiştirilemiyor alışılmış şeyler. Ben haberlere 'Ankara Özel' diye yazıyorum, İstanbul' da patron bir adam tutmuş 'özel'leri, 'hususi' yaptırıyor. Çocuk, izinli mi neymiş; bir gün gazetenin yarısı'özel' yarısı 'hususi' çıktı. Baktılar, olacak gibi değil, 27 Mayıs' ta olmuş, devrim olmuş, bu kadar geriye gidilemez diye 'hususi'yi 'özel' yaptılar. Yalnız haberlerin içinde de ben öz Türkçe sözcükler kullanıyorum, daha doğrusu hal­kın kullandığı sözcükleri kullanıyorum. Örneğin bir 'dayalı' sözcüğü; 'müstenit' anlamında... 'Ortaokullara dayalı olacak İmam Hatip Okulları' diye bir haber yazdım. Yemeğe gittim. Döndüğümde arkadaşlar;

-Nerdesin ya İstanbul seni arıyor, bir kelime yazmışsın anlayamamışlar. Nedir dayalı? Ne demek dayalı, müs­tenit?

-Anlat dediler, anlattım. Haa!  dediler. Dayalıyı sık sık kullanıyorum... Bir gün yine gittim... İstanbul arıyor harıl harıl...

-Dayalı, ne demek? Haberi yazdıktan sonra gitme bari kardeşim. Bize soruyorlar bilemiyoruz. Dayalı sözcü­ğünü de yazma.

"Böylesine çok zordu işte, yeni sözcükleri yerleştirmek; hele basında. İşin özü, gazete muhabirlerinden başlı­yor, gazete haberlerinden başlıyor. Hatta bırakın onu, yürekler acısıdır spor haberleri... Ben Ankara Notları' nda 'ayak topu' sözcüğünü kullandım. Futbolun Türkçesi ayak topu. Sen yazarsın, hatta bir ara, 'O yazar, çünkü ödül aldı' diyorlardı. Öz Türkçe bir sözcük yazmak için herkese ödül verilemez... Yani ben sanki ödül aldığım için öz Türkçe yazıyormuşum... Ayıp olurmuş öz Türkçe yazmazsam. Müjdat Gezen'in de bir dolu ödülü vardır, ama bir sanatçı olarak tiyatro sanatçısı olarak, gösterilerini izliyorum. Herhalde dilimizi en güzel biçimde tutun­duracak, tutturacak onlardır. Bu Birinci Dil Kurultay'ı diye andıklarında, gerçekler yürekler acısı... Bakan'ın konuşmasında örnekler var, diyordu ki; 'Efendim diyor, restoran deniyor, yabancı bir sözcük efen­dim, şu de­niyor bu deniyor, kafeterya, cafe deniyor kahve denmiyor' Bu arada, Arapça'dan gelen Osmanlıca'ya yerleşen sözcüklerden zerrece söz etmiyor, oysa Türkçemizi pıtırak otları gibi kaplayan şeyler Arapça, Farsça sözcük­lerdir, onların karşılıklarını başta bulmak gerekir.

"Atatürk'ün, '... dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtaracaktır, kurtarmalıdır' sözleri, Batı'da çok çok önce Arapça için söylenmiştir. Çok kimse bilir, 1962 yılında bir toplantı için Irak' a gitmiştim. Gündüz, konuş­malar yapılıyor, akşam da temsiller veriliyor, gösteriler düzenleniyor, dansözler falan izleniyor. Bir akşam dedi­ler ki; 'Siz bu toplantıya gelmeseniz olur mu?' Benim de canıma minnet, zaten sıkılıyorum. Geleli, bir haftayı falan da buldu... Fakat, 'Neden bana gelmeseniz de olur dediler?' diye mihmandarımıza sordum. Dediler ki; 'Türkler aleyhine bir şeyler var. Araplar Türkler'in kendilerini geri bıraktırdığı kanısındalar.' Türk düşmanlığı nasıl almış yürümüş, anlayamazsınız.

"Türkiyemizde de enayice bir Arap yanlılığı, Arapça yan­lılığı var. Yani Arapça olsun da ne olursa olsun. Bundan kurtulmamızın olanağı yoktur. İki ciltlik bir Türkçe sözlük kitabı 40 bin lira... Milli Eğitim Bakanlığı 50 milyon verip satın alıyor, okullara gönderiyor. Bu resmi Dil Kurumu Sözlüğü falan da değil... Hadi onun yanlış­lığını söylüyorsunuz, gösteriyorsunuz, yalan yanlışta olsa, yeri belli, yurdu belli. Ama bir şahsın çıkardığı, Atatürk düşmanı insanların çıkardığı kitaplar bugün Milli Eğitim Bakanlığı'nca alınıp okullara gönderiliyor, para­ları ödeniyor. Ne bileyim Ergun Göze'lerin, Ahmet Kabaklı'ların ki­tapları satın alınsın, bir şey demiyorum, oku­tabilirlerse okutsunlar; ama devlet parası ile bizlerin parası ile -ben mesela onların kitaplarına para vermek is­temem- benim kesemden çıkacak parayla alıp okullara göndermeye zerrece hakları yoktur.

"Yalnız özür dilerim Müjdat Gezen' le biz bir şov yapacaktık; ama her işi biraz ehline de bırakmak, asıl ustalar varken benim haddim değil. Ben de sahneye çıktım bir zamanlar... Hamlet'te Kral'ı oynadım. İsmail Hakkı Baltacıoğlu'nun 'Akıl Taciri' nde hamalı oynadım, çok beğenildi ve benim hep ilerde iyi bir aktör olacağım düşü­nüldü; ne yazık ki olamadım, kötü bir yazar oldum! Evet Müjdatcığım! Böyle daha konuşacak çok şey var! Bu kadar seçkin kalabalıklara, topluluklara böyle şey söylenemez. Biraz yazılı, hazırlıklı bir şeyler falan yapayım. 1985' te yayımlanmış bir kitaptaki yazımı buldum. Yazının başlığı şuydu; 'Doğrunun Yolu Yokuş' Gene Dil Derneği ile ilgiliydi, bizlerin yolu yokuş, öyle kolay değil! Dil Derneği bugün parasızdır, Dil Derneği bugün iki üç kişinin omuzlarındadır. Hem de cılız omuzlarındadır, kolay değil. Benim de bayramlık giyindiğime bakmayın, ya­taktan kalkıp geldim! Sayrıydım... Dedim ki; 'Bayrama gidiyorum, doğru dürüst giyineyim!' Sesim falan da çok kötü! Hepinizin bayramını yürekten kutluyorum. Sağolun! Varolun!"

İşte Ekmekçi'nin dile sevdası, dil sevgisi böyleydi. Dağlarca'nın söylediği gibi, ses bayrağımız Türkçeyi Ekmekçi böyle dalgalandırırdı. O kadar gönül vermişti ki, onun sözcükleriyle dalga geçenlerle dalga geçerdi. Sayrı sözcüğüyle, hemşire karşılığı kullandığı sözcükle (bacı)... Takılırdım ben de: "Ekmekçi yüzüne karşı böyle söyleniyor hiç mi kızmıyorsun?" O bildiğiniz sıcacık kahkalarından birini atardı. Hep o kahkaha, şimdi kulağımızda hepimizin.  "Ne kızacağım? Okuyorlarya, günün birinde kullanmak zorunda da kalırlar belki ya da, girer kulaklarının bir yanına" der, hep o sıcacık kahkahasını atar, güler geçerdi Ekmekçi.

