Yumuşak Diken...

Adamın biri lokantaya gitmiş, yemeğini yemiş, kahvesini içmiş, gelgelelim parası yokmuş. Lokanta fırınla bitişikmiş. Adam, başlamış sağa sola bakmaya, ortalıkta dolaşmaya, bir ara üst kata çıkmış, hamur teknesinin altına bakmış, aşağıya inmiş, kendi kendine söylenmiş:

— İşin altında iş var, teknenin altında baş var!

Lokantacı, müşteriye

— Haydi, demiş, gözüme görünme git buradan!

Meğer, hamur teknesinin altında eşek başları varmış. Adam, parayı ödememek için, teknenin altındaki başları anımsatmak istermiş. Parayı ödemeden savuşmuş!

Fıkrayı babam anlatmıştı arkadaşına. Çocuktum, bir köşede dinliyordum. Babamın da hem lokantası, ona bitişik fırını vardı. O yaşta, babamın fıkrayı neden anlattığını anlayamamıştım doğrusu. Belki her işin altında bir iş olduğunu vurgulamak, belki de fıkradaki lokantacı gibi, herkesin bir kusuru olabileceğini belirtmek içindi. Yine bilmiyorum...

Ama, her olayın bir nedeni bir sonucu var. Nedenlerini bilmeden sonuca bakarsak yanılabiliriz. Diyelim, bir şeyi eleştiririz. Eleştiri bizde en az anlaşılabilen şey. Eleştiriyi bilmeliyiz demek daha doğru. Eleştiri, çoğuna göre ya övmek, ya sövmek anlamına gelir de ondan. İncitmeden küçültmeden bir şeyi anlamazlar.

1935'lere doğru, dördüncü Büyük Millet Meclisi sona ererken, Meclisteki bağımsız milletvekillerinden İzmir Milletvekili Halil Menteş ile Kocaeli milletvekili Sırrı Bellioğlu, Cumhurbaşkanı Atatürk'e birer «veda» mektubu yazarlar. Atatürk, Hasan Rıza Soyak'a şöyle der:

— Halil Bey henüz Ankara’da ise, hemen kendisini gör; ayrılmış ise mektup yaz. Hizmetlerinden pek memnun olduğumuzu, gelecek seçimde tekrar müstakil olarak namzetliğini koymasının münasip olacağını, selamlarım ve hakkındaki en iyi dileklerimi beraber bildir, seçilmesi için benim şahsen çalışacağımı da ilave et... Sırrı beye de aynı şeyleri söyleyeceksin ama bunun acelesi yoktur. O gitse gitse İstanbul'a gider, nasıl olsa kendisine orada rastlarsın, yahut telefonla bulur konuşursun... Unutmadan şunu da söyleyeyim; bu akşam bana istasyonda bunları hatırlatırsın, İsmet Paşa ve Recep beyle görüşeceğim.

İsmet İnönü o zaman Başbakan ve parti genel başkan vekili.

Recep Peker de parti genel sekreteri. Hasan Rıza Soyak, köşkten doğruca BMM binasına gider. Halil Bey'i bulur. Cumhurbaşkanı’nın buyruğunu bildirir. Halil bey çok duygulanır, heyecandan gözleri yaşarır, şöyle der:

— Naçiz hizmetlerime verilen değerden dolayı çok itibar duydum; daima izlerinde ve emirlerindeyim... Kendilerine sonsuz minnet ve şükran duygularımla tazimlerimi arzetmenizi rica ederim; işaret buyurdukları gibi hareket edeceğim...

İstasyonda ise, Recep Peker, sinirlenmiştir. Mecliste iktidarı eleştiren bağımsız milletvekilinin yeniden Meclise gelmesine karşı çıkar. Yaptığı eleştirilerden örnekler verir. Atatürk'ün kaşları çatılır. Peker'e şöyle karşılık verir:

— Elbette konuşacaklar, elbette tenkit edecekler. Biz bu arkadaşların Meclise girmelerini neden teşvik ve ihzar ettik Recep... Bir oyun olsun diye mi? Hayır efendim: bilakis biz onları gayet ciddi bir düşünce ve işlevimiz hakkında fikir ve kanaatlerini açıkça söylesinler, yaptıklarımızı tenkit etsinler, yani yeri boş kalan muhalefetin, bir dereceye kadar olsun, vazifesini görsünler diye meclise getirdik, öyle değil mi? O halde niçin sinirleniyorsunuz, neden şikayet ediyorsunuz? Yoksa kendinizden emin değil misiniz, icraatınızda müdahale edemeyeceğiniz noktalar mı var?... Şunu açıkça söyleyeyim ki benim katiyen böyle bir endişem yoktur, bütün yaptıklarımı her zaman, her yerde müdafaa edebilirim...

Tren yola düzülünce, istasyonda bulunan köylüleri selamladığı pencereden çekilir; Hasan Rıza Soyak'a döner, şöyle der:

— Hali gördün mü çocuk, tenkide hiç tahammülümüz yok..  Maateessüf arkadaşları bir türlü buna alıştırmadım... Hele bakalım, elbette bunun da bir sonu olacaktır. 0... (Hasan Rıza Soyak, «Atatürk'ten Hatıralar», Sayfa 43-45, Yapı ve Kredi Bankası yayını.)