4 Aralık 1974 günlü Yeni Ortam Gazetesi’nde “Namus Borcu..." başlıklı “Ankara Notları"nda şunları yazmışım:
"... Geçen akşam bir kokteylde, bir köşede halk diliyle ‘omzu kalabalık' bir asker grubu gördüm. Korgeneraller, orgeneraller kendi aralarında konuşuyorlardı. Prof. Bülent D ever de yanlarındaydı. Ben de yaklaştım. Bülent Daver'in kolunu tuttum, tanıdık diye. O beni tanıştırdı yüksek rütbeli askerlere:
Mustafa Ekmekçi efendim, tanıştırayım...
Bir orgeneral karşılık verdi:
Tanımaz mıyım, bir kaz benim aleyhimde yazmıştı.
Hay Allah, nerden yaklaştım buraya, diye düşünürken bir tuğgeneral şöyle dedi:
—. Paşam, sizin aleyhinizde yazmış, benim de lehimde yazdı.
Aylar, yıllar öncesinin Ankara Notları'nı geçirdim kafamdan. Orgeneral Kenan Evren o zamanlar korgeneraldi. Tabii Senatör Sami Küçükle aralarında geçen bir konuşmayı aktarmıştım. Mamak'ta tutuklulara baskılar, eziyetler alabildiğine sürüyordu. Sami Küçük, Kenan Evrenle konuşarak, oradaki yönetici askerlerin değiştirilmeleri gerektiğini, yapılan işlemlerden silahlı kuvvetlerin tümünün yara almakta olduğunu söylemişti.
Sonra Haşan Esat Işık Milli Savunma Bakanı olunca değiştirilmişti oradaki Metin Denli'ler, Burhan Poturna’lar.
Unutup gitmiştim bile çoğunu olayların"
“Eylül İmparatorluğu" kitabının yazan Erbil Tuşalp’ın “Bin Tanık” kitabından aldım yukarıdaki yazımı. Yazı gazete sayfalarında kalıp gitmişti. Erbil alıp değerlendirmiş işte.
O kitapta daha var. Erbil'in aktardığı yazıda geçen olayı çok iyi anımsıyorum, şöyleydi:
O yıllar Evren, Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanı, 38'lilerden Tabii Senatör Sami Küçük de sınıf arkadaşı: sık konuşuyorlar. Matrakla yapılan eziyetleri, Sami Küçük “Ankara Notları”nda okumuş. Evren’e:
Okudun mu Ekmekçi’nin yazdıklarını? diye sormuş. Evren:
Okudum, yanıtını vermiş.
Ne diyorsun?
O iddialar yeni değil ki, üzmeyin kendinizi.
Nasıl üzülmem, üç kişinin koskoca bir kurumu yıpratmasına nasıl kayıtsız kalırım. Şöyle bir önerim var Mamak Cezaevi’ndeki bu üç görevli hakkında söylenenler gerçek dışı olabilir. Bu üç subay gerçekten görevlerini yasaların çizdiği sınırlar içinde yerine getiren kişiler olabilirler. O zaman, bunları ödüllendirerek başka görevlere atayın. Ancak bu üç kişi söylenenleri gerçekleri yapıyorlarsa, bu suçtur ve cezasız bırakmayın. Göreceksiniz, her iki seçenek de işkence iddialarının sakız gibi çiğnenmesini durduracak. Bunu, sizden acı çeken insanların adına rica ediyorum.
İyi ama, her şikâyet edilenin yerini değiştirirsek orduda disiplin namına bir şey kalmaz...