Dile böylesine bağlıydı ve kendisini Mustafa Ekmekçi yapanın birinci koşulunun dil olduğunu çok iyi biliyordu, ondan hiç ödün vermedi. Bütün yazılarında, bütün yaşamı boyunca elbette, dil sevgisiyle birlikte insana sev­gisi, özgürlüklere tutkunluğu, insan haklarına tutkunluğu Ekmekçi'nin bütün yapıtlarına da, yazılarına da, çev­resine de yansıyan en güzel, en coşkulu özelliğiydi. Teşekkür ederim.

MUSTAFA ŞERİF ONARAN : Sesiyle Ekmekçi aramızda oldu. Sıcak anılarıyla Sevgi Özel onu bir kere daha yaşattı. Ekmekçi'yi içimizde en iyi tanıyan, daha doğrusu insan tanımasını bilen bir büyük kalem var yanı­mızda. Asıl Ekmekçi'yi ondan dinlememiz gerekiyor. Çünkü daima dert yandığı, üzüldüğü bir konu, Cumhuriyet' in o yeri boş kaldı diyor. Gerçekten Ekmekçi'nin doldurulmaz bir yerdi, o doldurulmazlığının özellikleri neydi bize İlhan Selçuk anlatacak.

İLHAN SELÇUK : Bir kez, her zaman söylediğim gibi, yalnız yaşadığımız zaman dilimini değil, bu zaman dili­minden öncesini ve sonrasını da birlikte yaşayan insanların bu salonda çoğunluğu oluşturduğu kanısındayım. Zaman kavramının, geleceğin insanlığında çok önemli olduğu kanısındayım. Bildiğiniz gibi, derinlik var, genişlik var, uzunluk var. Üç boyut... Gerçekte, bir insan ya da bir eşya bu üç boyut içinde bulunuyor. Yani diyelim ki bir tren Ankara'yla İstanbul arasında gidiyor, diyoruz ki tren Eskişehir'de. Bir tek boyut bize yetiyor. Sonra denizde bir gemi gidiyor ve diyoruz ki, filanca enlem ve filanca boylam arasında iki boyut bize yetiyor. Sonra uçak icat edildi, uçağın nerede olduğunu bilebilmek için -uçak; filanca enlemde, filanca boylamda ama şu yük­seklikte; sekiz bin metre ya da, beş bin metrede- üç boyut gerekir. Şimdi bu üç boyutun dışında bir de, felse­fenin ve bilimin eklemek istediği zaman boyutu var. Hangi zamanda? Şu enlemde, bu boylamda, şu yük­sek­likte ama hangi zamanda? Çünkü bir saniye geçtiği zaman, uçak başka yerde. İnsan ömrünü de, tarihi de aynı şeyin içine oturttuğumuz zaman diyoruz ki; zaman boyutu bu boyutları tamamlayacak olan bir kavramdır. Bilim bunu araştırıyor. Şimdi Ekmekçi'yi bu zaman boyutunun ve üç boyutun içine koyduğumuz zaman, Ekmekçi hangi çağda nerede yetişti? Ekmekçi, Türk rönesansının diyelim, devriminin diyelim, reformunun di­yelim, ay­dın­lanmasının diyelim çok büyük insanlar yetiştirdiği bir zamanda yetişti. Fazıl Hüsnü Dağlarca, Ekmekçi için şiir yazdı. Fazıl Hüsnü Dağlarca, işte, dilimizin ses bayrağı. Durup dururken şiir yazmaz. Ekmekçi için yazdığı, çok güzel bir şiir.

Ve hiç önemsiz gibi görünen bir kişiliğin içinde çok büyük bir kişiliğin gizemini saklayan bir Mustafa Ekmekçi'yle haşır neşir, hepimiz -zannediyorum burada onun dostları var, ben de dostlarından biriyim- bir arada yaşadık. Ne anlam taşıyor bu? O'nu düşünmenin yine boyutlarını böyle, kendi aklımızın ve anılarımızın derinliğinde araştırmamız gerekiyor.

Bir kez Ekmekçi'nin niteliklerini şöyle vurgulayalım. Ekmekçi çok değişik zamanlarda yazı yazdı. Ekmekçi önce gazeteci, muhabir olmuş, sonra köşe yazarı olmuştur. Ve köşe yazarlığında da gazeteciliğinin bütün ola­naklarını kullanmıştır. Özel sözcüğü son yıllarda bir yüklemeyle zenginleşti. Konuşmalarda falan işte, izleniyor, o özel bir insan, özel bir adam, özel bir erkek, özel bir kadın gibi, yani, değişik olduğunu falan vurgulamak is­teyen yaklaşımlar var. Ekmekçi gerçekten özellikleri olan bir insandı. Bu özelliklerin ne kadar önemli olduğu­nun da ben ancak onu yitirdikten sonra farkına vardım. Bir kez Ekmekçi'nin yazıları -elbette çok baskı dö­nem­lerinde de- hiç değişmeden yayınlanmıştır. Satır araları diye bir şey icat etti Ekmekçi. Yani Ekmekçi'nin yazı­la­rında bir de satır aralarını ayrıca okumak gerekiyordu ve onu okurlarıyla arasındaki iletişimi, zaman içinde de sağladı. Ekmekçi'nin yazılarında yalnız satırlar okunmaz, satır aralarında ne söylemek istiyor? Baskı rejimle­rinde okurlarına gizli olarak vermek istediği ya da açık olarak duyurduğu mesajlarını satır aralarında ve­rirdi.

Bu konuda ben de bir yazı yazmıştım anımsıyorum, demiştim ki, Ekmekçi'nin yazıları sadece satırları okumakla okunmuş olmaz, satır aralarını da okumak gerekir. Böyle okurla yazar arasında gizli bir iletişim uzun yıllar sürdü geldi.

İkincisi Ekmekçi'nin yazıları öyle, sadece köşe yazısı mıydı? Düşünüyorum şimdi... Edebiyatta, yazarlıkta gizli bir rekabet var, gizli bir yarışma var. O da şu: Edebiyatçılar var işte öykücüler, romancılar, şa­irler; bunlar ge­nellikle yarına kalmak isterler. Yarınlara kalmak isteyen bir insan, dile başvuruyor. Tabii köşe yazarları da, yirmi dört saatlik yazı yazıyor hemen, tekrar bir yazı yazması gerekiyor. Bir köşe yazarının da elbet yarına kalacak yazıları olabilir. Diyelim ki gazetelerde yazı yazıpta yarınlara kalan çok büyük yazarlar var. Çehov bunlardan biri... Ama, şimdi bugün baktığımız zaman yüzleri hatta binleri aşan köşe yazarı var ül­kede... Bu köşe yazarları da, bir takım haberler veriyorlar; Türkçeleri dağınık, savruk yani Türk diline saygısız­lık içinde ama o köşede bir takım şeyler yazabiliyorlar. Şimdi Ekmekçi'nin yazısı böyle değil... "Tilkiyle Kuyruğu" kitabını karıştırırken burada, bir yazısına takıldım bakın:

"Çocukluğumda tiyatrocu olmak isterdim, küçük yaşta, elimde uyduruk bir saz, dolaşırdım. Daha ilkokula git­meden, kuzuları, koyunları nedense okulun çevresinde güder, otlatırdım. Aylardan yazdı, okul bahçesine kuru­lan sahnede, bir oyunun provaları yapılıyordu. Öğretmen İbrahim Cengiz, seslendi"

Bakın ne kadar sade! En küçük fazlalık ve en küçük bir eksiklik yok. Olağan-üstü sadelikte, çok duru... Sanki, herkesin yazabileceği bir şeymiş gibi görünüyor; ama öyle değil! Öyle değil çünkü tümceler, böyle şey gibi yani, akıyor birbirinin arkasından...

