Zam, Zulüm, İşkence...

Haydar Kutlu'nun (Nabi Yağcı) eşi, Cumhurbaşkanına başvurarak, eşine "işkence boyutlarına varan sorgulama” yöntemleri uygulandığını bildirdi. Ayşe Çiçek Yağcı'nın başvurusu, Çankaya'dan Adalet Bakanlığı’na gönderildi.
Yargıya yansımış olan bir konuda Cumhurbaşkanı’nın bir yetkisi olmadığı düşünülebilir. Yargıya kimse karışamaz, bir şey yapamaz. Ama olup bitenlerin yargıyla bir ilgisi yoktur. Yargıdan önce sorgulamada yapılmaktadır işkenceler, eziyetler. Olup bitenlerden işkence yapanlar kadar, bunu yeterince kovuşturmayan DGM Savcılığı da sorumlu sayılmalıdır. İki kişi işkence gördüklerini ileri sürmektedirler. Buna karşı yapılacak şey, "Bu örgüt işidir, işkence görmemişlerdir!" demek değil, sanıkları tam kuruluşlu bir hastaneye gönderip “check-up” yaptırmaktır. Kendilerine "işkence" yapıldığı ileri sürülen iki kişi, Haydar Kutlu'yla Nihat Sargın, seçim öncesinde kendi ayaklarıyla tıpış tıpış Türkiye'ye gelmişlerdi. Cem Karaca gibi! ANAP içindeki "liberal" kanadın tutumu mu onlara “yeşil ışık" yakmıştı? "Liberaller'' sonra, "Türk- İslam sentezcileri”yle çatışacaklar mıydı? Cem Karaca, olmadık yakın ilgiler görürken, ikisi, Esenboğa Havaalanı’nda, gümrükten mal kaçırır gibi, gazetecilerden de kaçırılarak Emniyet'e "DAL Grubu"na götürülmüşlerdi. Esenboğa’daki kaçırılışı bir "Ankara Notları"nda yazdım. Yurda dönen iki kişinin başlarına gelenleri okuduktan sonra, yurtdışında yaşayan, yurt özlemiyle yanıp tutuşan binlerce insan nasıl Türkiye'ye dönme yürekliliğini gösterebilirdi? Türkiye'yi, dışarıdan gelenler için bir cehennem gibi göstermeye kimsenin, ama kimsenin hakkı yoktu! Bunu yapanlar Türkiye'yi dışarıya kötü tanıtmaktan yargılanmalı, hesap vermelidirler!
Nihat Sargın ile Haydar Kutlu'nun DGM'den alınıp cezaevine götürülüşleri olayını DGM önünde izleyen gazeteciler arasında ben de vardım. Polis şeflerinin, görevlilerin telaşı görülecek şeydi. Siyasi Şube Müdürü Hasan Eryılmaz, yüzünün rengi atmış, foto muhabirlerine çıkışıyordu:
O kadar yaklaşmayın, yoksa resim çekemezsiniz! Kesinlikle soru sormak yok!
Soru sormayacağız! diyorlardı foto muhabirleri; onların görevi zaten resim çekmek, olayı fotoğrafla sergilemekti. “Neden soru sorulması istenmiyor acaba?" diye düşündüm. Sorulardan biri örneğin, "Size işkence yapıldı mı?" biçiminde olabilirdi. Bundan mı çekiniyorlardı?
Hasan Eryılmaz. bir ara, sanıkların savunmanlarına kızdı:
Sizin burada ne işiniz var? diye sordu
Müvekkillerimizdir, göreceğiz! dedi biri..
Cezaevinde görürsünüz efendim!
Yeniden foto muhabirlerine döndü; çok sinirliydi Hasan Eryılmaz:
Daha fazla yaklaşmak yok, soru sormak yok!
