Bir Ankaralı : Mustafa Ekmekçi1
[TUTANAK NO: 1]
SPİKER : Cumhuriyet gazetesi yazarı Çağdaş Gazeteciler Derneği Başkanı Mustafa Ekmekçi, Konya'nın Hadim ilçesine bağlı bir köyde doğmuş olmasına karşın bir Ankaralı. Mustafa Ekmekçi, Cumhuriyet'le özdeşleştirdiği başkent Ankara'ya yürekten bağlı. Bu kent onun yaşam mücadelesini verdiği duygusallıkları, acıyı yaşadığı, dostları, ailesi ile paylaştığı, mesleki başarılarını yaşadığı bir yer. Bu kent cumhuriyetin ve Mustafa Ekmekçi gibi cumhuriyete inananların kenti.
Şimdi gazeteci yazar Mustafa Ekmekçi ile eski Ankara'ya doğru bir yolculuk yapıyoruz. Gençlik yıllarının Ankarası ilk kez askerlik için geldiği Ankara'yı Ekmekçi'den dinliyoruz.
MUSTAFA EKMEKÇİ : Ankara'ya 1951 yılında geldim. Ankara'yı da ilk o zaman tanıdım tabii. Yakından tanıdım. Ankara'da o vakit -şimdi Bahçelievler Sondurak'tan Yenişehir'e kadar neredeyse- bir aradaki bakanlık binaları dışında bina yoktu. Düz tarlalardan yürüyerek gelirdik. Dikmen'in olduğu yerlerde, Balgat'ta atış talimleri yapardık, atış eğitimleri yapardık. Silah eğitimleri yapılırdı oralarda. Böylesine bomboş alan, Dikmen'in, Çankaya'nın olduğu yerler bağ, bağlık, bahçelikti...
İsmet Paşa'nın Pembe Köşkü'nün olduğu yere kadar, çok ender otobüs çalışır, hatta oralara yürüyerek gidilir; bir çamur deryası filandı, asfalt masfaltta hak getire o zaman. Belli başlı Atatürk Bulvarı ta Ulus'a kadar uzanan, eski Meclis'in olduğu yer, şimdi Ankara Palas'ın karşısındaki, bir ara CENTO binası filandı... Şimdi müze olarak kullanılıyor eski ilk Meclis. Sümerbank var, Sümerbank'ın karşısında da Santral kahvehanesi vardı, gider orda, briç oynardık. Karşısında pastaneler var, hepsi eski Ankara'yı anımsatır şeyler.
SPİKER : 1950'den sonra gelen 1957'ye kadar uzanan yıllar Mustafa Ekmekçi'nin Ankara basını ile de tanıştığı yıllar. Bir iki yazısının Ulus gazetesinde yayınlandığı, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne başladığı ama devam ettiremediği, İstanbul-Ankara arasında mekik dokuduğu, mecburi olarak iş yaşamına atıldığı, memuriyetle tanıştığı yıllar... Unutamadığı bir takım olayların yaşandığı, yaşam mücadelesi başlattığı o yılları Mustafa Ekmekçi'den dinliyoruz.
MUSTAFA EKMEKÇİ : Burda yoksulluk yılları geçti tabii, hatta işe başladığım yıllar ceketim yoktu; genel müdüre götürdüm, kapısını vurup içeri girdim, sınavı kazandığıma ilişkin zarfı verdim, baktı şöyle; onun memuru oluyordum artık."Senin ceketin yok mu?" dedi bana... Sesimi çıkarmadım, hemen düğmeye bastı, günlerden cumartesiydi öğleye kadar çalışılırdı. Saat de 11.00'di, bir saat filan vakit var... "Hemen göreve başlatın, ilk maaşını da alsın" dedi. Yani kendisine bir ceket alsın demek istedi. İş arıyorsunuz bulamıyorsunuz, yani şimdi bir yandan çalışıp bir yandan okumak olanağı yoktu. Nitekim terkettim sonra hukuk fakültesini.