"Öğretmen Cengiz seslendi:

-Gel bakayım buraya...

Öğretmen, köylü kadın kılığına girmişti, köylü kadının başından geçenleri, monologla anlatıyordu. Şöyle dedi: -Perde açıldığı zaman, sen sahnede olacaksın, ben içeri girince: 'Ana geldi!' diye, benim boynuma sarılacak­sın. Ben seni dizime yatıracağım. Sen başka bir şey söylemeye­ceksin. Tamam mı?

-Tamam dedim.

-Provalara gelmene gerek yok. Temsil akşamı burada ol yeter! Ama ben hemen hergün oradaydım. Temsil ge­cesi geldi, ben;

-Ana geldi! diye bağırarak, kadın giysileri giymiş İbrahim Bey'i karşıladım. O beni dizine yatırdı. Bitlerimi de ayıklıyormuş gibi yaparak, monoloğuna başladı. İzleyenler gülmekten kırılıyorlardı. Monologda, kö­yün dediko­duları, gelmiş geçmiş her şey vardı..."

Bu, böyle devam ediyor. Çok sade gibi görünen ama büyük bir gerçekliği, bir köy gerçekliğini yansıtan ve belki de ilerde okunduğu zaman o günün köy yaşamında öğretmen olayının ne demek olduğunu vurgulayan bence Türk edebiyatına geçmesi gereken duru bir parça. Bu yazı böyle. Şimdi geçmişte de böyle yazarlarımız var bizim, yani dilinin duruluğu. Bir gazetede yazı yazarken, genellikle her gün yazı yazan insanlar, zaman zaman, yazılarında eksiklikler fazlalıklar serpiştiriyorlar.

Bu zorluğu her gün yazı yazanlar duyumsarlar. O sırada başka bir işler çıkar, insanın tepesine birileri doluşur, belki gününde değildir, aile içinde ya da dışında bir derdi vardır; ama o yazıyı yazmak zorundadır. Yani bir ti­yatro oyuncusunun sahneye çıkıp o oyunu oynaması ve her şeye karşın oynaması: Ne olursa olsun; babası ölsün, annesi ölsün, yangın çıksın, hasta olsun, hasta olmasın... Bir tiyatro oyuncusu sahnedeyken sanıyo­rum orada üç kişi var. Birisi, oynadığı kişi, kimse o: Hamlet midir? Yoksa bilmem Jülyet midir? Bilmiyorum, ama birisi, o. İkincisi kendisi. Sahnede olan kendisi. Üçüncüsü kendisi, ama o akşamki kendisi, yani, o ak­şam belki o bambaşka bir durumda, belki sahnede midesi ağrıyor, belki kalbi sancılanıyor; ama onu belli et­memek zorunda bu üç kişi birbirine giriyor sahnede... Şimdi bu günlük yazarlıkta böyledir hiç kuşkusuz.

Mustafa Ekmekçi yazı yazarken "Bugün benim yazı günüm" derdi, ben de takılırdım:

-Yahu çocukluğumda bizim evde çamaşır günü vardı; demek sizin evde yazı günü var.

Sonra, Ekmekçi'nin bir de soyadı var. Ekmekçi'nin soyadı -belki bazıları tarafından azımsanacak bir soyadı gibi görünür- kendisine o kadar güzel yakışırdı ki!.. En güzel fırından çıkmış has ekmekler gibi o da öyle pişi­rirdi her şeyini; hayatını, çevresini, ilişkilerini, yazılarını, dostluklarını... Nar gibi kızarmış bir ekmeğin kokusu onun ilişkilerinde vardı. Her zaman öyle duyumsadım kendisini, büyük bir dosttu tabii...

Ekmekçi de zaman kavramı bizden değişikti. Gecenin bir saatinde, sabahın köründe ya da, en yoğun za­manda birden bire telefon çalar, Ekmekçi. Telefonu alırım; Ekmekçi o sırada uyumaz. Uyku zamanında uyu­maz belki uyku dışında uyur. Yani, garip bir şekilde böyle, çevresini duyumsayan bir yaratık gibiydi. Sizin bi­zim için, senin benim için önemsiz olan bir şey Ekmekçi için önemliydi. Ayrıntıları temel yapan bir tutumu vardı ve bazen ona bir iş yüklemek zorunda kalırdım. Derdi ki;

-Yok hayır bu önemlidir ve bunu, ben üstlenirim.

Küçük ayrıntılardan çok büyük görevlere doğru dönüşen bir bilinci vardı.

Ekmekçi, çok iyi bir aile babasıydı ve ben böylesini hiç görmedim. Yani o kızlarına bakışı, Aldoğan'a ba­kışı; insanlığa bakışının, kendi ailesine dönük bir yanıydı. Herkes Ekmekçi'nin akrabası, herkes Ekmekçi'nin dostu. En tutucu, en yobaz insanlara bile böyle kendi ölçüleri içinde, o kadirşinaslığı içinde yaklaşırdı. Tabii çok da kesin yargıları olan bir insandı. Ama kendi çevresine, dostluklarına bakışının sıcaklığı insanı şaşırtırdı adeta. Bu insanlığa bakışının aileye dönük tarafı, kızlarına bakışı sanıyorum ki, onun ayrıntılarının yan yana getirilme­siyle bir babanın, bir aile reisinin nasıl olması gerektiği konusunda belki bir kitap oluşabilir.

Ekmekçi derken, burada bizi dinleyen sevgili Aldoğan'ın da Ekmekçi'nin oluşumundaki rolünü unutmamak ge­rekiyor. Aldoğan bir öğretmendi ve o evin içinde bir öğretmenin varlığı her zaman sezilirdi. Ekmekçi kendisi de bir öğretmendi, bir öğrenciydi. Taa çocukluğundan, annesinden düşünün bakın; annesinin arkadaşlarının not­larını tutuyor. Ekmekçi'ye derdim ki;

-Yahu! Sen bir kitap yaz, 'Anamın arkadaşları' diye. Orada, anektodlar, ayrıntılar, fıkralar, yaklaşımlar o kadar güzel bir felsefe vardır ki; onlardan belki bir kitap oluşturması bize büyük bir zenginlik bırakacaktı fakat onu sanıyorum yapamadı. Annesine bakışı da herhalde yaşamında babasından daha çok etkili olmuştur. Biliyorsunuz Ekmekçi, Frenk Mustafendinin torunudur. Yazılarını okuyanlar onu bilirler ve aileden gelen bu mi­rasın da bir süzülmüş duruluğu kendisinde vardı. Çok basit sözcüklerle, çok basit tümcelerle derin, belki fel­sefi anlamı olan bazı şeyleri böyle anılarının içine ka­tardı.

