Yolcu Yolunda Gerek...

Avcının biri, yanında tazısı, omzunda şahini ava giderken, yolunun üstünde bir evliya türbesine rastlamış. Evliyanın da ünü o yöreyi tutmuş, kim ne dilek dilese yerine geliyormuş. Avcı pek öyle inançlı biri değilmiş, ama yine de:
—Tazıma bir tavşan, şahinime bir keklik demiş, yürümüş.
Çok geçmemiş, bir tavşan, çalıların arasından kımıldamış. Kokuyu alan tazı fırlamış, ancak çalıların arasında bir yılan tazıyı sokup öldürmüş. Avcı, kalmış mı tazısız? O sırada bir keklik, kayalıklardan uçunca, şahin havalanmış, avcı da silahını doğrultmuş, kekliği vuracak yerde, bir bakmış şahin pat diye yere düşmez mi? Ne aksilik!
Avcı, tazısından, şahininden yoksun, süngüsü düşmüş, üzgün geri dönerken, evliyanın türbesine şöyle yan gözle bir bakmış:
—Evliyalığına diyecek yok ya, lafı tersinden anlıyorsun diye mırıldanmış...
Ramazanda din sömürüsünden korkuyordum, korktuğum başıma geldi; eski Osmanlı dönemini anlatıyoruz, diyerek, fesli çarşaflı oyuncular mı çıkmadı ortaya! Hani Batı gazetelerinde, karikatürcüler Türkleri fesli yaptı diye bir zamanlar öfkemizden çatlardık. Biz TV'de böyle yansıtırsak, kime ne diyebiliriz? Laik bir ülkede. TV’de programlar böyle mi olmalı? Ramazanda dükkânını açmayan lokanta sahipleriyle konuşmak, TRT ilkelerine ters düşmüvor mu? Hadi bunu, Tercüman yapsın Ergut Göze yazsın, "İslam Ansiklopedisi"yle ilgili yazıları görmezden gelen Göze, "Türkçe ezan" konusuna değinmiş 30 mayıs günlü yazısında, dilekçeye imza atan aydınları suçlarken, "Mesela bunların hiçbirisi, Türk milletinin ezanı istediği dilde okumasına razı değildir…'' diyor. “İstediği dili” dediği Göze'nin "Arapça"dır. "Arapça" demeye dili varmamış da, öyle demiş.
Milliyetçiliğe gelince, mangalda kül bırakmazlar da, işlerine gelmeyince, "ezanı istediği dilde okumak..." derler. Ezanı Türkçe okumanın yasal olarak bir sakıncası yoktur. 1950'de Demokratların çıkardıkları yasa, Arapça ezan yasağını kaldırdı. Atatürk'ün başlattığı yolu tıkadı. Ezanın Türkçe okunmasını isteyen Atatürk’tü...
27 Mayıs’çılar, Milli Birlik Komitesi'nde ezanı tartışırlarken, buna karşı çıkanlar arasında, birkaç dönem bakanlık yapmış Mehmet Özgüneş de vardır. Muzaffer Yurdakuler, söz alır, şöyle der;
—Finlandiya'da da Müslümanlar var, orada ezan Arapça mı okunuyor? diye sorar...
Ezan konusunu çözüme kavuşturamayan 27 Mayıs’çılar, çarşaf konusuna el atmak isterler. "Çarşafı hızla kaldıralım" derler. Cemal Aga:
—Buna parasal gücü yetmez milletin, der. Halk, ekonomik olduğu için çarşafı kullanıyor.
O zaman, kadınlara manto yaptırmayı düşünürler. O da kalır...
Devrimci de olsanız, iyi niyetler, yeterli değildir.
Turgut Bey’in Başbakanlığındaki bayan memurlardan bazıları için söylenen "Müslüman bacı kardeşler” deyimi neyin nesi? Kadrolaşma, tutucu eğilimler göz önüne alınarak mı oluşturulmak isteniyor?
Turgut Bey, yanlış üstüne yanlışlar mı yapmakta? Ekonomik durumun tıkırında olmadığını da görüyor galiba? Kendisine, bu durumları düzeltmesi için 30 ağustosa değin süre mi verilmiş?
Turgut Bey, devlet okullarında, kimi paralı, kimi parasız okudu. Konya Lisesi’nin birinci sınıfında 4/A’da, o da paralı yatılıydı. Ön sırada, sırtı oldukça kambur -adını şimdi unuttum- bir arkadaşımızla birlikte otururdu. İkisi de ufak tefektiler. Sıra arkadaşına, arkadaşlarımız, "Notre Dame'in Kamburu"ndaki "Quasimodo"ya benzeterek, o adı takmışlardı. Şereflikoçhisar'dandı gibi geliyor bana o arkadaşımız. Turgut’la ikisi gezerlerdi, hiç ayrılmazlardı. Turgut Bey'le o günleri konuşurken, sordum: "Ouasimodo"yu sadece takma adıyla anımsıyordu: ama sıra arkadaşı değil, hocalardan biri sanıyordu.
—Korkut arkadan gelince, babam beni paralı yatılı okutamadı, Malatya’ya gitmek, öyle okumak zorunda kaldım... demişti bir gün.
Türkiye gelişmekte olan ya da gelişmesi engellenen ülkelerden birisi. Yazgı, Turgut Bey'i Başbakanlığa getirdi. Buna sevinenlerden biriyim. Ancak, nereye gitmekte olduğumuzu da gözlerken, içimi bir üzüntü kaplar. Ağustos sonuna dek Turgut Bey, ne yapabilir? Neyi düzeltebilir?
Ocak kararlarını anlatan Emin Çölaşan'ın kitabında eksikler var; Emin Çölaşan dostuma önerim, o kararların alındığı Bakanlar Kurulu toplantısını ayrıntılarıyla soruştursun, ilginç bilgiler derleyecektir. Başbakan Süleyman Bey, arkadaşlarına o gün:
—Evlerinize haber verin, sabaha kadar çalışacağız... der, müsteşar Turgut Bey, Bakanlar Kurulu'na bilgiler vermektedir. Kabinede kavga çıkar. Sert çıkanların başında Tarım ve Orman Bakanı Hasan Ekinci vardır. Turgut Bey, bilgileri verdikten sonra, dışarı çıkar, Süleyman Bey bir bakana:
—Saat 24.00’e geldi, toplantıyı kapatalım... der.
—Niçin efendim? Sabaha kadar çalışacaktık...
—Yok der, Süleyman Bey, Hava gergin... Sonraya bırakalım...
24 Ocak kararları hazırlığı, törpülenerek çıkar. Devletin ise karışmasına bir ölçüde ağırlık verilir. 12 Eylül'den sonra, Başbakan Ulusu'nun da, tutumu bu noktada yabana atılmaz öğrendiğime göre.
Bu "Ankara Notları”nda, Hasan Pulur’un bir yazısına da değinecektim, aydınlar dilekçesini eleştiren yazısına, Hasan Pulur'la yıllarca Abdi İpekçi’nin Genel Yayın Yönetmeni olduğu Milliyet'te bilikte çalıştık, bir dava görülürken, ya da soruşturma sürerken, yargıyı ya da soruşturmayı etkileyici yazı, haber yazmama, bizim ilkelerimiz arasındaydı. Yine öyledir. Kimse, bir yargı, ya da soruşturma sürerken, onu etkileyici biçimde yazılmış tek satırını gösteremez. Hasan'dan da öyle beklerdim. Yanılmışım.
Ramazan diye, Diyanet'te olanları bırakacak değilim. Ergun Göze yanıt vermese de, sormayı sürdüreceğim. Yolcu yolunda gerek...