Memuriyeti sürdürdüm bir yerde, sonra memuriyetten kovdular beni, hava meydanlarına girmiştim trafik kontrolörü olarak gittik; hatta oraya ilişkin çok ilginç bir anım da var. İstanbul'a Yeşilköy'e atadılar. Yeşilköy'de gece nöbetçiyim, ilk gün gitmişim, havada uçak unuttuk. Şöyle; ben gittim, benden önceki arkadaşlar uçakları indirmişler, uyumuşlar. Ben nöbetçiyim, bir baktım bir ses, İngilizce; "Alo alo ben ne zaman ineceğim?" diyen birisi; pilot...
-Sen kimsin?
Şef uyandı; kalktı."Sen kimsin diye sorulmaz, bilmemiz lazım bizim o uçağı." Pilot, Atina'dan geliyormuş.
-Atina'dan geliyorum, şu feetteyim, yarım saattir havada dolaşıyorum, ne zaman ineceğim?
-Bin feet alçalın, derhal rapor edin! Sanki yerde trafik varmış gibi yanıt veriyoruz. Pilot bilmiyor mu aşağıda bir şey olmadığını, o da dinliyor; çünkü biz hepimiz uyumuşuz. Onu biraz sonra indirdik. Gülümsedi pilot, şeyimizi de (dilimizi) biliyor.
SPİKER : Ankara hangi yönleri ile Mustafa Ekmekçi'yi çekti? Onu bu kente bağlayan nedenler nelerdi? Yanıtı yine Mustafa Ekmekçi'de.
MUSTAFA EKMEKÇİ: Ankara'nın nesini seviyorsun dersen, Yahya Kemal demiş ya; Ben İstanbul'a dönüşünü sevmem de, İstanbul'dan Ankara'ya dönüşünü severim. Ankara'ya nedense bir bağlandım. Nasıl bağlandım? Bir, sevdiklerim burda çoğaldı tabii... İnsanlar nerdeyse yaşam da orda; onlar sizi bağlıyorlar. İnsan, bağlıyor. Nurullah Ataç -Ankara'yı çok sever. Bir kere Ankara'yı daha yeni bir kent olarak görür- İstanbul için şöyle der: "İstanbul tarih kokar, eskilik kokar, küf kokar; Ankara'da bu yoktur." Ankara'da en eskisi -Anadolu Medeniyetleri Müzesi ile- size sanki dün kurulmuş, binlerce yıl önceki eski yapıtlar değilde bugünkü şeylermiş gibi gelir.
Sırf Ankara'yı sevdiren Ankara'nın başkent oluşudur. Ankara'yı bundan severim. Hem modernleşememiştir, yarım kalmıştır, eskiden Ankara'ya Ankara demezlermiş, "en geri" derlermiş, en geri. O kadar geri ki yani böyle perişan bir kent anlamına, İstanbul gibi değil; hatta büyük ülkelerin devletlerin büyükelçilikleri filan Ankara'ya gelmemişler bile, gelmek istememişler. Onun için onlara Atatürk, Ankara'nın en güzel yerlerinden Kavaklıdere'si yani böyle orada istedikleri kadar büyüklükte, araziler veriyor. Onlara bakım yapmalarını istiyor, şey ediyor filan. Yavaş yavaş ısınmaya başlıyorlar. O zamanlar Samanpazarı'nda elçilikler var. Mesela Rus Elçiliği orda. Mesela yerler böyle ayı postu... ocaklar, şömineler... Şimdi iki üç katlı lokantalar var; modern, tarihi Ankara evlerinde yapılmış lokantalar, Zenger'in var örneğin, biliyorsunuz, onun gibi evler... Orda toplanılıyor, orda ağırlanıyor. Mesela ikinci kata gıcır gıcır ses çıkaran merdivenlerden çıkıyorsunuz. O zamanın evleri. Yani elçilikler orda. Yunus Nadi'nin o zamanki Yeni Gün gazetesi, matbaası orada; sonradan Cumhuriyet de oraya taşınıyor, orda çıkıyor. Yani eskiden beri 70 yıllık Cumhuriyet gazetesi işte ordan başlıyor. Baştan sona bir tarih Samanpazarı.