Şimdi geliyoruz demin, Sayın Mustafa Şerif Onaran'ın dediği gibi, Cumhuriyet' teki doldurulamayan boşluğuna. Bilmiyorum ben size sorayım: Doldurulabilir mi ya da dolduruldu mu? Hayır! Böyle bir şey mümkün değil... Çünkü, bir insan düşünün, Ankara'da Çankaya'da evinde bir insan... Ve bu insanın bu iletişim çağında, belki bu iletişim teknolojisinin kullanılmadığı bir ortamda sürekli olarak Türkiye'deki ilericilik, kültür devrimi, aydın­lanma, halkçılık ve demokrasi savaşımında antenlerini kurmuş bir insanın, bu ileri kesimin, solunum ve dola­şımını sürekli olarak kendisinin duyumsaması ve bunu gazetenin köşesine yansıtması... Böyle bir köşe yazar­lığı yok. Bunun herhangi bir örneği yok. Bu doldurulamaz, kimse bunu Cumhuriyet' te dolduramaz. Ekmekçi'yi köşe yazarlığına, hele Cumhuriyet' te köşe yazarlığına, Nadir Bey'le yöneltenlerden biri olduğum için, belki en başta olduğum için kendimi mutlu sayıyorum. Bunu biz Nadir Bey'le konuştuk ve çok konuştuk. Sonunda, Ekmekçi'nin köşe yazarlığı Cumhuriyet' te gerçekleşti. Fakat, bundan böyle bir sonuç çıkacağını ben bile dü­şünememiştim. Öyle bir kürsü oluştu ki orada, belki ilerde bu bir araştırma konusu olacaktır. İletişim fakültele­rinde, basın enstitülerinde Ekmekçi üzerine bir tez hazırlanması gerektiği kanısındayım. Bir de yaşadığı süreç­teki antidemokratik baskılar, işkenceler öyle ağır bir tablolar oluşturdular ki, o tabloların çoğunu Ekmekçi'nin yazılarında görmek mümkündür.

Evet! Ekmekçi bizim vazgeçemeyeceğimiz bir dostumuz ve Türk aydınlanmasının önde gelen yazarlarından biri... İlerde bu değerlerinin daha çok anlaşılacağı kanısındayım. Konuşmamın başında köşe yazarlığıyla, öy­kücülük, romancılık, şairlik ya da, röportaj yazarlığı arasındaki ilişkilere değindim. Şimdi, yazarların arasında şöyle bir şey vardır: Geleceğe kalmak! Diyelim ki Kafka... Kafka kendi yaşamında zaten yazarlığının tadını ve şöhretini duyamamış. Böyle çok yazar var. Gençliğinde horlanmış, kenara itilmiş, yaşadığı çağda horlanmış, aşağılanmış, unutulmuş, kadri kıymeti biline­memiş çok sanatçı ve yazar var; ama köşe yazarları vardır ki çok ünlüdür. Ondan sonra kendi yaşamında bu­nun tadına varır, ondan sonra da kapatılır bir daha okunmaz. Şimdi hangisi iyi bilemiyorum. Acaba hangisi daha kalıcı? Bütün yaşamında öykü yazmış, roman yazmış bir yazarın yarına kalıcılığı ne ölçüde? Onu da bi­lemeyiz şimdiden. Ama Ekmekçi'nin kendi yaşamında, kendi yazarlığında, kendi çağındaki rolü o kadar büyük ki! Bunun ben gelecek kuşaklara dalga dalga yayılacağı kanısındayım. Hepinize teşekkür ederim.

MUSTAFA ŞERİF ONARAN : Sevgili arkadaşlar! Biz aşağı yukarı bir saat kadar Mustafa Ekmekçi'yi değişik yönleriyle ele aldık sesiyle de aramızda bulundu. İstiyoruz ki, bu anma toplantısında sizlerde katkıda bulunun ya da, sorular sorun. Sizlerle bütünleşelim Ekmekçi'yle. O nedenledir ki soru sormak ya da, katkıda bulunmak isteyen varsa onlara söz vermek istiyorum. Buyrun Atabaş.

HÜSEYİN ATABAŞ : Sayın Selçuk'un anımsattığı bir şey var, onu aktarmak istiyorum. Çankaya'da oturan, ül­keye antenlerini germiş, algılamaya çalışan, nerede ne oluyor saptamaya çalışan bir Ekmekçi. Ekmekçi'nin son derece yalın bir yöntemi vardı. O bütün paşaların, bakanların, milletvekillerinin eşleriyle dosttu. Açardı te­lefonu;

-Yenge merhaba nasılsın? Bu akşam ne pişiriyorsun? diye başlardı.

O arada alacağını alırdı. Onun antenleri böyle çalışırdı. Onu anımsatmak istedim efendim.

MUSTAFA ŞERİF ONARAN : Evet başka efendim? Buyrun Refik Bey.

REFİK ORAL : Bu konuyu ele almanızı ve mükemmel bir şekilde işlemenizi çok zevkle takip ettim sizlere te­şekkür ederim. Gerçekten Mustafa Ekmekçi de benim çok yakın dostumdu. Birçok konularda gönül birliğimiz olmuştur. Ve ben zaman zaman ona takılmışımdır. Şöyle ki; her hafta, pazartesi günü Amerika'da olan oğluma Cumhuriyet gazetesinin makalelerini keser yollarım. Mustafa Ekmekçi'nin köşe yazılarında bazen o kadar çok isim geçer ki, o isimler yazıyı olağandışı uzatır. -Yahu Mustafa derdim. Bak! İlhan Selçuk'un yazılarını alırım, keserim. Mehmet Kemal'in yazılarını keserim. Seninkiler çok uzuyor ve bana munzam bir ödeme yaptırıyorsun; çünkü ben postayla bunu gönderiyorum Amerika'ya. Niye bu kadar ismi bir arada topluyorsun?

O da gülümseyerek;

-Yahu arkadaş, onların hepsi benim yakınım, ben hiçbirini ihmal edemem. Yani bir kısmını yazsam öbürlerinden bahsetmesem alınırlar. Onun için sen beni mazur gör onlar benim huyumdur  derdi.

Ve gerçekten birçok huyları yanında bu da onun takdir ettiğim bir huyudur. Teşekkür ederim.

SEVGİ ÖZEL : Bu özel adlar konusunda ben bir şey söylemek istiyorum. Çok ad geçer Ekmekçi'nin köşe­sinde. Emin Özdemir onun yazılarını "özel adlar ormanı" diye nitelerdi. Bu tanımlama Ekmekçi'nin de çok ho­şuna giderdi, sanıyorum kitaplarından birinde de kullandı onu.

MUSTAFA ŞERİF ONARAN : İnsan coğrafyası diyorum ona. Değişik ifadeler kullanıyor tabii. Bu çok güzel bir şey, iletişim kurmayı da kolaylaştıran bir şey... Bu konuda katkıda bulunmak, başka söz almak isteyen?