Evrenin Sami Küçük’e yanıtlarını da “Ankara Notları”nda yazmış, eleştirmiştim. Orada adı geçmiyordu da, "Kara Kuvvetleri’nde omzu kalabalık biri" diye geçiyordu sanıyorum. Bu sözleriyle haksızlık ettiğini, yanlışlık yaptığını söylüyordum. Sonra bir karşılaşmalarında Sami Küçük'e şöyle demiş, oldukça küçümseyen bir biçimde:
Beni bir gazeteciye mahcup eltini
12 Eylül’den sonraydı, hükümet yeni kurulmuştu. 29 Kasım 1980 akşamı. Zeyyat Baykara’nın oğlu Ahmet'in Büyük Ankara Oteli’ndeki düğün törenine çağrılıydım, gittim. "Karabayların Düğünü" başlıklı bir "Ankara Notlan" da yazdım düğün öreniyle ilgili. Orada Evrenle karşılaşmıştım. Nikâhta Evren ile Ulusu tanıktılar. Gazetecilerin Evren’in yanına yaklaşma olanağı yok gibiydi. Bir ara yüz yüze gelince:
Merhaba Ekmekçi! dedi.
Beni nasıl tanıdınız? diye sordum.
Komsoma komsoma... diye karşılık verdi. Ne demek olduğunu anlayamadım doğrusu. Belki de "Ayıp ettin, biz adamı tanırız!” anlamına bir sözdü.
Paşam sizinle konuşmak istiyorum! dedim.
Çok konuşuyorum! yanıtını verdi. Gerçekten. Konsey Başkanı olarak o sıra, daha çok yabancı gazetecilerle konuşuyordu, boş zamanı yok gibiydi. Günde kaç kadeh içtiğine değin anlatıyordu...
Ben sizi konuşturmayacağım! dedim, ben konuşacağım. Ben düşüncelerimi söyleyeceğim... Durdu, ayrılırken şöyle dedi:
Bir bakayım da, sana haber vereyim...
Aradan yedi yıl geçti, bu haber gelmedi. Ben de bir daha görüşme isteğinde bulunmadım. Cumhurbaşkanı seçildi, sivil oldu. Çankaya, kimi gazeteciler için komşu kapısı oldu. Bu güzel bir şeydi. Ben görüşmedim, diye hiç yerinmedim. Tutucu bir gazetede çalışan bir gazeteci, "Çankaya'ya şöyle bir uğrayıp, oradan filan yere geçtim..." gibisinden yazılar yazdı.
Gazeteciler, yazarlar görüşürlerken, kendi düşüncelerini de belirtiyorlar mı bilmiyorum. Konuşmalar, bir karşılıklı görüşme yerine tek yanlı açıklama biçiminde mi akıp gidiyor, onu da bilmiyorum. Konuşanlar, Evren'in konuşmalarını, tutumlarını da eleştirmelidir- ter. Onlar eleştirmeseler bile, Evren çeşitli olaylarla ilgili düşüncelerini sormalı, görüşmeler "monoloğa" dönüşmemelidir. Askerlikte, kimilerinin anlayışına göre, komutanın dediği olur; o anlayışta "diyalog'' değil, “monolog'’ vardır. Kendilerine güvenenler tartışmadan, eleştiriden kaçınmazlar. Hatta bundan yararlanırlar. 27 Mayıstan sonra orduda da bir "diyalog" yöntemi açılmıştı. Genç subaylar yüksek rütbeli komutanlarla tartışıyorlar, sorular yöneltiyorlardı. Sivil yaşamda ise demokrasinin gereği, bu yöntem daha da gelişmiştir. Demokrasinin temeli budur. Tartışmak, eleştirmek...
Parti liderleri düşüncelerini açıkça söylüyorlar, Evreni uyarıyorlar. Yer yer sert tartışmalar bile oluyor. Gazeteciler, yazarlar da bunu yapmalıdırlar. Bu onların görevidir. Evrenin "Ankara Notları"ndan.
Pek hoşlanmadığını biliyorum. Ne yapayım, zorla güzellik olmaz ya, yazılanını beğendirmek için de uğraşamam doğrusu.
Evrenle görüşseydim, hoş görüşme olanağım yok ya, Hafize Özal’ın, Kanuni Sultan Süleyman Türbesi yanına. Nakşibendi Şeyhi'nin ayakucuna gömülmesini öngören kararnameyi nasıl onayladığını sormak isterdim!...
15 Mayıs 1988, Cumhuriyet