SPİKER : Eski Ankara'dan bu yana neler değişti? Başkent Ankara olması gerektiği gibi mi şekillendi ve gazetecilik mesleğine neler kattı, ne tür olanaklar sundu? Bu konuda da sözü Mustafa Ekmekçiye bırakıyoruz.
MUSTAFA EKMEKÇİ : Ama şimdi şöyle bir şey var, Ankara yanlış kentleşti, yanlış şeyler kaldı. Nitekim Washington o kadar çok kalabalık değildir Newyork gibi. Yani İstanbul gibi yerler değildi oralar. Oraların daha dar tutulur nüfusları, ama bizde başı sıkışan Ankara'yı düşündüğü için Ankara'ya koşmuştur. Bunun da önüne geçilememiştir bir anlamda. Mustafa Kemal bütün devrimlerini Ankara'da yaptı. Daha önce düşündü, burda gerçekleştirdi. Ankara'yı çok sevdi. İstanbul'a uzun yıllar gitmedi. Halbuki bütün yaşamının çoğu batıda, İstanbul'da geçti. Buna karşın Ankara'yı bırakmak istemedi, Ankara'yı yoktan, bir anlamda var etti. Ankara'da tabii kırk yıla yakın yaşamım geçti. Kırk yıla yakın. Ankara'yı daha çok insanları ile sevdim diyebilirim. Burda kendi kendimi yetiştirmeye çalıştım, burada gazetecilik yaptım. İşte Ulus gazetesinde yazılar, arkasında Vatan gazetesine geçiş...
27 Mayıs olunca şapkamızı havaya attık. Biz bir yerde 27 Mayıs devrimini sevdik, özgürlükler getirdi 27 Mayıs Anayasası. Bu özgürlükler bize daha çok insan haklarına saygıyı getirdi. Ardından her on yılda bir darbe gelmeye başladı, onları bir bir yaşadık. Ankara'da yaşamak bir yerde bunlarla iç içe olmak demektir. Bakanlıklarda ne oluyorsa akşam üstü Kızılay'da öğrenebilirsiniz. Ama başka kentlerde öyle değildir. İstanbul'da radyodan öğrenirler. Biz radyodan öğrenmeyiz. Çıkın Kızılay'a, ne deyim bir genel müdürü görürsünüz, bir müsteşarı görürsünüz."Haberin var mı yav, filan bakan istifa ediyormuş" der. Size söyleyiverir ordan...
Ankara'da gazetecilik yapmak gerçekten zevklidir. Bir kere İstanbul'da gazetecilik yapmak çok zordur. Ben İstanbul'da gazetecilik yapamayacağımı düşünüyorum. Diyelim ki bir haber aldınız, olayın üstüne gideceksiniz... Ohoo... eskiden vapur beklerdiniz, şimdi köprüyü geçeceksiniz, köprüden öbür tarafa gideceksiniz, sanki her şey bitmiş gibi olur. Ankara bize avuç içi gibi gelir. Avuç içi gibi hemen derhal işlerimizi görüverecekmişiz gibi... Ankara'yı belkide çok sevmemde (bunun) bir payı var gibi gelir bana, o yönden seviyorum. Bir de Ankara'yı tiyatrolarıyla, kültür merkezi olarak (severim). İstanbul bana (sanki) yerinden kımıldamaz bir şeymiş, harekete itmek çok zormuş gibi gelir. Ama örneğin medyanın merkezleri genellikle İstanbul'da. Babıali dediğimiz basın merkezleri İstanbul'da... Ankara'da nedense gazeteler pek kolay kolay tutmaz.
SPİKER : Gazeteci yazar Mustafa Ekmekçi ile Ankara üzerine söyleşimiz devam edecek sayın dinleyiciler. Ama şimdi bu söyleşiye biraz ara veriyoruz ve Ruhi Su'dan "giderim yolum kaya" adlı türküyü dinliyoruz.... Sözü müzikten alıyor ve alışkanlıkları konusunda gazeteci yazar Mustafa Ekmekçi'ye bırakıyoruz. Ekmekçi-gazetecilik ve Ankara" Bu üçgenin değerlendirnesini yine Mustafa Ekmekçi kendisi yapıyor.