ÖZLEM EKMEKÇİ : Ben önce bütün konuşmalarınız için teşekkür ederim. Ben babamın sesleri teybe alma özelliğinden söz edeceğim. Tatile gitmiştik, babam her sabah çok erken kalkar, beş buçuk altılarda... Hepimiz uyurken çantasını torbasını alır, yürüyüşe çıkar kumsalda. Uzun yürüyüşler yapar, saat dokuzda filan döner, biz anca kalkmışızdır, kahvaltıya otururuz. Bu gidişlerde yanında teybini de götürürdü. Yürüyüşe çıkacaksın, teybini ne yapacaksın, demeyiz hiç. Yine bir tatilden dönüyoruz otobüse bindik artık. Ama herkesin içi biraz buruk; tatil bitmiş, deniz bitmiş. Ondan sonra otobüse oturduk. Otobüsün teybinde türküler çalıyor. Babam kalktı yerinden, bir dakika şimdi size bakın ne dinleteceğim, dedi. Şoförün yanına gitti, biz Eylem'le konuşuyo­ruz; babam yine ne yapacak kimbilir, diye. Biraz sonra denizin dalgalarının sesi gelmeye başladı. Babam dal­gaların sesini teybe almış, bize onu dinletiyordu. Böyle bir insandı! Teşekkür ederim.

MUSTAFA ŞERİF ONARAN : Evet başka? Mustafa Ekmekçi'yle ilgili görüşleri olan. Onunla ilgili bir anınız ol­masa bile okuduklarınızdan siz de kalan izlenimin getirdiği duyguları da dinlemek isteriz. Çünkü bu bir anma toplantısı. Yani, bize ayrıca sormanız gereken bir soru olacağını sanmıyorum. Çünkü biz de söyleyeceğimizi söyledik. Ama ben şunu da ekleyeyim. Bir doktor olarak da Mustafa Ekmekçi'nin sağlığıyla ilgilenirdim. Önceleri, dikkat ederdim fazla içerdi ve çok yerdi; bir takım toplantılarda beraber olduğumuz zaman. Fakat, sonra çok özen göstermeye başladı kendine; çok şişmandı, zayıfladı ve çok da iyi etti. Çok kilo verdi, iyi za­yıfladı. İçkiyi de çok azalttı, hatta konuşmamda da söylediğim gibi bir takım kokteyllerde elinde içki bardağı dururdu, içer gibi yapardı ama içmezdi. Yani, o kendini çok iyi denetlemesini bilirdi. Yalnız bir televizyon prog­ramında, Köy Enstitüleriyle ilgili konular tartışılıyordu. Evinden konuşmacı olarak katıldı. Hatırlarsınız çok yakın bir zamanda oldu bu, yani ölümünden kısa bir süre önce oldu. Çok heyecanlıydı ve çok inançlıydı. Heyecanlı ve inançlı olarak o kadar katılımcı bir girişimi vardı ki o etkinliğe. Ben ürperdim ve korktum. Kendisini bu kadar harcarcasına, bu kadar telef edercesine!.. Kapıldı adam bu işin içine, dedim ve korktum. Ama bu öyle birşey­dir ki! Bir ivme kazanan kurşun gibidir! Bir yola çıktı mı bir yazar o yolun izini sürer artık. Duruklamaz ve geri de dönmez. O atılımın içindeydi Mustafa Ekmekçi...

ALDOĞAN EKMEKÇİ : Ekmekçi'nin bütün yanları anlatıldı. Ben de burada kitaba olan tutkusundan söz etmek istiyorum. Ekmekçi, büyük bir kitapseverdi, kitaplarına, çok sevdiğe kütüphanesine hiç kıyamazdı. Mustafa Şerif Bey'in söylediği doğru; Köy Enstitüleri konuşmasına dışardan katıldığı zaman hastaydı. O nedenle de çok heyacanlıydı. Bir takım şeyleri yarım bırakıp gitmek istemiyordu. Bu kitap tutkusu taa lise çağlarında baş­lamış. Konya lisesinde eğitim yılı sonunda başarılı öğrencilere ödül veriliyor. Ekmekçi o günleri şöyle anlat­mıştı:

"Gittim en arkada duruyorum. Bana verilecek hiçbir ödülün olacağını sanmıyorum. Çünkü çok çalışkan bir öğ­renci değildim, sınıflarımı geçiyorum; ama çok çalışkan ve iddialı bir öğrenci değildim. Bu sırada okul müdürü, 'Şimdi kütüphanemizde yapılan bir araştırma sonucunda kütüphaneden en çok kitap alıp okuyan öğrencimize ilk ödülümüzü vermek istiyorum' dedi. Ve birden kim acaba bu şanslı diye çevreme bakınırken müdür benim adımı söyledi. Çok şaşırdım. Heyecandan müdür beyin yanına nasıl gittiğimi hala böyle elim ayağım titreyerek anarım."

Ve böyle anlatırdı. Kütüphanesine hiç kıyamazdı. Bu rahatsızlığı sırasında dedim ki:

-Bak! Bu büyük bir kütüphane. Gel istersen sağlığında, güvendiğin, inandığın bir derneğe, bir yere bağışlaya­lım. İstersen bir üniversite olsun.

-Hayır ben öldükten sonra ne yaparsanız yapın dedi.

Vaktiyle Rauf İnan kitaplarını bir üniversiteye bağışlamış ve birgün o üniversitenin önünden geçerken merdi­venlere atılmış, sokaklara yığılmış kendi kitaplarıyla karşılaşmış. Ve çok üzülmüş Rauf İnan. Ekmekçi bunu hep anlatır ve kitaplarına hiç kıyamazdı. Ve biz de şimdi galiba bir servet olarak o kitapları saklamak duru­mundayız. Hepinize, bütün konuşmacılara teşekkür ediyorum.

MUSTAFA ŞERİF ONARAN : Sağolun. Ben bu kitap okuma merakıyla ilgili, konuşmamda söylediğim olayı biraz açmak istiyorum. "Madaralı Roman Ödülü" nün sekretaryasını ben idare ederdim. Ve arkadaşlarımla da ilişki kurardım. Çünkü bu seçici kurullarda bir acayip olay oluyor. Herkes raporunu veriyor, oraya gelmeyenler ol­duğu zaman -Sevgi Özel de çok iyi bilir- bir uyum sağlanamamışsa ödül verilemiyor. Yani herkes yazıyor, yazdığını kime ne verdiğini söylüyor, bir de bakıyorsunuz ki çoğunluk oluşmamış. Mustafa Ekmekçi daima na­bız yoklardı. Derdi ki;

-Nasıl görüyorsun havayı? Sen kimleri düşünüyorsun? Ne düşünüyorsun?

Bunu sormaktan amacı, bir kere bir orta yol bulmaya özen göstermek isteyen olumlu bir yanı vardı. Ama akı­lalmaz bir şekilde okurdu bütün kitapları. Ve o kadar okurdu ki! Dil anlayışına varıncaya kadar tartışırdı be­nimle. Yahu şunu şöyle şöyle diyorsunuz; ama "bu adam böyle böyle..." diye romanın ayrıntılarına girerdi. Hatta, çoğunluk sağlanamamışsa seçici kurulda tartışmalara katılır ve ayrıntılı bir şekilde anlatırdı onu. Ben evvela bu danışmasını, sormasını, "yahu Ekmekçi kopya mı çekiyor" diye aklımdan geçirirdim. Ama onun bu çalışmasını görünce, ayrıntılı bir şekilde işin içine girdiğini görünce hayran kaldım kendisine. Gerçekten Aldoğan'ın dediği gibi çok okuyan bir insandı.