Kar yağıyordu Ankara'ya ilk kez. Haydar Kutlu'yla, Nihat Sargın götürülmek üzere kapıdan çıkarıldıklarında flaşlar patladı. Nihat Sargın’ı tanıdım, yıllar önceden tanırdım. Apar topar arabaya bindirilecekleri sırada Nihat Sargın, gazetecilere:
İşkence gördük! diyebildi. Kanım orada dondu kaldı...
DGM Savcısı Nusret Demiral'la bir iki kez konuşmuştum. Konuşmamız sırasında Abdi İpekçi'yi konuşmuştuk. Abdi İpekçi’yle, İstanbul’ daki Gazetecilik Enstitüsü'nden sınıf arkadaşıymışlar. "Ben de gazeteciyim!" diyordu. Eh, gazeteci de olduğuna göre bizleri anlardı! Abdi İpekçi de, kısa bir süre, 1949-50 yıllarında, Hukuk Fakültesi'ne gitmişti. Oradan da arkadaşlıkları olabilirdi. Aynı yıllarda, iki yıl kadar ben de İstanbul Hukuk Fakültesi'ne gitmiştim. Zaman ne çabuk geçiyor? Abdi Bey’i o yıllar tanımazdım. Yıllar sonra Milliyet’te birlikte olacaktık. DGM Savcısı Nusret Demiral, savcı değil de gazeteci olsaydı bugün neler yazardı? Abdi İpekçi sağ olsaydı, o neler yazardı? Abdi ipekçi yaşadığı sürece işkenceye karşı oldu. Onu biliyorum...
1982 Anayasası'nın 17. maddesi şöyle der:
“…Kimseye işkence ve eziyet yapılamaz; kimse insan haysiyetiyle bağdaşmayan bir cezaya veya muameleye tabi tutulamaz..."
Kenan Evren'in "kefil" olduğunu söylediği anayasanın bu açık seçik hükmü nerede kaldı? O madde de mi kalbura çevrilenler arasına karıştı?
1982 Anayasası'na bu madde gökten inmedi. Uluslararası bildiriler, Türkiye'nin de imzası bulunan sözleşmeler sonucu anayasaya girdi. Bugün 10 aralık. İnsan Hakları Sözleşmesi’nin yıldönümü. Evrensel bildirinin beşinci maddesi şöyle:
"Hiç kimseye işkence ya da zalimce insanlık dışı ya da onur kırıcı davranış ve ceza uygulanamaz."
1948'de benimsenen ve imzalanan bu hükme, Birleşmiş Milletler 1984'te "işkence yasağı" sözleşmesini getirdi. "Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi"nin 3. maddesi şöyle:
"Hiç kimseye işkence ya da insanlık dışı ve onur kırıcı bir davranış ve ceza uygulanamaz." (Bu, 4 Kasım 1950’de benimsendi, imzalandı.) Yine Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin başlangıç maddesi de, "Herkesin yaşama hakkı yasayla korunur" diyor, insafsız zamlar, yaşama hakkına da zulüm değil mi? 1987'de 26 kasımda Avrupa Konseyi’nin imzaya açtığı "İşkence Yasağı Sözleşmesi”ni ise 21 ülkeden 19'u imzalarken, Türkiye Dışişleri Bakanı Vahit Halefoğlu arka kapıdan çıkarak, imzalamadı. Bu sözleşme; "İşkence" konusunda denetim sistemini getiriyordu. İşkence savları üzerine Konsey, bir komite aracılığı ile işkence savlarını denetleyebilecekti. Vahit Halefoğlu buna imza koymuş olsaydı; Avrupa Konseyi'nden adamlar, Emniyetin "DAL" grubuna dek girecekler, belki de işkencecileri suçüstü yakalayacaklardı!
İnsan bedenine uygulananlar işkence de, yaşamına yapılan zulümler, zamlar işkence değil mi? O da bir işkence türü elbette…
İnsan Hakları Derneği'nin bugün başlayacak etkinliklerini izleyeceğim. Bir hafta sürecek.