MUSTAFA EKMEKÇİ : Korkunç bir radyo dinleyicisiyim ben. Radyo dinlemeden yatmam, kalkar kalmaz da radyo dinlerim. Neredeyse rüyamda bile radyo dinlerim, diyebilirim. BBC'nin Türkçe yayınları sabah saat 07.00' de başlar, ben onu dinlerim; 07.30'da Ankara Radyosu'nu dinlerim, şimdi Radyo Anki'yi de dinliyorum; ana haber bültenlerinden gelişmeleri öğrenmeye çalışıyorum. Radyo o kadar önemli ki haber alma açısından... O gün kim, mesela Tansu Çiller nerede? Tansu Çiller, bugün saat 13.00'de Ankara'da konuşuyorsa canlı yayında, ha demek Ankara'da, belki 14.00'de gidecek, ama 13.00'de rahat burada bulursunuz. Veyahut ne yapacağını, onun nereye gideceğini haber olarak verecektir, şuraya gidecek, yahut şöyle oldu, şurada konuştu dediğiniz zaman yerini öğrenmiş oluyorsunuz. Ondan sonra siz perde arkasını istediğiniz gibi arayın. Kim kimle konuştu? Ne yaptı? Örneğin Meclis'teki çalışma yöntemim şöyle olurdu, herkes konuşmacıyı dinler. Hayır! Ben oradaki kulislere bakarım; kim kimin yanına gitti? Ne yaptı? Tabii ne dediğini bilmiyorum. Fakat sonra onları telefonla ararım:
- ... sizin yanınıza geldi, nedir, bir şey mi var?
-Nerden öğrendiniz?
-Gördüm, yanınıza geldi...
-Haa... Şöyle şöyle bir işbirliği teklif ediyorlarda...
-Seçimlerin erkene alınmasını istiyorlar.
İşte sonuçta karşınıza bu tür yanıtlar çıkabiliyor. Eskiden yani 1950'li yıllarda gazeteler gece yarısı çok geç saatlerde basılırdı. Ertesi günde trenle gelirdi gazete, bir gün sonra gelirdi. Teleks filan pek yok; iki üç gazetede var: Yeni İstanbul' da vardı, Vatan' da vardı, Cumhuriyet' te vardı, galiba başkalarında yoktu. Öbür gazeteler telefonlarla haberlerini verirlerdi. Bırakın faksı, teleks bile yoktu o zamanlar. Öğleden sonra sinemaya giderdi gazeteciler. Saat 16.00'daki filmi görür 18.00'e kadar, sonra büroya gelir, birbirlerine sormaya başlarlar:
-Yahu bugün ne var, ne yapacağız?
Gazetelerde o zaman mesai sabahleyin değil akşam üzeri başlar, gece 12.00'ye 01.00'e kadar sürer; ondan sonra mingacıya gidilir. Minga, "tükrük köftesidir", onlar ekmek arasında yeyilir; sonra -Ankara'nın Babıali'si Ulus semtidir-oradan da eğlenceye, bara yahutta meyhaneye gidilir. Çok eskiden Karpiç'e giderlermiş, Karpiç Lokantası'na hatta bir yerde bugünün lokantalarının babasıdır Karpiç.
SPİKER : Gazeteci yazar Mustafa Ekmekçi ile Ankara yolculuğumuz 20'li yıllarda başladı sevgili dinleyenler. Şimdi de 90'lı yılların Ankara'sının değerlendirmesini istiyoruz. Büyükşehir Belediyesi'nce hazırlanan Ankara'yı 21. yüzyıla taşıyacak olan Metro, Ankaray, Portakal Çiçeği Vadisi, Dikmen Vadisi, Çankaya-Mamak Viyadüğü gibi büyük projeler hakkında Ekmekçi neler düşünüyor.