BİR OKURU : Kendisini tanımadım ama, çok iyi tanıyorum. Çünkü Mustafa Ekmekçi'yi okumadığım zaman bir eksiklik hissederdim. Yani, gazetemi aldığımda adeta tutkuya dönüşen, bazı köşe yazıları vardır. Eğer onu okumazsanız okumadığım gün kendimde bir boşluk olduğunu hep düşünürdüm:

-Şunu yapmadım, aa, ne yapmadım? Falan yazıyı okumadım!

Ufkum genişlerdi, çünkü o kadar güzel bir lezzet alırdım ki! Yani bir öykü okumuş gibi, bir roman okumuş gibi O'nda şiirsel bir tat vardı. Bir edebiyat ağırlığı vardı, ayrıca ufkumu genişleten, bilmediklerimi anlatan değişik bir bakış açısı da vardı. Eleştirileri çok güzeldi, çok özgündü, özgür düşünceyi tabii ki savunuyordu. Ama bü­tün bunları yaparken asla saldırgan değildi. Satır araları benim için çok ilginçti; hele o isimler, kimler nedir ne değildir. Okuduklarını da ayrıca araştırmak isterdim. Demem o ki; Ekmekçi gerçekten, benim hep aradığım, kö­şesini aradığım, benim için güzel bir aydındı. Hepinize teşekkür ederim.

SEVGİ ÖZEL : Evet! Ekmekçi'nin köşesi boş ama, kitaplarıyla O bu fuarda... Ben iki kitabının yayımcısıyım. Hiçbir zaman hiçbir konuda başbaşa oturur konuşamazdınız. Ne zaman gitseniz Ekmekçi'nin odası miting alanı gibi olurdu: Hep kalabalık... İnsanlar bir şey paylaşmak, bir belge getirmek, bilgi almak, iletişim kurmak için Ekmekçi'nin o hızından ve insancıllığından, bence paylarına düşeni alıyorlardı. Kitaplarını hazırlarken de ço­ğunca ben gazetedeki büroya gidiyordum. Yazılarını birlikte seçiyorduk. İşte, biraz çalışıp, biraz telefonla ko­nuştuktan ya da odaya gelenlere bilgiler aktardıktan sonra baktık, öyle olacak gibi değil, yayımevinde buluş­maya başladık. Ama gazeteye "Ümit Yayıncılıktayım" dediği için telefonlar gene hiç susmuyordu. Bir kurnazlık düşündüm. Cumhuriyet' in sekreterine, "Ekmekçi buradan gitti" dedikten sonra rahat rahat çalışabiliyorduk. Aldoğan Hanım anlattı; kendi kitapları kadar çok severdi bütün kitapları. Bugün köşesi yok ama kitapları var. Köşesi sürekli var Ekmekçi'nin. Okumak olanaklı.

MUSTAFA ŞERİF ONARAN : Konuşmamın bir yerinde, yaşamın içinden gelen bir yazar olduğunu söylemiştim. Çok katılımcı olmasını isterdi, okurlarını katardı işin içine. Yaşadığı olayları da, duyduklarını da değerlendirirdi orada. Konuşmalarımızdan, bakarsanız hemen bir parça alıvermiş, bir şey girmiş işin içine. Hiç unutmuyorum, bir gün anamdan bahsediyormuşum, anamın bir sözünü almış yazısına koymuş. Annem tutumlu olmayı gös­termek için; "Oğlum yılan yerin toprağını gıdağı ile yermiş" derdi. Yerin toprağı yenmekle biter mi? Ama, işte Anadolu insanı o tutum içinde olmayı düşündüğü için tutumlu olmayı telkin eder insanlara. Hemen Mustafa bunu kaptı, bunu herhangi bir yerine denk getirip yazısına sokuşturdu. İnsanlara bir mesaj vermek, telkin et­mek istediği bir şey vardı bütün bunlarda, belkide. Onun için yaşamın içinden gelen bir yazar diyorum.

SEÇKİN GÖLOĞLU : Mustafa Ağabeyle on yedi yaşında tanıştım. Henüz ablamla evlendiği sıralardı. Mustafa Ağabey köşe yazılarına başladığı zaman, değinildiği gibi hep insanları anlatırdı. İlk gözbebeği olan Eylem doğ­duğunda büyük bir heyecanla O'nun doğumunu sütununa yazdı. Derken Özlem, olaylar, kişiler, kapıcı Ziya, Eylem'e bakan hanım. Hep sütunlarının konuğu oldu bir şekilde. Ben takılırdım:

-Yahu Mustafa Ağabey! Bak ben çok akıllı bir kızım! Ben de fakültede okuyorum, hiçbir şeyimi yazmıyorsun... Ortanca ablamdan, anamdan, karından, mahalledeki kasaptan bahsedersin. Bir de beni yaz ne olur bir şeyim yok mu hiç yazabileceğin?

-Keh keh keh! diye güler, patlatırdı kahkahasını. Derken bir gün Ali Sirmen'in, hapiste olduğu zaman, yazılarını başka adla yazdığı bir dönem oldu.

-Yahu Mustafa Ağabey, Ali Sirmen'in yazılarını o kadar beğenmezdim; ama bu yeni kişinin yazılarını çok be­ğendim, Ali Sirmen'den çok daha iyi.

Hemen ertesi günü, yememiş içmemiş bunu; "Yahu bizim Seçkin var ya! Bu Ali Sirmen'in yerine gelen adam diye, Ali Sirmen'in yazılarını çok severek okumuş" diye yazmıştı.

Beni böylece anmış oldu yazılarında. Bana karşı az domuzluk etmezdi. Birbirimizle böyle tatlı iç içe bir ilişkimiz vardı. Bu arada şunu da söylemek istiyorum; Mustafa Ağabey'i Türk Eczacılar Birliği'ndeki eczacı arkadaşların da ayrıca çok sevdikleri bir gerçektir. Dergilerinin Mayıs ayı sayısında Mustafa Ağabey'e yer vermişler. Burada yirmi otuz tane var. Özellikle, son yirmi bir günlük hastane günlerini de, duygu dolu günlerimizi de içeren bir küçük yazı ve onun seçtiği bir şiiri vardı, onu da aldık. İzleyenlerden isteyenler bu dergiden alabilirler. Teşekkür ederim.

ÇETİN ÖRGEN : Öncelikle sevgili Ekmekçi ailesine başsağlığı dilemek, derin acılarını paylaşmak isterim. Bu tanımaktan onur duyduğum değerli insanı ben tanışmadan önce tanımıştım. 1963 ya da 1964 yılıydı, o zaman ODTÜ'deydim. O dönemlerde Ankara oldukça sessizdi, oldukça azdı insanlar. Bir gün Bakanlıklardan Kızılay'a doğru inerken bir ara, bana doğru yürüyen, kasketli, yalın görünüşlü ve cebinde başlığı görünecek şekilde katlanmış Cumhuriyet gazetesi olan bir adam dikkatimi çekti. İlk kez ben Mustafa Ekmekçi'yi o zaman üni­versite sıralarında iken, işte öyle tanıdım. Tanımadan, tanışmadan tanıdım. Sonradan o değerli insanın Mustafa Ekmekçi olduğunu bir toplantıda öğrendim. Ve hep, o onuru sevgiyle taşıyorum içimde. Dil Derneği'nin üyesi­yim. Atatürk'ün kurduğu Dil Derneği'nin üyesiyim; Denetleme Kurulu üyeliği, başkanlığı yaptım. Ve Dil Derneği'ne sevgili Mustafa Ekmekçi'nin makalesiyle erişmiştim. İşte, o zamanlar, sevgili Sevgi Özel'in de an­lattığı gibi bir baskı altındaydık; valilik işin peşine düşmüştü. O arada, Mustafa Ekmekçi bizlere, biz okuyucu­larına, biz yalın okuyucularına duyurdu Dil Derneği'nin kurulduğunu. Dile gönül verenlerin omuz vermesine ge­reksinim duyduklarını haber alınca hemen koştum. Atilla Göktürk'ü buldum ve Dil Derneği'ne üye oldum. Sonradan bir gün yine bir yemek vardı Mülkiyeliler Birliği'ndeydi. Beni biraz durgun görmüş, yanıma geldi;

-Hayrola! dedi. Niye böyle boynu bükük gibi duruyorsun? Sana hiç yakışmıyor! diye hatırımı sordu.

