Alaşehir'deki Atatürk büstü bir yıl önce, baharda yıkıldı. yerine de yenisi yapılmadı; yıkılan onarılmadı. Uğur Mumcu, arabasına bomba konup öldürülünce, Alaşehirliler, yıkık Atatürk büstüne koştular, yıkık büstün önünde konuşmalar yapıldı, karanfiller, taşların üzerine kondu. Minicik bir çocuk, Atatürk'ün yıkılmış büstüne konan karanfilleri öpüyor:
ölmedi anne, ölmedi! diyordu.
Alaşehir kahveleri, geceleri "okey", "tombala" oynayanlarla doluyordu. Bir okur merak etmiş, kendince araştırmıştı. Yarıdan çoğu oruç tutmuyordu. Ancak onlar da "Niyetliyiz" diyorlardı. Onları böyle konuşturan toplum baskısı mıydı? Kenan Bey, Alaşehirli değil miydi? Ne düşünür acaba orada olup bitenler için?
İzmir'de Özel Fatih Lisesi'nde hemen herkes oruçluydu. Bir okurun anlattığına göre öğrenciler oruç tutsun tutmasın, uyandırılıyor, baskılarla çocuklara zorla oruç tutturuluyor.
Hava durumunu bildirir gibi, önce büyük illeri vereyim kısaca: İstanbul'da Beyoğlu yakasında, öğleleri okullarından çıkan öğrenciler, bir sandviç alıp yitmiyorlardı. Her zaman sandviç aldıkları dükkan "Ramazan dolayısıyla" kapalı mıydı? Çocuk ne yapar, sesini çıkarmaz, sandviç bulabilmeği bir yer arar. Ama eve gelince, annesine babasına durumu anlatır, anlatmaz mı?
Biz çocukluğumuzda, "tekne orucu" tutardık. Tekne orucu şu demekti. Gece yarısı, "sahur"da, evde sofranın kurulduğunu sezer, bağrışarak kalkardık. Anam:
Peki, kalkın siz de yiyin, ama tekne orucu tutacaksınız! derdi.
Tekne orucu tutmak demek, sabah kalkar kalkmaz birşeyler yemek demekti. Sabah erkenden yersek günah sayılmazdı! Tekne orucu tutarak, ekmek teknesinin kulağından yapışmış olurduk. Anam, açık sözlüydü:
Eşeği de bağlaşan, ot vermesen akşama dek aç kalır, o da oruç tutar; ama onunki oruç mu? derdi.
Oruç tutmak için hiçbir baskının olmaması gerekirdi. Evde çok söylenirdi:
Eşeği de bağla, o da oruç tutar! denirdi.
Anam da, babam da orucumuza, namazımıza hiç karışmadılar.
Kendileri bilir; o Allah'la Kendi aralarında bir şey! derlerdi. Laik anlayışımı, herhalde başta, onların bu hoşgörülü tutumlarına borçluyum!
1927 doğumluyum, Cumhuriyet çocuğuyum. Köyde, ilçede, ilde yaşadım. O dönemlerde, namazını kılana, kılmayana hiçbir baskı yoktu, görmedim. Abdurahman Dilipak, -23 Şubat 1993 Salı günkü "Ele Verir Talkını..." başlıklı "Ankara Notları”nda da değinmiştim- "Argos' dergisinin Nisan 1989 sayısında Köy Enstitülerine, bu Türk halkının buluşu olan onurlu kuruluşlara iftiralarda bulunmuş, gerçeğe aykırı şeyler yazmıştı. Dilipak'ın uydurmaları, oncağız değildi. Şunları da yazıyordu:
“... Camiler ahır yapılmış, Sultan Ahmet Camii’ne bile at ve eşekler bağlanmıştı. Bir taraftan saman yığılmış, öte yanda beygirler tepişiyordu. Sultan Ahmet'in at bağlanan tarafındaki çiniler at sidiğinden zarar görmüştü..."
Daha var Bir yerde de şöyle diyor
*... Önceleri tümüyle dini yasaklamak yoluna gittiler, önce dini reforme etmek istediler, bu olmayınca, her şeyiyle yeni bir din üretmeye kalktılar. Müslümanlar yoğun bir baskı altına alındı. Önce cemaati camilerden caydırıyor, sonra kimsesiz kalan camilere el koyuyorlar. Dinden kurtulmanın kestirme yolu içki ve cinsel özgürlüktü ve her ikisinde de önemli adımlar atıldı...”
Dilipak, bununla Atatürk dönemiyle, İnönü dönemini suçlamak istiyor usunca. O da Cumhuriyet çocuğudur, benden daha da gençtir, anası babası nasıl yaşamış, ne biçim baskılar yapılmış, anlatsa da kamuoyu bir öğrense...
İkinci Dünya Savaşı'nda cepheye gönderilen askerlerin kimileri, soğuktan, kardan kıştan korunmak için geçici olarak camilere, kapalı yerlere yerleştirilmiş olabilirler. Soğuktan donsalar mıydı? Bunu eleştirmek ne insafsızlıktır! O çocuklar halkın çocuktan değiller miydi?
Aziz Nesin. Dilipak'la yaptıkları "Şeytan Ayetleri" tartışmasında bir yerde şöyle demişti:
İslamın kendisinin, Müslümanın kendisinin hoşgörüsü yoktur. Hoşgörüsü olmadığı şurdan belli; çok örnekler verebilirim: Ramazanda İstanbul, Ankara, İzmir'in dışında siz sigara içemezsiniz...
Bu Ramazan‘da Aziz Bey, İstanbul’u gördükten sonra sanırım düşüncesini değiştirmiştir. İstanbul'u anlattım. Bir genç kız İstanbul'dan Ankara'ya gelince annesine:
Anne, İstanbul bildiğin gibi değil, dedi.. Oysa daha önceleri, annesinin abarttığını söyler, gericiliğin o boyutlarda olmadığını savunurdu...
Ankara mı? Hıh... Hafta başında. ODTÜ'de, oruçlu olduklarını söyleyen öğrenciler, öğle saatlerinde, yolda sandviçlerini yiyerek giden öğrencilere saldırdılar. Bereket bir olay çıkmadı, ağız dalaşında kaldı!
Biz oruçluyuz, niye bizim görümüzün önünde sandviç yiyorsunuz? diyorlardı saldırganlar...
Bingöl'den bir okur telefon etti; Bingöl'de Nurcular, Hizbullahçılar cirit atıyorlardı. İki medrese vardı; Bingöl Sağlık Meslek Lisesi'nde eğitim yapılamıyordu. Okulda etütler kaldırılmıştı. Gündüzlü öğrenciler, akşam olunca evlerine gitmiyorlardı. Okulda 370 dolayında öğrenci vardı. Bunun 230'u yatılıydı. Öğrencilere zorla mı oruç tutturuluyordu? Oruç tutmayan öğrenci sayısı otuz kadardı. Onların ölümü göze aldıktan söyleniyordu. Gericiler arasında Atatürk'ten "Deccal", "Put", “Beton Mısto” diye mi söz ederlerdi?
Sağlık Meslek Lisesi'nde, geceleri, dışarıdan bir hoca gelir, teravi namazı kıldırırdı. Bu okul, Sağlık Bakanlığının okulu, geceyarısı dışarıdan oraya hoca nasıl gelir? Yıldırım Aktuna buna ne der?
4 Mart 1993, Cumhuriyet