MUSTAFA EKMEKÇİ : Bunların başında kuşkusuz Ankara'yı Ankara yapan öğeler var: Yeşillik var, örneğin bir Atatürk Orman Çiftliği var; orada bir devlet mezarlığı yapılması çok kötü olmuştur aslında, orayı bir çeşit taş yığını haline getirmiştir, yani böyle parsellemenin gereği yoktu. Şimdi kim uğruyor oraya? Yıldönümlerinde bile gidilmiyor. Öldüğü zaman orada bir tören yapılıyor o kadar, ondan sonra unutuluyor... Tüm sorun yeşilliktir. Bugün Ankara, İstanbul'a göre çok yerlerden daha yeşildir. Bir zamanlar Ankara'da su dolu bir testi koyuyorlar, bir hafta sonra suyu çekilmiş, çatlamış olarak çıkıyor; su yoktu, yeşillik yoktu. Bugün özellikle ODTÜ ormanı -onda Kemal Kurdaş'ın da büyük rolü var. Rektör olarak milyonlarca ağaç dikti. Ve çevresini ODTÜ'ye katarak, oranın bir ticari meta haline gelmesini önledi. Kemal Kurdaş'ın o hizmetleri unutulamaz. Eğitime katkısı özellikle yeşile tutkunluğu bakımından- gibi büyük yeşil alanlar var. Artık Ankara'ya sık yağmur yağıyor, eskisi gibi kurak değil... Ankara, eskiden o kadar susuzmuş, o kadar kurakmış ki, astım hastaları, nefes darlığı hastaları yılda 15 gün gelip Ankara'nın kuru havasında iyileşip giderlermiş. Nefes darlığı rutubete, neme gelemiyor, ancak kuru hava olması gerekiyor. Şimdi gene kuru Ankara'nın havası, ama eskisi gibi değil... Eskiden yüzde doksan kuru hava ve sayrılara nefes darlığına iyi geliyor. Bu oran şimdi inmiş yüzde kırk beşe filan ... Bu duruma göre Ankara'yı daha yeşillendirmek lazım.
Belediyeler şimdi daha iyi çalışıyorlar, bol park yapıyorlar; İstanbul da da aynısını yapıyorlar. Kuşkusuz metro iyi, hatta metro geç kalmış da demiyorum. Şimdiki teknik koşullarla çok daha rahat yapılabilir çünkü... Mısır'deki pramitleri yapar gibi binlerce, yüz binlerce işçiyle emekle yapacağına şimdi makinelerle yapıyorsun, bir anlamda gecikmiş sayılmaz. Daha modern... Londra metrosu bir yerde eskimiştir de. Ama bizimki daha yeni koşullarda yapılıyor olacaktır. Metro'yu beğeniyorum. Yeşil alanlar açmaya, parklar yapmaya önem veriyor ve özendiriyorlar. Bunun yanında hala yeni opera binamız yok, doğru dürüst sinema salonlarımız yok. Örneğin kültür sarayları, kitaplıklar yeterli değil. Okuma sevgisinin teşvik edilmesi gerekir...Bir zamanlar Ali Dinçer zamanında yapılmıştı. Kültür Bakanlığı iyi çalışıyordu bu anlamda; belediyelerle güzel işbirliği yapılabilir bu konuda.
SPİKER : Mustafa Ekmekçi ile Ankara yolculuğumuzun sonlarına yaklaştığımız bu dakikalarda Ekmekçi, içinde yaşamak istediği, günlündeki Ankara'nın, geleceğin Ankara'sının tablosunu çiziyor...
MUSTAFA EKMEKÇİ : Türkiye'de pek çok yarım kalmış şeyler var. Bunların başında eğitim, kültür geliyor. Kültürlü bir Ankara, ekin dalına, eğitime ağırlık verilen bir Ankara olmalı. Bir, Ankara sınıfsal farklılıkları çok ağırlık taşıyan bir yer. Zengini, yoksulu çok bir Ankara yaşam sürüyor, bunu dengelemek gerekiyor. İkincisi ekinsel yönden örneğin, Köy Enstitüleri dediğimiz kurumların gecekondu enstitülerine dönüştürülmeleri lazım. Yani o insanların çocuklarını meslek sahibi yapacak, onları eğitecek kurumların oluşması gerekiyor. Fakat bunlar yalnız lafta kalıyor, hiçbirisi gündeme gelmiyor. 1950'lere doğru İsmail Hakkı Tonguç, -Köy Enstitülerinin kurucusu- kentler için de Köy Enstitüsü örneğini düşünmüştü; Kent Enstitüleri. Eğitimin ölünceye kadar yolu var. Her an insanın kendini yenilemesi eğitmesi, eğitilmesi gerekir. Bunların devletçe yapılması gerekir, bunlar yapılamadı, kültür yuvaları olamadı... Halkevleri nerede kaldı? Hepsinin eli böğründe kaldı.