Dil Derneği'nin ilk yemekli toplantısıydı. Birçok kişi var ve ben bekliyordum ki -belki çok romantik bir adamım- birisi beni tanıştırsın.

-Kimse aramıza hoşgeldin demedi dedim. Hemen kalktı.

-Bu arkadaşımız, Çetin Örgen aramıza yeni katıldı, niye hoşgeldiniz demiyorsunuz kendisine? diye yemekteki­leri uyardı.

Ve ben Mustafa Ekmekçi deyince tomurcuk bir insan, sıcacık, yumuşacık, yumuşacık yürekli bir insan anım­sıyorum. Önce hep böyle omuzumda her zaman onu hissetmişimdir. Seslerini almaya çalıştım ondan sonra, ailesine kendilerinde olmayanlar varsa teslim etmek isterim. İşte birkaç resmini çekmiştim onları vereceğim. Sonra, sevgili İlhan Selçuk'un da dediği gibi, Mustafa Ekmekçi'nin gelecekte de yaşayacağına inanıyorum; çünkü kendisinden sonraki gençlere çok şey verdi ve onlara el verdi, omuz verdi saygılar sunarım.

METİN AKSOY : Mustafa Ağabey'le 1990-1996 yılları arasında Çağdaş Gazeteciler Derneği'nde birlikte çalış­tık. Gazeteci ve insan Mustafa Ekmekçi'yi anlatılırken O'nun bir yönü eksik kaldı. Türkiye'de toplumsal geliş­melerin büyük hızla yaşandığı 1990-1996 döneminde, nefes nefese geçen bir altı yılda, bizler ve genç meslek­taşları O'nun başka bir özelliğini tanıdık. O da Mustafa Ağabey'in örgütçü yanıydı. Mustafa Ağabey 1960'lı yıl­larda Ankara'da, Basın-İş ve Türkiye Gazeteciler Sendikası'nın yöneticiliğini yaptı, Yönetim Kurulu'nda çalıştı. Mustafa Ekmekçi İnsan Hakları Derneği'nin, Türkiye İnsan Hakları Vakfı'nın biraz önce anlatıldığı gibi Dil Derneği'nin kuruluşlarında aktif olarak yer aldı; yönetimlerinde çalıştı. Mustafa Ağabey, her şeyi kendi çıkar pencerelerinden gören insanlara hiç benzemezdi. O çok farklı bir insandı. Sorumlu, dürüst, meslek onuru üze­rine titreyen, sözünü esirgemeyen, meslek sorunlarına karşı duyarlı biriydi.

Çağdaş Gazeteciler Derneği'nde 6 yıl birlikte olduk... En küçük bir olayda, bir gazeteciye vurulan fiskede Mustafa Ağabey derhal tepki gösterilmesi için bizleri harekete geçirirdi. Genç meslektaşlarına hangi koşulda olursa olsun sahip çıkardı. Kaç kez İçişleri Bakanını gecenin bir saatinde arayarak "Bu çocuğu neden gözal­tına aldınız? Suçu ne? Haksızlık yapılıyor" diye polis tarafından tartaklanan gazetecilere sahip çıktığına tanık oldum. Ama bazen çok sinirlenirdi. ÇGD Güney Marmara Şubesi'nin polis tarafından haksız yere lokali kapa­tıldığında da büyük tepki göstermişti. Lokalin açılışında dayanışma için Bursa'ya gittiğimizde, dernekte düzen­lenen toplantıda konuşurken çok sinirlenmiş, birden heyecanlanarak "Biz, faşizme karşı mücadele ediyoruz" demiş görevli polislerin olmasına aldırmadan Valiye Emniyet Müdürüne demediğini bırakmamıştı. Ekmekçi'nin konuşmasını şaşkınlıkla izlemiş, "Aman ağabey, derneği kapattıracaksın" dediğimde, ters ters bakarak "Hele bir denesinler!" diyerek kızgınlığını sürdürmüştü.

İşte böyle biriydi Mustafa Ekmekçi! O, bir genel başkan olarak örgütüne, gerçekten tarif edemeyeceğim ölçü­ler içinde sahip çıkan, mesleğine toz kondurmayan biriydi.

MUSTAFA ŞERİF ONARAN : Daha güzel bir davranışını ekleyeyim. Çekilmesini bilen adamdı. "Ben, bunca yıl Çağdaş Gazeteciler Derneği'nin başkanlığını yaptım çekiliyorum artık, daha genç bir arkadaşım geçsin" diyen insandı. Bu da güzel bir davranışıydı onun. Bizim takdirle karşıladığımız bir davranışıydı. Buyrun efendim.

ÖZLEM EKMEKÇİ : Babamın, hepimizin bildiği bir özelliği de insanları birbiriyle tanıştırmayı çok sevmesiydi. Örneğin benim üniversitede öğretmenimin evinde verdiği davette arkadaşlarla yemek yiyoruz. Haydaa! Alır on arkadaşını gelir oraya. Benim çok hoşuma gider, arkadaşlarımın da hoşuna gider. Onlarla tanıştırır ya da ne bileyim! İşte, teyzemler anlatıyorlar, benim hoşuma gidiyor eskileri dinlemek.

Annemle babam ilk arkadaşlık yapmaya başladıkları zamanlar... Dedem de çok sert bir insan... Annem, de­demle beraber yaşıyor. Babamı yemeğe çağırıyorlar. Babamın yemeğe çağırılması çok büyük bir olay... Dedem büyük bir özveride bulunmuş ve babamı yemeğe çağırmış. Babam yanına iki arkadaşını daha katıp gelmiş. Böyle bir insandı. Ve, küçüklüğünden bahsetmeyi çok severdi; bize anlatırdı. Çok zor zamanlar geçirmiş. Çok zor bir çocukluk geçirmiş. Katı bir babası, çok bilge bir annesi varmış; ama zor yıllarmış... Hep onu düşünürüm yani; ben öyle bir anne olabilir miyim diye. Ve kendisini çok güzel şekillendirmiş bir insandı; o yüzden de çok güzel bir babaydı... Bu onurla, herhalde hiçbir zaman başımız eğilmeden, ömrümüzün sonuna kadar yaşarız.