Görüyorum, belediyeler çalışmalar yapmıyor değiller, ancak belediyelerin o kadar çok geniş dallara atlamasına olanak yok.. Tüm bunları işbirliği ile paslaşarak, vatandaşla, devletle, kuruluşlarla işbirliği yaparak başarabilecekleri kesinken bu yolda adım atılmıyor; bir şey yapılamıyor... Ben geleceğin daha kültürlü bir Ankara, daha insancıl bir Ankara, daha batılı, laik, demokrat bir Ankara; oy verdiği yeri bilen, seçilenin kendisini seçenlere saygı duyduğu bir Ankara diye düşünüyorum.
SPİKER : Sevgili dinleyenler Özel Radyo ve Televizyon Yasa Taslağı pek çoğunuzun bildiği gibi şu anki hali ile belediyelerin radyo yayını yapmasına olanak tanımıyor. Son kez Mustafa Ekmekçi'den bunu nasıl değerlendirdiğini öğrenmek istiyoruz. Belediye radyoları olmalı mı, olmamamalı mı? Yanıtı Ekmekçi'de.
MUSTAFA EKMEKÇİ : Bence olmalı... Bunun en güzel örneklerinden biri, benim bildiğim -ödülde verdik biz ÇGD olarak- Anki'dir... Ankara'yı daha yakından izliyorum, ama bir yerde de önüne gelen özel radyo kuruyor. Özel radyoların büyük bölümü sadece müzik yayını yapıyor; bir de laubalilik var, bunlardan kurtulmak, yani bayağılıktan kurtulmak gerekiyor. Ne bileyim işte; "telefonlarınızı bize verin, sizi sevgilinizle buluştururuz" diyene kadar dinledim; şaşırdım kaldım. Özel radyo bu demek değil. Özel radyo ciddiyetini koruyan, çünkü, radyoculuk gazetecilik ciddi bir iş, mizah gibi, mizah güldürüyor adamı, ama çok ciddi bir iştir. Çok ciddi tutmazsanız, sululuk olur. Sululuklardan kurtulmak gerekiyor özel radyolarda.
Özel radyoların elbette özgürlüklerinden yanayım, onun savaşımını verdik. Başbakan bile "benim radyolarım" dedi; ama hala bir türlü özel radyoların yasası çıkarılamadı (Anayasa'nın 133'üncü maddesinin 8 Temmuz 1993'te değiştirilmesinden sonra çıkarılan 3984 sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş Yayınları Hakkında Kanun 20 Nisan 1994'te yürürlüğe girmiştir). Bunun çok sıkı denetlenmesi gerekir. Bir yerde bir laf vardır halk dilinde; "Ak itin pamuk satana zararı vardır" derler. Yani pamukların arasına gömülmüş bir köpek, -sahibi, pamuğum çok zanneder- halbuki ayağa kalktığı zaman, köpek olduğu için satamaz. Böylece onların arasına da karışanlar olabilir, ama özerkliklerden, özgürlüklerden korkmamak gerekir, bence onları zamanla toplum kendisi tasfiye edecektir; baskılara gerek yok, yasaklamalara gerek yoktur.
SPİKER : Sevgili dinleyener bugün bir Ankaralı Mustafa Ekmekçi'ydi... Haftaya bir başka Ankaralı'yı konuk edeceğimizi şimdiden anımsatalım.
- 1. Hatice Ağar tarafından yapılan "Bir Ankaralı: Mustafa Ekmekçi" adlı program Radyo Anki'de Haziran 1993'te yayımlandı.