Ufak bir anısı vardı. Ben de çok iz bırakmıştır. Bu babamın nasıl böyle bir baba olduğunu bana çok güzel anla­tan bir anıdır. Önemli günlerden birinde ilkokuldayken babama, şiir okuma görevi veriliyor. Babam çok heye­canlanıyor, günler boyu çalışıyor ve şiiri ezberliyor bu arada. Tabii önemli bir olay babamın okulda şiir okuya­cak olması. Hiçbir zaman ayakkabısı olmamış o zamana kadar. Bilmiyorum ne giyiyordu? Herhalde uyduruk bir şeylerle gidip geliyordu okula. Babası da çok onur duymuş babamın şiir okumasından ve ona çok güzel yep­yeni bir potin almış. O gece potinleriyle beraber uyumuş. Ertesi gün okula gidiyor, şiir okuması için bir sandal­yenin üstüne çıkartıyorlar babamı! Babam şiirin ortasında heyecandan unutuyor. Bir daha başlıyor yine yok. Ve bir süre sonra sandalyeden indiriyorlar. Dedem babamı dövüyor, ayakkabıları da elinden alıyor. Çok üzül­müş tabii o zaman... İşte babam, bizim hiçbir şeyin eksikliğini çekmemizi istemedi, her şeyi çok fazlasıyla ya­şattı bize, onun için çok teşekkür ediyorum O'na.

Hastanede geçirdiği son yirmi günde -bizim için çok önemli bir yirmi gündü teyzemin dediği gibi- birbirimize söylemediğimiz hiçbir şey kalmadı. Babam bir alete bağlıydı. Konuşamıyordu. Ama, gözleriyle her şeyi anlattı bize. Göz kırparak, gerektiğinde gözleriyle gülerek, gerektiğinde ağzıyla gülerek çok şey konuştuk. Son ola­rak bir de şeyi anlatayım; hastanede, ben babamdan konuşmak için hiç sıkılmıyorum. Hastanede, Reanimasyon Merkezi'ne yatırdığımız zaman artık işte, orada bitkisel hayatta olan hastalar var, hiçbir şeyi du­yumsayamayan hastalar var. Ama babam öyle değildi. Alete bağlıydı; ama biz biliyorduk, biz konuştukça bize tepki veriyordu. Elleriyle kollarıyla... Doktoru da, bir şekilde arkadaşımızdı. İşte, biz geldiğimiz sırada doktoru; "Mustafa Bey!" demiş; "Eğer beni duyuyorsanız elimi sıkın..." Bu arada tabii çok acılar çekiyor, doktora biraz da tepki duyuyor o sırada. Hiç babamdan tepki yok. Diyor ki; "Çok iyi biliyorum, artık ayılmış olması lazım ilaçlardan." Biraz sonra hemşire gelmiş. Tatlı dilli bir hemşire vardı. O tutmuş babamın elini. "Mustafa Bey!" demiş; "Eğer sesimi duyuyorsanız elimi sıkın..." Babam da elini sıkmış. Doktor "Güzel hemşireyi gördün tabii elini sıktın değil mi?!" demiş. Babam göz kırpmış. Yani, hasta halinde bile esprilerine devam ediyordu. Çok te­şekkür ederim.

MUSTAFA ŞERİF ONARAN : İlhan Bey son sözü söylüyor ondan sonra izin rica edeceğiz.

İLHAN SELÇUK : Şimdi, Ekmekçi gibi bir sevgili insanın anısı çevresinde buluştuk. Bir daha yineleyeyim; Türkiye'nin bu aydınlanma devriminin yetiştirdiği büyük insanlardan biridir. Biz, bilincindeyiz; bir Cumhuriyet ağacı var; bu Cumhuriyet ağacı büyüyor. Bu ağaç Cumhuriyet devriminden, 1923'den önce tohumlandı bu ağaç. Ve ondan sonra da 1923 devrimiyle boy atmaya başladı. Melih Cevdet'in bir yazısı vardı hiç unutmam. Bir gün Kadıköy Parkı'nda dolaşıyor. Çocukluğunda o ağaçlar henüz fideymiş... Şimdi, taa yukarlarda, göklere doğru uzanmış. Ağacın tabii serüveni böyledir. Yüzlerce yıl öncesinden ekilmiş olan fikirlerin tohumlanması ve bir ağaca dönüşmesi ve bir devrimle çiçekler açması gibi bir şeyi biz kendi yaşamımızda gördük. Şimdi bu ağacın dalları var. Bunun bir dalında Orhan Veli, bir dalında Hasan Ali Yücel vardır. Ağacın bütün dallarında bizim tanıdığımız Yakup Kadri'ler, Reşat Nuri'ler, Türk rönesansının, Türk reformunun, Türk aydınlanmasının bü­tün yazarları, çizerleri, aydınlanmacıları, şairleri, gazetecileri vardır. Namık Kemal'i unutuyor muyuz? Bugün Namık Kemal'in kitaplarını okuyanlar yok gibidir. Ama Namık Kemal gibi vakti zamanında açmış bir çiçeğin ko­kusunu duyumsuyoruz. O özgürlük kokusudur.

Ve Mustafa Ekmekçi bu ağacın dallarından biridir. Hem de en güzel dallarından biridir o ağacın. Çok anımsa­nacak, bu ağaç daha büyüyecek. 21. yüzyılda kimse umutsuz olmasın. Yeni dallar verecek, yeni sürgünler verecek, çiçekler açacak, yapraklar açacak. O yapraklar dökülecek; ama o ağaç yaşayacak. Bu bakımdan bunu, bir büyük halkın, ulusun, Türkiye'nin bir yaşamının içinde, biz bunu düşünebilecek bilincin içindeyiz. Burada belki üzerinde durduğumuz şey şu oldu. Ekmekçi'nin bu Cumhuriyet ağacının en güzel dallarından, en güzel sürgünlerinden biri olduğunu burada bir kez daha yineledik. Tabii onun ailesi burada. O aile belki bunun bilincinde olmadan yaşadı. Çünkü taa küçüklükten itibaren çocuklar yetişirken, babalarıyla birlikte yaşadılar; eşi de öyle... Ama bir süre geçiyor, bakıyorsunuz ki, birdenbire şaşırıveriyorsunuz! O ağaç büyümüş! O ağa­cın en büyük, en güzel dallarından biri de, bizim belki yanı başımızda yaşayan önem vermediğimiz birisi; dos­tumuz, kardeşimiz, ağabeyimiz...

Ekmekçi'nin basın enstitüsü ya da iletişim fakültelerinde bir inceleme konusu olmasını dilerim. Çünkü hiç kim­seye benzemeyen, kendine özgü bir yazar, gazeteci bir devrimci ve bir demokrattı. Ben de O'nu saygı ve sevgiyle burada anarken, dost olarak, arkadaş olarak burnumda tütüyor. Zaman zaman O'nu andıkça, O'nu düşündükçe burnumun direği sızlıyor... İşte öyle bir duygu. Dostluğunu en çok hissettiğim dostlarımdan biridir. Hepinize saygılar sunarım.

  • 1. YER   :     TÜYAP 16. İstanbul Kitap Fuarı -Tepebaşı/ İstanbul

    TARİH :     7 Kasım 1997

    KONUŞMACILAR      :     Prof.Dr. Mustafa Şerif Onaran

                Gazeteci-Yazar İlhan Selçuk

                            Yazar Sevgi Özel